Devletin PKK ile görüşmeye başlaması, Oslo süreci ile ya da Erdoğan’ın 28 Aralık 2012’de ‘İmralı ile görüşüyoruz ve bundan sonra da görüşmeye devam edeceğiz’ şeklindeki açıklamasıyla başlamış değildir. Kürt sorununu çözmek ya da PKK ile barışı gerçekleştirmek için ilk ve ciddi görüşme Turgut Özal döneminde yapılmıştır. 1990’lı yılların başlarında başlayan bu görüşmeler sayesinde, şayet Özal’ın ölümü olmasaydı, belki de bugün Kürt sorununu değil de başka şeyleri konuşuyor olacaktık. Çünkü Özal, Kürt’üm demenin bile suç sayıldığı bir dönemde bu konuda en cesur adımı atmıştır. Bu amaçla –Türkiye’de bazı kesimlerce Kürt olduğu için ‘peşmerge’ denilerek küçümsenmesine rağmen- Irak Kürdistan Yurtsever Birliği Başkanı Celal Talabani ile görüşmüş ve bu konu ile ilgili olarak PKK ile görüşmesini talep etmiştir. Özal-Talabani görüşmesinin bu şekliyle kamuoyuna yansıması sert tartışmalara neden olmuştur. Bu görüşmede, ‘federasyon’, ‘konfederasyon’[1] ‘özerklik’ ve ‘genel af’ gibi konuların gündeme gelmiş olması, özellikle de Kemalistleri çileden çıkarmıştır. Talabani’nin de bir Alman dergisine 26 Mart 1991’de yaptığı açıklamada, Özal’ın kendisiyle bu çerçevede görüştüğünü teyid etmesi ve hatta Özal’ın kendisine “Kürtlere özerklik vereceğini” söylemesi bu tartışmaları daha da alevlendirmiştir.
Bütün bu tartışmalara rağmen Özal, Kürt meselesinin etraflıca tartışılmasını, Güneydoğu meselesinin sopayla değil siyasi yolla çözümlenmesi gerektiğini düşünmekteydi. Bu nedenle ‘konfederasyon dâhil her şeyi tartışalım’ sözü Özal’a diş bileyenler açısından bardağı taşıran son damla olmuştur. Ancak, buna ve HEP milletvekillerinin 6 Kasım 1991’de meclisin açılışında Kürtçe yemin[2] etmek istemesiyle başlayan siyasi ve toplumsal gerilime rağmen sivil çözümden yana tavır koyan Özal geri adım atmamış, sorunun şiddetle çözülemeyeceği düşüncesiyle diyalog ortamının oluşması için çalışmalarına devam etmiştir. Bu konuyu etraflıca kamuoyunun gündemine getirmek için Cumhurbaşkanı Sözcüsü Kaya Toperi ve Başyaveri Kurmay Albay Arslan Güner’i ‘Kürt Sorunu’ konusunda bir rapor hazırlamak üzere görevlendirmiştir. Kısa bir süre içerisinde Kaya Toperi ve Arslan Güner’i tarafından hazırlanan ve Ocak 1992’de Özal’a sunulan 10 sahifelik raporda, “Karşılaştığımız sorunun, basit bir terör olgusunun çok ötesinde olduğu aşikârdır” tespitinde bulunulmuştur.
Bütün tepki ve olumsuzluklara rağmen ümidini yitirmeyen Özal, çözüm arayışını sürdürmüş ve bu amaçla 1992/Martının ilk haftasında Çankaya Köşkü’nde Demokrasi Partisi (DEP) milletvekilleri Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve Orhan Doğan’la görüşmüştür. Sakık, Özal’ın bu görüşmede “Genel af çıkarıp sorunu kökünden çözeceğim” dediğini aktarmıştır.[3]
ÇÖZÜM İÇİN ÖZAL’A SUNULAN ÜÇ KÜRT RAPORU!.
Özal, Toperi ve Güner’in hazırladığı rapordaki tespitleri 13 Mart 1992 tarihli MGK’da gündeme getirmiş ve genel af da dâhil siyasi-sosyal çözümlere değinmiştir. Ancak Özal bu raporu yetersiz ve eksik görmüştür. Bu nedenle Anavatan Partisi (ANAP) milletvekili Adnan Kahveci’yi yeni bir rapor hazırlaması için görevlendirmiştir. Kahveci, Güneydoğu’da bir süre inceleme yaptıktan sonra “Kürt sorunu nasıl çözülemez?” başlıklı hazırladığı raporu Mayıs 1992’de Özal’a sunmuştur. Kahveci’nin hazırladığı bu raporda şu satırlar dikkat çekmekteydi:
“Askeri çözümle hiçbir ülke çözüme ulaşamamıştır. Bugün Kürt sorunu siyasal bir kriz halini almıştır. Çözüm için cesur siyasal adımlara ihtiyaç vardır. Bu nedenle Kürt realitesi, Kürt kimliği ve dili hızla kabul edilerek, Kürtler’in siyasal hakları verilmelidir. Bu durum Türkiye’de demokrasiye ufuklar açmakla kalmayıp PKK gibi terör örgütlerine olan halk desteğini de ortadan kaldıracaktır” diyen Kahveci, bir yıl sonra şüpheli bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir.[4]
Adnan Kahveci’nin raporu, 27 Ağustos 1992 tarihli MGK toplantısında tartışılmıştır. Toplantıda TRT GAP kanalından Kürtçe yayını savunan Özal, Kürtçe eğitimin serbest bırakılması gerektiğini söylemiştir. Cumhurbaşkanı her ne olursa olsun federasyon seçeneğinin bile tartışılmasından yana olduğunu açıkça belirtmiştir.[5]
Kürt sorunu ile ilgili olarak Kara Kuvvetleri eski Komutanı ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri emekli Orgeneral Kemal Yamak da bir rapor hazırlamıştır. Ocak 1993’te Özal’a sunulan bu raporda, “Bu mücadelenin sadece asker ve güvenlik güçleriyle yapılması hem yetersiz, hem noksan, hem de yanlış bir uygulamadır. Zira askeri tedbirler başarılı olabilir, fakat hem bölgevi (bölgesel), hem de geçicilik vasfı taşır. Kalıcı, devamlı ve bölgenin bütününü kapsayan sonuçlarla boğuşmak yerine, sebepleri de yok ederek sonuca ulaşacak devlet çapındaki tedbirlere ihtiyaç olduğu kabul edilmelidir.” Bu mücadelenin sadece asker ve güvenlik güçleri ile yapılması, hem yetersiz, hem yanlış, hem de noksan bir uygulamadır” deniyordu. Ancak bu raporun üzerinden çok uzun zaman geçmeden Özal 17 Nisan 1993’de şaibeli bir şekilde ölmüştür. Böylece Özal’ın ‘Kürt Sorunu’ ile ilgili olarak başlattığı bu çalışma yarıda kalmıştır.
Özal’dan sonra Başbakan Demirel ile Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’nün Diyarbakır’da yaptıkları konuşmada; “biz Kürt realitesini tanıyoruz” açıklamaları, Başbakan Tansu Çiller’in ‘Bask modelini’ tartışabiliriz demesi ve Başbakan Mesut Yılmaz’ın ise, AB’nin yolu Diyarbakır’da geçer sözü siyasilerdeki Kürt sorununa bakışının değiştiğini göstermesi açısından önemlidir. Ama sözden öteye, pratiğe geçmemiş hatta bu konuda tek bir adım bile atılmamış, tersine karşılıklı yüzlerce insanın ölümüne neden olan bir süreç başla(tıl)mıştır.
ERBAKAN DA KÜRT SORUNUNU ÇÖZMEK İSTEDİ!.
Türkiye Devleti’nin Abdullah Öcalan ile bir başka görüşme ise Başbakan Necmettin Erbakan döneminde 1996’da gerçekleşmiştir. Erbakan, resmi sıfat taşımayan aracılar ile Öcalan’a çatışmaların durdurulması ve çözüm aranması amacıyla sözlü ve yazılı (mektup) mesajlar iletmiştir. Erbakan, daha hükümetin kurulduğu ilk günlerde 27 Temmuz 1996 günü RP Genel Merkezi’nde Van Milletvekili Fethullah Erbaş ve Araştırmacı Yazar İsmail Nacar’la bir araya gelerek, Özal’la kesintiye uğrayan barış sürecini yeniden başlatmak istemiştir.
Bu amaçla yapılan bir telefon görüşmesinde Öcalan’a, “eğer siz ve arkadaşlarınız silahlarınızı bırakıp teslim olursanız, bu meselenin barışçıl yollardan çözümü kolaylaşabilir. Belki genel bir affın çıkarılması söz konusu olabilir” denildiğinde Öcalan ise, “kendisinin teslim olması halinde hemen idam edileceğini, eğer illa teslim olması isteniyorsa o zaman idam yerinin söylenmesi gerektiğini” söyleyerek bu teklife yanaşmamıştır. Aslında Erbakan da, Öcalan ve arkadaşlarının silah bırakmasıyla birlikte Kürt meselesinin çözüleceğine inanıyordu.
Erbakan’ın ‘Kürt Sorunu’ konusundaki bu girişimi, ilk MGK toplantısında krize dönüşmüştür. Kurulun asker üyeleri, Erbakan ve arkadaşlarına sert tavır almışlardır.[6] Zaten ABD, Erbakan ve Refahyol iktidarını bölgesel çıkarlarına aykırı görmekte ve bir an önce Erbakan’dan ve iktidarından kurtulmak istemekteydi. Ve çok geçmeden TSK içerisindeki derin yapılanma devreye girerek başlattığı psikolojik harbin neticesinde MGK’da oluşturulan 28 Şubat kararları Erbakan iktidarına dayatılmış, sonra da DYP içeriden çözülerek milletvekillerinin –çeşitli vaat ve şantajlarla- bir bir istifaları sağlanarak koalisyon çökertilmiştir. Böylece Erbakan’ın Kürt sorununun çözümüne dönük atmış olduğu adım, hem yarım kalmış, hem de postmodern bir darbeyle iktidarının sonunu getirmiştir.
ERDOĞAN, KÜRT SORUNU BENİM SORUNUMDUR!.
Kürt meselesinde Kemalist politikaların iflası anlamına gelecek bir başka girişim Recep Tayyip Erdoğan tarafından başlatılmıştır. Erdoğan bu konudaki ilk konuşmasını 12 Ağustos (2005) günü Diyarbakır’da yapmıştır. Kürtçe konuşmanın, şarkı türkü söylemenin cezaya tabi tutulduğu, Kürt yok, Kürt sorunu da yok anlayışından ‘Kürt sorunu benim de sorunumdur’ aşamasına gelinmiş olması, bu problemden dolayı sıkıntı çekmiş Kürtler ve Kürt sorunu açısından önemli idi. Ancak Erdoğan da bu tavrını devam ettirememiştir. Çünkü gerek askeri ve sivil bürokrasi ve gerekse mevcut yasa ve teamüller ile uluslar arası konjonktür Kürt sorununun çözümünü engellemekteydi.
OSLO GÖRÜŞMELERİ!.
Ancak Erdoğan da Kürt sorununun dolayısıyla PKK sorununun bir an önce çözülmesi gerektiğine inanmaktaydı. Çünkü Doğu ve Güneydoğu gittikçe daha da yaşanılmaz hale gelmekte ve iktidarının devamını da zorlaştırmaktaydı. 2004 yılına kadar devam eden ateşkesin sona er(diril)erek tekrar çatışmaların başlaması ve Batı tarafındaki illere her gün asker cenazelerinin gitmesi hiçbir partinin uzun süre iktidarda kalmasını sağlayamazdı. Dolayısıyla PKK ile görüşerek silahların bıraktırılması ve barış ortamının sağlanmasının yolları aranmaya başlamıştı. İşte kamuoyunda gizli yürütülen ve sonradan basına sızdırılan Oslo görüşmeleri böyle bir arayışın sonucunda başlamıştı. Norveç’in başkenti Oslo’da yürütülen bu görüşmeler, 2006 yılı itibarıyla dolaylı, Eylül 2008 itibarıyla ise heyetler halinde gerçekleşmiştir. PKK liderlerinden Mustafa Karasu’ya göre, bu görüşmelerin ilki Eylül 2008’de ikincisi ya da üçüncüsü Mart 2009’da yapılmıştır. Seçimlerden sonra Mayıs’ta, daha sonra da Temmuz’da görüşmeler devam etmiştir. Bu görüşmelere MİT Müsteşar Yardımcısı (Afet Güneş) ekibiyle geliyordu. Daha sonra 2009 Ağustos’unda, Yol Haritası’nın devlete verildiği süreçten sonra Hakan Fidan da görüşmelere katılmıştır. Hakan Fidan, Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı/Başbakan Temsilcisi olarak görüşmelere katılmaktaydı. PKK tarafından ise, değişik zamanlarda Mustafa Karasu, Sabri Ok, Remzi Kartal, Zübeyir Aydar, Adem Uzun vb isimler katılmışlardır. Toplam 12 adet değişik yer ve tarihlerde yapılan bu görüşmeler 2011 yazına kadar devam etmiştir.[7]
Ancak 14 Temmuz 2011 tarihinde PKK’lılar tarafından Silvan’da gerçekleştirilen saldırı sonucunda 13 askerin öldürülmüş olması sürecin devamını zorlaştırmıştır. Aynı gün, Ahmet Türk’ün eşbaşkanı olduğu Demokratik Toplum Kongresi (DTK)’nin de özerkliği ilan etmesi yaraya tuz biber olmuştur. Buna bir de Oslo görüşme tutanaklarının basına sızdırılması hükümeti daha da zor durumda bırakmıştır.
Silvan saldırısı Türkiye kamuoyunda ve dolayısıyla da hükümette infial meydana getirmiştir. Böylece Ekim 2011’in sonundan itibaren PKK’ya karşı kapsamlı bir mücadele başlatılmıştır. KCK operasyonlarıyla örgüt şehirlerde sokak gösterileri, sokak çatışmaları yaptıramaz, hatta miting bile düzenletemez hale gelmiştir. TSK’nın operasyonlarıyla ise örgüt tarihinin en ağır darbesini almıştır.
ÇÖZÜM SÜRECİ VE İMRALI GÖRÜŞMELERİ!.
Oslo görüşmelerinin başarısız olması, Erdoğan hükümetine geri adım attırmamış, barış için görüşmelerin devamı yönünde karar almıştır. Yeni başlayacak bu görüşmelerin daha sağlıklı yürümesi için, tarafları daha da titiz ve dikkatli davranmaya yöneltmiştir. AKP hükümeti Oslo’daki yanlışlığa tekrar düşmemek için İmralı ile doğrudan görüşmelerin, riski daha da azaltacağını düşünmüş ve görüşmelerin doğrudan Öcalan ile yapılmasını uygun görmüştür. Nitekim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 28 Aralık 2012 günü TRT’de katıldığı bir programda “İmralı ile görüşüyoruz” açıklamasında bulunması, görüşmelerin aracısız ve doğrudan yapılmakta olduğunu göstermiştir.
Erdoğan’ın kamuoyuna yaptığı bu açıklama çok tartışılmışsa da kamuoyunda menfi yönden çok fazla tepki almamıştır. Bu konuşmadan sonra İmralı’ya gidip gelmeler de sıklaşmaya başlamıştır. Çünkü artık talimatlar İmralı’dan, BDP’ye, Kandil’e ve Avrupa’ya gidecekti. Bu çerçevede BDP heyetlerinin 3 Ocak 2013 tarihinde ilki gerçekleşen İmralı ziyaretleriyle gelişen çözüm süreci ülke kamuoyunda genel olarak olumlu bir beklenti meydana getirmiş, terör örgütünün silah bırakabileceği yönündeki kanaat güçlenmeye başlamıştır. Ancak, BDP’nin İmralı ile yaptığı görüşme tutanakları 28 Şubat 2013’de Milliyet Gazetesi tarafından kamuoyuna duyurulunca kamuoyunda infial kopmuştur. Ancak buna rağmen hükümet tarafından başlatılan sürecin devam edeceği açıklanmıştır.
Özellikle 21 Mart’ta Öcalan’ın ‘silahlı güçlerimiz sınır dışına çekilsin. Artık silahlar sussun. Türk halkı ve Kürt halkının akan kanı duracak. Silah değil siyaset işleyecek’ şeklindeki mesajının Diyarbakır’da okunması, ülkede yeniden olumlu bir havanın oluşmasına neden olmuştur. Bu mesajın okunmasının akabinde 23 Mart’ta ise PKK/KCK ateşkes ilan etmiştir. Erdoğan 30 Mart’ta yaptığı açıklamada PKK’lıların silahlı olarak sınır dışına çıkmalarına izin verilmeyeceği açıklamasına PKK/KCK sert karşılık verilmesine rağmen süreci akamete uğratacak bir olumsuzluğa neden olmamıştır. Nitekim Murat Karayılan, Kandil’de düzenlediği basın toplantısında Türkiye sınırları içindeki 1.500 örgüt mensubunun geri çekilmesinin kademeli gruplar halinde 8 Mayıs’ta başlayacağını duyurmuştur. Bu sürecin devamı noktasında jest olacak tarzda da hükümet de yeni adımlar atmaya başlamıştır. Örneğin 30 Nisan’da Adalet Bakanlığı yaptığı açıklamada son iki ay içerisinde KCK davasında tutuklu 200 sanığın tahliye edildiğini söylemiştir. Başbakan Erdoğan’ın yurt sınırları içindeki teröristlerin silahlarını bırakarak çekilmesi talebine rağmen, örgüt mensuplarının silahlarıyla birlikte çekilmeye başlamasına müsaade edilmiştir. Kırsalda ve şehirde örgüte yönelik bütün operasyonlar durdurulmuş, KCK tutukluları büyük ölçüde tahliye edilmiş veya tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmış ve geri çekilmeye başlayan örgüt mensuplarına müdahale edilmemiştir.
8 Mayıs 2013’te Kuzey Irak’taki Kandil Dağı’nda düzenlenen basın toplantısında, o sırada hâlâ KCK Yürütme Konseyi Başkanı olan Murat Karayılan; bir çerçeve metni okuyarak barış sürecinin fiilen başladığını dünyaya duyurmuştur.
Açıklanan bu metne göre, Çözüm Süreci üç aşamadan meydana gelecekti.
- “Uygulamakta olan ateşkes ve gerilla güçlerimizin başarılı bir biçimde geri çekilmesiyle birlikte birinci aşama son erecek ve ikinci aşama başlamış olacaktır.”
- “İkinci aşama, sorunun kalıcı çözümü için, daha çok devletin ve hükümetin yükümlülüklerini yerine getireceği aşama olarak belirledi.” (Koruculuk, özel tim vb. tüm özel savaş yapılarının devre dışı bırakılması, hak ve eşitlikleri garanti altına alacak yeni ve demokratik bir anayasanın yapılması gibi.)
- “Önder Apo dâhil herkesin özgürleşeceği bu sürecin pratikleşmesi paralelinde silahın tümden devre dışı kılınması ve gerillanın silahsızlanması gündeme girecektir.”[8]
Ancak Karayılan tarafından açıklanan bu süreç, beklenen veya tasarlananın aksine, fazla uzun sürmemiş ve Haziran 2013’teki Gezi Parkı eylemleri sonrasında tamamen durmuştur. PKK’lıların yüzde 20’sinin Türkiye topraklarını terk etmesiyle başlayan tartışma, birinci aşamanın bitmesine rağmen, Karayılan tarafından hükümetin henüz bir şey yapmadığı gerekçe gösterilerek başka boyuta taşınmaya çalışılmıştır.
Ancak bir taraftan da Doğu ve Güneydoğu’da PKK/KCK’nın bilgi ve desteğiyle terör olayları –ölümlü olmasa da- artarak devam etmekteydi. Bu süreçte PKK adım atmak yerine Çözüm sürecini sabote edecek eylemlerini artırarak devam ettirmekteydi. Gelinen aşamada PKK verdiği sözleri tutmamış ve sınır dışına da çekilmemişti. Aksine dağa katılımların arttığına ilişkin iddialar bulunmaktaydı. PKK’nın kentlerde yaptığı dağa çıkmaya yönelik teşvik, propaganda ve tehdit faaliyetleri bu iddiaları güçlendirmekteydi.
PKK/KCK BÖLGEDE DEVLET GİBİ DAVRANIYOR!
PKK, çözüm sürecinin başladığı tarihten bu yana kendisini devletle eşit/denk görmeye başlamıştır. Bunun birinci nedeni, hükümetin, bu sürecin başından itibaren Kürtler adına sadece PKK’yı ve siyasi uzantısı BDP’yi (şimdilerde HDP) muhatap alması, ikinci nedeni ise eylem yapan, yol kesen, işçi kaçıran, zorla vergi toplayan PKK’lılara ses çıkarmamasıdır. Bu, PKK’yı daha da şımartmış ve çözüm sürecinin verdiği imkânları fırsata çevirerek halk nezdindeki gücünü ve otoritesini daha da arttırmıştır. Oysa bölgede, PKK’nın dışında faaliyet gösteren onlarca –hatta yüzlerce- örgüt ve STK bulunmaktadır. Bunların en güçlüsü ise Mustazaf-der (Hüdapar)’dir. Hükümet bütün bu grup ve STK’ları yok saymış, hatta PKK’nın olmayan insafına terk etmiştir. Suriye’de gelişen olaylar ve özellikle de Suriye’de stratejik öneme sahip bazı yerlerin Esad rejimi tarafından PYD’nin kontrolüne bırakılması da PKK’yı daha da pervasızlaştırmıştır.
Güç zehirlenmesi denilen bu hal, PKK’yı ve siyasi uzantısı BDP/HDP’yi, devletin bölgedeki egemenliğine karşı meydan okur hale getirmiştir. Bu nedenle bu kesimler, eskiye oranla, devlete karşı, devlet otoritesini zaafa uğratacak tarzda daha rahat ve daha kitsel eylemler yapar hale gelmişlerdir Özellikle de bölgede oluşturdukları asayiş birimleri, Öz Savunma Birlikleri (ÖSB) kanalıyla halka korku salarak sindirilmekte, bu durum, polise, askere iletildiğinde ise çözüm süreci bahanesiyle yapılan şikâyetlere kulak tıkanmaktadır. Bütün bu olup bitenler PKK teröristlerini cesaretlendirmiş ve devletin kurumlarına eş kurumlar ihdas etmeye yöneltmiştir. Jandarmanın, polisin yerine güvenlik birimleri (asayiş birimleri, Öz Savunma Birlikleri), mahkemelerin yerine KCK mahkemeleri, maliye yerine vergi/haraç toplayan birimler oluşturulmuştur. Son olarak Şanlıurfa’da -neredeyse tam teşekküllü- hastane bile oluşturulmuştur[9]. Bölgede yıllardır KCK mahkemeleri, vergi vermeyen, PKK’ya karşı çıkan, kısacası PKK’lıların işine gelmeyen birçok kimseyi yargılamış, yargılananların bir kısmı daha ağır cezalarla cezalandırılmış, bir kısmı ise dağa kaldırılmıştır. Kasım/2014 ayı içerisinde, bir ilin mülki amiri şu itirafta bulunmuştur; ‘PKK artık defacto bir durum yapıyor. Mahkemeler kurmuş. Çadır kurmuş. Ardahan’da bir çadır kurmuş. 50-60 tane silahlı gerilla var. Şehirden minibüsle işadamları esnafı taşıyıp şu kadar haraç veriyorsun diyorlarmış.” Daha da ilginci “bizim ildeki çok üst düzey bir mülki amire PKK’dan bir mahkeme kâğıdı geldi. Seni yargılamak üzere çağırıyoruz. ‘Peki, siz ne yapıyorsunuz’ diye sorulunca ‘Bize kesin talimat var hiçbir müdahalede bulunmayacağız. Hiçbir hareket yapmayacağız.’[10] PKK’nın üst düzey kadrosunda bulunan Duran Kalkan da “Hükümetin askeri, polisi, MİT’i, iti varken Kürt kendisini savunmayacak mı?” diye soruyor.[11] Asayiş birimleri, Öz Savunma Birlikleri gibi birimler, ancak bağımsız bir devlette söz konusu olabilir. Bu birimler PKK tarafından oluşturulduğuna göre, bunların hedefi çözüm süreci değil, bağımsız, müstakil bir devlet kurmaktır. Bunun görülmesi lazımdır.
Cizre’de sözde asayiş birimi ile gündeme gelen ve adına Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi (YDG-H) denilen yapılanmanın dağıttığı bildirilerde kullanılan ifadeler de dikkat çekici. “Çözüm süreci nedeniyle rehavete kapılmayın” Köy ve mahalle muhtarları ile sivil toplum örgütlerini dolaşan örgüt üyelerinin, ‘bize katılmazsanız seçime giremezsiniz’ şeklinde tehditler savurduğu dile getiriliyor. PKK’nın, köy korucuları ile örgüte destek veremeyen vatandaşları ise “ajan, kelleci, kontra” gibi tanımlamalarla baskı altına almaya çalıştığı vurgulanıyor. Bu konuda örgüte yakın internet sitelerinde yapılan haberler, yürütülen propagandayı deşifre ediyor.[12]
Bölgede, istediğini yargılamak için mahkeme kuran, ceza kesen, dağa kaldıran, halkı vergi ve değişik adlar altında haraca bağlayan, asayiş, öz savunma birlikleri ile gündüzleri şehir merkezlerinde eylem yapan; kimlik kontrol eden, yol kesen, hatta özerklik ilan eden[13] bir güç, ancak ya bir devlette ya da bölgeye egemen olan bir güçte bulunabilir. Bölge halkı, PKK zulmünden ve bölgenin –isteyerek ya da istemeyerek- PKK’nın ve eli kanlı teröristlerin insafına terk edilmesinden dolayı rahat değildir. Bölgede yaşayanlar, ya PKK’ya ve zulmüne baskısına boyun eğip teslim olacaklar, ya da ölümü göze alıp karşı çıkacaklar veyahut da bölgeyi terk edecekler. Ne yazık ki, bölgede yaşayanların bir kısmı, PKK zulmünden dolayı bölgeyi terk etmeye başlamıştır. Bugün uygulanan yanlış politikalardan dolayı bölge PKK’lılaştırılmıştır. Ne yazık ki, dün bölgede, Kemalizm’in zulmü, bugün ise PKK’nın zulmü, bölge halkını ezmektedir. Elbette PKK/KCK, bir günde, bir ayda bu kadar güçlenmiş değildir. Bütün bu olup bitenler, yavaş yavaş, herkesin özellikle de hükümetin, bölge yetkililerin gözleri önünde gerçekleşmiştir. Peki, bunlar olup biterken ve sayısız derecede şikâyet, gerek bölge mülki amirlerine ve gerekse siyasilere iletilmiş olmasına rağmen, neden hükümet ve diğer yetkililer, bu şikâyetlere kulaklarını tıkamışlar, gözlerini kapatmışlardır? Çözüm süreci barış getirecekse, akacak kanı durduracaksa iyidir, güzeldir. Ancak gelinen durum hiç de öyle olmadığını göstermektedir. 6-8 Ekim olaylarında 4 gencin vahşice, kafaları taşla ezilerek, yakılarak ve üzerinden araba geçirilerek öldürülmesi nasıl izah edilebilir? Bir hayvanın kendi avına bile yapmadığını bu vahşiler, henüz gençliğinin baharında olan bu masum gençlere acımasızca yapmışlardır. Eli kanlı bu katiller, hangi mağarada, nasıl bir eğitim sisteminde geçirilmişlerdir ki, hayvanın hayvana bile reva görmeyeceği bu vahşiliği işlemişlerdir. IŞİD’i kafa kesiyor diye kınayan insanlıktan nasibi olmayan bu vahşiler, IŞİD’in yaptıkları ile mukayese edilmeyecek derecede Nemrudvari/Firavunvari bir vahşeti gerçekleştirmişlerdir. Bizler inanıyor ve ümid ediyoruz ki Yasinler cennete uçmuşlardır, onları katledenler ise cehennem çukuruna yuvarlanacaklardır.
PKK çözüm sürecinde yapılanmasını yeniden reorganize ederek, bir devlette bulunması gereken bütün kurumları oluşturmuş ve kamuoyuna da ilan etmiştir. 30 Haziran-5 Temmuz tarihleri arasında Kandil’de yapılan 9. Kongre-Gel Genel Kongresinde PKK ya da PKK’yı da kapsayan KCK’nın (Kürdistan Topluluklar Birliği-Koma Civakên Kurdistan) üst yönetimi değişmiştir. Bu kongrede KCK Genel Başkanlığı, Genel Başkanlık Konseyi ile Eşbaşkanlık’tan oluşan yeni organların oluşumuna gidilmiştir. KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığına Cemil Bayık ve Besê Hozat (Tunceli’li olup asıl ismi Hülya Oran), seçilirken, iki kadın ve iki erkekten oluşan toplam dört yardımcı da seçimlerle belirlenmiştir. Ayrıca Kongre Gel Eşbaşkanlığına ise Hacer Zagros ile Remzi Kartal seçilmiştir. KCK Yürütme Konseyi Bakanlar Kurulu, Başkanı yani Cemil Bayık ise Başbakan; Kongre Gel ise parlamento konumundadır.
Yeniden yapılanan KCK’nın asıl amacı, 4 ülkeyi (İran, Irak, Suriye ve Türkiye) kapsayacak şekilde Birleşik Kürdistan Devleti’ni kurmaktır. Bu da göstermektedir ki, PKK’nın asıl amacı çözüm süreci değil, bu süreci kullanarak asıl hedefine gitmektir. Kısacası çözüm süreci, asıl hedefine gitmek için bir araçtır. PKK/KCK’nın asıl hedefi ise Birleşik Kürdistan Devletini kurmaktır. Suriye’de, Esad rejiminin PYD’ye bıraktığı kentlerde PYD’nin alan hâkimiyeti kurması PKK/KCK’yı umutlandırmıştır. Bu nedenledir ki, Çözüm sürecini sona erdirmek için her oyuna başvurmuşlardır.
KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı’na getirilen Cemil Bayık, 22 Ekim 2013’te Kandil’de haber ajansı Reuters’ın muhabirine yaptığı açıklamada, “…Sürecin sonuna gelindi. Ya Kürt hareketiyle derin ve anlamlı müzakereleri kabul ederler ya da Türkiye’de iç savaş çıkar. Eğer hükümet koşullarımı kabul etmezse, şimdi çıkan grupların yeniden Kuzey Kürdistan’a dönüşü için hazırlık yaparız” diyerek bir anlamda örgütün sürece bakışını ortaya koymuştur.[14] PKK, taleplerinin gerçekleştirilmesini barış, taleplerinin reddedilmesini de savaş durumu olarak ilan etmiş. Bu tür tehdit içerikli açıklamalar defalarca çeşitli konumdaki PKK’lılar tarafından yapılmıştır.
ÇÖZÜM SÜRECİ PKK/KCK’YI GÜÇLENDİRMİŞTİR!.
PKK/KCK, 8 Mayıs’ta başlayan geri çekilmenin üç ayda tamamlanabileceğini söylemesine rağmen, bilinçli olarak çok yavaş davranmış, sınır dışına çıkarılan PKK mensupları ise genelde hasta ve yaşlı olanlar olmuştur. Ancak buna rağmen hem PKK/KCK, hem de BDP milletvekilleri, geri çekilme işlemi tamamlanmadığı halde, sınır dışına çekilme sürecinin 1 Haziran 2013’de tamamlandığını öne sürerek iç ve dış kamuoyunu da aldatmaya çalışmışlardır.
Örgütün süreç kapsamında bölge kırsalında çözüm çadırı, barış nöbeti çadırı, protesto yürüyüşleri, cenaze törenleri, dağ şenlikleri ve çeşitli kültürel etkinlikler adı altında propaganda amaçlı faaliyetler düzenlendiği, teröristlerin silahlarıyla birlikte bu faaliyetlere iştirak ettiği ve halkı yönlendirdiği görülmüştür. Terör örgütünün halkı bu faaliyetlere katılmaya zorladığı, esnaflara kepenk kapattırdığı ve faaliyetlere katılmak istemeyen vatandaşları ise tehdit ettiği bilinmektedir. PKK/KCK terör örgütünün çözüm süreciyle birlikte Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da elde ettiği serbestliği sınır dışına çekilmek için değil bu bölgelerdeki devlet otoritesini ortadan kaldırmaya yönelik kullandığı, dağdaki silahlı güce dayalı “devrimci halk savaşı” stratejisi doğrultusunda teşkilatlandığı ve hazırlık yaptığı gözlenmektedir. Bölgede yol keserek kimlik kontrolü yapan, sözde savunma ve asayiş birlikleri tesis eden, bölgedeki esnaf ve işadamlarından haraç toplamaya devam eden, vergi adı altında ihalelerden pay almaya çalışan ve bölgedeki vatandaşlar arasındaki ihtilafları KCK mahkemelerinde yargıya taşıyan terör örgütü, çözüm süreciyle birlikte Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki varlığını giderek kamu otoritesine dönüştürmeye çalışmaktadır.
Bütün bu emareler, terör örgütünün dağ kadrosunu güçlendirmeye çalıştığına, dağdaki silahlı güce dayalı “devrimci halk savaşı” hazırlığı yaptığına ve bu süreci sivil itaatsizlik temalı kitlesel halk hareketleriyle başlatabileceğine işaret etmektedir.[15]
Örgüt, çözüm sürecinde, süreçten önceki durumuna göre çok daha güçlenmiş, devlete meydan okuyacak güce ulaşmıştır. Ancak buna rağmen son aylarda hükümet yetkilileri ve hükümet yanlısı medya günlerdir bayram havasında sözler sarf edip, yayınlar yaparak çözüm sürecinin rayına oturduğu mesajını vermektedirler. Oysa PKK kanadından, bilhassa da Kandil merkezli gelen açıklamalar bunun hiç de böyle olmadığını açıkça göstermektedir. PKK’nın sitesi ANF kaynaklı aşağıdaki haberde Murat Karayılan’ın verdiği mesajlar, bunu teyid etmektedir. Karayılan, ‘süreci doğru okumayanlar kaybeder’ diyor ve çatışmasızlık sürecinin devamı için devlete/hükümete çağrıda bulunuyor; “karakolların yapımını durdur, askeri amaçlı yol ve barajların yapımını durdur, polisin sokaklarda halka karşı uyguladığı şiddeti ve vahşeti durdur, ondan sonra da genel bir ateşkes yaşamsallaşsın. Eğer bugün çatışmasızlık yaşamsallaşmıyorsa, bunun nedeni AKP’nin siyasetidir. Karakol ve askeri amaçlı yol ve baraj yapımı zaten ateşkesin ortadan kaldırılması demektir.
PKK 2011’deki PKK değildir; PKK şimdi daha da güçlüdür. Aynı zamanda 6-8 Ekim olaylarında da görüldüğü gibi Kürt halkı da büyük bir serhildan kabiliyetine sahiptir. Dolayısıyla kimse yanlış hesaplara dayanarak hareket etmemeli ve olası bir savaşın eskisi gibi olacağını düşünmemelidir.’’
Konuşmasında gençleri mücadele saflarına çağıran Karayılan, “Buradan tüm Kürt kızlarına ve oğullarına sesleniyorum: Dönem zafer dönemidir; gelin siz de zaferin birer militanı olun ve bu tarihsel akışta yerinizi alın. Gelin gerillaya katılın. Gelin, savunma güçlerini kuvvetlendirin ve zaferi kesinleştirelim. Eğer bu tarihi dönemde Kürt gençleri gerilla saflarına katılımını sürdürürse, bu, zaferi garanti altına alacaktır. İçinde bulunduğumuz dönem Kürt halkının zaferi kazanacağı dönemdir. Bu nedenle yüreği özgürlükle çarpan tüm Kürdistanlı gençler gerilla saflarına katılmalı ve bu ülkenin şerefli bir evladı olarak tarihi zafer döneminin inşasında yer almalıdır” dedi.[16]
KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu da, Hükümet’in son dönemde kamu düzenini yeniden tesis için yaptığı operasyonları ‘siyasi soykırım’ olarak değerlendirerek, ‘kendilerinin de bu operasyonlara karşılık vereceğini, hatta askerleri, polisleri, kaymakamları, diğer devlet memurlarını ve onlarla işbirliği yapacakları ‘tutuklayacakları’nı söylemiştir.[17] Karasu’nun açıklamasından da anlaşılacağı üzere PKK/KCK, meydan okuyor, “sen beni tutuklarsan ben de seni tutuklarım” diyor, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yerlerdeki egemenlik haklarını tanımıyor. Seninle eşit güç ve yetkilere sahibim diyor.
KCK Yürütme Konseyi Üyesi Sabri Ok, “hiç kimsenin, silah iradesi elinde olan bizler adına konuşması doğru değildir. Bizim böyle bir şeyden haberimiz yok. Gündemimizde de böyle bir şey yok. Önderlik silahların bırakılması için çağrı yapacak, PKK bunu yapacak şunu yapacak gibi bir durum bilgimiz dahilinde değildir. Gündemimizde de böyle bir şey yok zaten. Bunlar hareketimizin yönetiminin bilgisi dahilinde ancak olabilecek şeylerdir. Kaldı ki biz daha önce de söyledik: Kürt sorununun çözümü konusunda ciddi adım atılmadan, Önder Apo özgürleşip bizzat gerillayla görüşmeden bu tür şeyler tartışılamaz. Gerilla da hiçbir biçimde silah bırakmaz.”[18]
“Eğer Kürdistan’da çekilmesi gereken bir güç varsa o da işgalci güç konumunda olan ordu ve polistir. “Siyasetçileri, gençleri, kadın aktivistleri, hatta üniversitelerde öğretim görevlilerini gözaltına alıyorlar, tutukluyorlar. AKP’nin tutuklamalar yaptığı bir yerde hareketimizin de tutuklama yapması ve bu tutuklamalara karşı misilleme hakkını kullanması meşrudur ve hiç kimse tarafından da tartışılamaz. Herkes şunu bilmelidir ki, hareketimiz de halkımıza karşı suç işleyen kişi ve kesimleri gözaltına alma ve tutuklama hakkına sahiptir. Bunlar kimler olur? Nasıl ki Kürt legal siyasetçileri AKP nezdinde suç işliyor ve tutuklama gerekçesi var deniliyorsa; AKP’lilerden de suç işleyenler vardır. Resmi görevlileri vardır. Suçlu başka insanlar ve çevreler vardır. Biz de bu noktada kendi hukukumuzu uygulamak durumunda kalırız.’’[19]
Bu konuşmalar ile 6-8 Ekim olayları, PKK/KCK’nın bir taraftan ulaştığı gücü ve kendilerine olan güveni göstermektedir. PKK/KCK ulaştığı bu güç nedeniyle ya isteklerini kabul ettirecek ya da devrimci halk savaşını 6-8 Ekim olaylarını geride bıraktıracak tarzda daha şiddetli olarak başlatacaktır. Dolayısıyla Çözüm Süreci, örgütün silahlanmasına ve ordulaşmasına hizmet ettiği sürece devam edebilir, aksi halde devam etmesi söz konusu bile değildir. PKK/KCK, kendilerinin de itiraf ettiği gibi eskiye göre daha da güçlüdür, zaten 6-8 Ekim olayları da bunu açıkça göstermiştir. PKK/KCK’nın bu kadar güçlenmesini en önemli üç nedeni vardır; biri, AKP’nin çözüm süreci dolayısıyla suç işleyen teröristlere yönelik operasyonları durdurması, ikincisi şehir merkezlerinde terör estiren, araba kundaklayan, silahlı eylem yapan ve eylemleri organize eden KCK zanlılarını henüz mahkemeleri bile bitmeden serbest bırakması, üçüncüsü ise Kobani ve diğer Suriye şehirleri üzerinden alan hâkimiyetine ve ağır silahlara kavuşmuş olmasıdır. PKK/KCK, bu nedenlerden dolayı ordulaşmış ve bölgede güvenlik güçlerinden görevi teslim alma aşamasına gelmiştir. 6-8 Ekim olayları, devleti acze düşüren bir iç isyandı ve aynı zamanda örgüte gücünü test etme imkânı vermiştir. Doğuda ve Güneydoğu’da birçok kentte, hatta Adana’da evleri PKK’lı teröristler tarafında ateşe verilmek üzere sarılan vatandaşlar, emniyeti arayıp yardım istedikleri zaman, emniyet başınızın çaresine bakın, biz de buradan çıkamıyoruz demeleri devletin içine düştüğü acziyeti göstermektedir. Devlet, çözüm süreci devam ederken suç işleyen, yol kesen, zorla haraç toplayan, haraç vermeyenleri dağa kaldıranları cezalandırmadığı için hem çözüm süreci kadük kalmıştır, hem de PKK/KCK daha da azgınlaşmıştır.
PKK/KCK, fırsatçı, pragmatist ve İslam düşmanı bir örgüttür. Bu nedenle;
- PKK’nın, bölge halkından vergi, haraç ya da başka ad altında para toplanması mutlaka ve hemen engel olunmalıdır.
- Bölgede eylem yapan, yol kesen, asayiş ya da özel savunma birlikleri adı altında oluşan terör gruplarının mutlaka ve bir daha eylem yapamayacak şekilde dağıtılmalıdır.
- Bölgede sadece PKK/KCK’yı değil, en az onlar kadar diğer irili ufaklı bütün gruplar, kanaat önderleri devreye sokularak muhatap alınması, görüşlerine başvurulması mutlaka sağlanmalıdır.
- Muhataplarla yapılan bütün görüşmelerin bir takvime bağlı olarak kamuoyu tarafından da bilinecek ve izlenecek tarzda açık ve şeffaf olması mutlaka sağlanmalıdır. Bugün, yarın ya da daha sonraki günlerde hangi adımların atılacağı önceden belirlenerek takvime bağlanmalı ve bu da kamuoyuna açıklanmalıdır.
- İmralı’dan gelen mesajlar birer kutsal metin olmaktan çıkarılmalı ve çözüm süreci Öcalan’ın iki dudağı arasına asla mahkûm edilmemelidir. Aslında Öcalan, dün neyi düşünüyorsa bugün de aynı şeyi düşünüyor ve düşüncelerinden hiçbir değişiklik olmamıştır. Pragmatist davrandığı için bugün uyumlu ve barış yanlısı gibi görünmektedir. Aslında hiç de öyle değildir. Asla güvenilmemelidir.
- Kürtlere verilmesi gereken haklar PKK/KCK kanalıyla veriliyor intibaı mutlaka ortadan kaldırılmalıdır. Ana dilde eğitim dahil Türklerin sahip olduğu her hak, Kürtler de dahil bütün kavimlere verilmelidir. Bu hakların PKK/KCK ile pazarlık konusu asla yapılmamalıdır.
- Çözüm süreci, başta Doğu ve Güneydoğu halkı olmak üzere bütünüyle Türkiye halkına mal edilmelidir. Bu nedenle çözüm süreci, PKK/KCK’nın tekelinden kurtarılmalı ve özellikle bölgedeki bütün kesimler bu sürece dahil edilmelidir.
- Bölge halkının can güvenliği mutlaka sağlanmalı, halkın üzerine sinmiş PKK/KCK korkusu mutlaka giderilmelidir.
- PKK/KCK elindeki belediyeler, PKK/KCK militanlarının yuvalandığı yerler olmaktan çıkarılmalı ve aynı zamanda belediyeler teröristlerin finans kaynağı olmaktan kurtarılmalıdır.
- PKK/KCK içerideki finans kaynakları –uyuşturucu, fidye, haraç, vergi, iş adamlarının yardımları ve şirketlerden gelen gelirler- mutlaka kurutulmalıdır.
[1] Aydoğan Vatandaş, Armegedon Türkiye-İsrail Gizli Savaşı, Timaş Yayınları, 1997, İstanbul, sh. 70 Ayrıca, bkz; Mahir Sayın, age. sh.109,110,111
[2] Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana, 6 Kasım 1991 günü, yeminini, Kürtçe, “Ez vê sondê li ser navê gelê kurd û tirk dixwîm” (Bu yemini Türk ve Kürt halkı adına ediyorum) sözleriyle bitirdi. 3 Mart 1994 tarihinde Meclis’te oylandı ve Orhan Doğan, Hatip Dicle ve Selim Sadak’la birlikte Zana’nın dokunulmazlığı da kaldırıldı. Bir gün sonrasında, 4 Mart 1994’te, Zana, bu üç arkadaşıyla birlikte Meclis bahçesinde gözaltına alındı. 8 Aralık 1994’teki karar duruşmasında Zana, örgüt üyeliği suçlamasından 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Leyla Zana 1994 yılında girdiği Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde 10 yıl kaldı.
[3] http://www.turkishnews.com/tr/content/2009/10/22/ozalin-guneydogu-ile-ilgili-10-sayfalik-raporu/
[4] Adnan Kahveci, 5 Şubat 1993 tarihinde eşi ve iki çocuğu ile birlikte Bolu-Gerede yakınlarında trafik kazası geçirdi. Adnan Kahveci ve eşi olay anında hayatlarını kaybederken, 17 yaşındaki çocukları Aslıhan Kahveci yaralı olarak kurtuldu ancak, bitkisel hayata girdi ve 10 gün sonra vefat etti.
[5] http://www.aljazeera.com.tr/dosya/devletin-pkk-ile-ilk-temasi
[6] Daha geniş bilgi için bkz; Şamil Tayyar, “Kürt Ergenekon’u Derin PKK’nın Gizli Kodları, Timaş Yayınları, 1.bsk. İstanbul, Ekim 2011 s.113 vd.
[7] Ali Kaçar, Çözüm Süreci Ve Gelinen Aşama başlıklı makalesi, bkz; Genç Birikim dergisi Ekim-2013, Sayı, 173
[8] http://www.aljazeera.com.tr/gorus/kurtler-kobani-ve-cozum-surecinin-gelecegi
[9] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27696421.asp
[10] http://www.internethaber.com/mulki-amir-itirafi-pkk-mahkeme-kurdu-ve…-740963h.htm
[11] http://www.ankarastrateji.org/yazar/prof-dr-halil-ibrahim-bahar/cozum-sureci-mi-aldim-verdim-oyunu-mu/
[12] http://www.sabah.com.tr/gundem/2013/07/09/pkkdan-10-gunde-47-eylem
[13] http://www.haberler.com/pkk-cizre-de-ozerliklik-ilan-etti-6629386-haberi/
[14] http://www.aljazeera.com.tr/gorus/kurtler-kobani-ve-cozum-surecinin-gelecegi
[15] Daha geniş bilgi için bkz; https://www.gencbirikim.net/dergimiz-yayin-yonetmeni-ali-kacar-cozum-sureci-ve-gelinen-asamayi-yazdi/
[16] http://t24.com.tr/haber/karayilan-surece-muhtac-degiliz-pkk-2011dekinden-daha-guclu,277618; www.firatnews.com/…/karayilan-sureci-dogru-okumayanlar-kaybeder.ht.
[17] http://www.ozgur-gundem.com/?haberID=122664&haberBaslik=Soyk%C4%B1r%C4%B1m%20operasyonlar%C4%B1na%20kar%C5%9F%C4%B1l%C4%B1k%20verece%C4%9Fiz&action=haber_detay&module=nuce
[18] http://www.aljazeera.com.tr/gorus/cozum-surecinde-yaklasim-farkliliklari
[19] http://www.milliyet.com.tr/sabri-ok-silahsizlanma-gundem-1973869/; http://www.21yyte.org/tr/fikir-tanki/6747/pkk-silahsizlanma-ve-cekilme-gundemimizde-yok-cekilmesi-gereken-ordu-ve-polistir