Daha lisede talebe iken lise kantininde bir arkadaşım bana şu soruyu sordu: “Vahdettin Paşa, neden Mustafa Kemal’i 19 Mayıs’ta Samsun’a gönderdi?” Aslında olayın yarısını kavramıştı. Mustafa Kemal’i, Sultan Vahdettin’in gönderdiğini bilmeyen üniversite öğrencileri gördüm. Üstelik bunlar, tarih bölümü öğrencisi. Neyse… Benim kastetmek istediğim şey şu, paşa ile padişahı karıştıran, padişaha paşa diyen bir çocuğun aklında bile şu soru vardı “Ne oldu?” İşin özü ve özeti şudur: İngiltere, İslam ülkelerinin çoğunu birer müstemleke haline getirmişti. Yalnız bu sömürge sisteminin en büyük engeli, halife idi. Çünkü İslam dünyası, halifeye olan bağlılıklarını sürdürüyor ve halifeye sadık kalıyorlardı. İngiltere’nin mutlak hâkimiyet kurabilmesi ve Filistin’de bir İsrail devletinin kurulması için halifenin bertaraf edilmesi gerekiyordu. Bunun için de öncelikle saltanatın ilga edilmesi gerekiyordu. Ardından sıra hilafetin kaldırılmasına gelecekti. Çünkü hilafet, saltanatla kaimdi. Sultan Abdülhamid, bu amaç için tahttan indirilmişti. Sevr sulh mukadderatının şartlarının ağır olacağını düşünen Sultan Vahdettin, kafasında bir plan dönüşür. Halk mukavemeti düşünür. Üstat Necip Fazıl da “Sultan Vahidüttin” isimli kitabında “Mustafa Kemal’i Yunan’a karşı Anadolu’ya Sultan Vahdettin göndermiştir” dedi. Evet, Mustafa Kemal’i Anadolu’ya Sultan Vahdettin gönderdi ama Yunan’a karşı değil. Sadece protesto hareketleri için. Çünkü Mustafa Kemal’in gittiği sıra Yunanların ortada bir hareketi yok henüz. Halkı kullanarak batılı devletlere diyecek ki: “Halk, sizin bu teklif ettiğiniz sulh şartlarını kabul etmiyor. Şartları ehvenleştirin. Çünkü ordu dağıtılmış elinde bir güç kalmamıştı padişahın.” Zaten kendisi de tahta geçince şunu söylemiştir: “Ben yangın yerlerinin külleri üzerine geldim.” Bu maksatla batılı devletlerin baskısını kırmak için Mustafa Kemal’i Anadolu’ya göndermek istemiştir.
Neden Mustafa Kemal?
Sultan Vahdettin, ittihatçı düşmanı bir adamdı. Aynı zamanda kendisi bir hukuk âlimidir. Aynı zamanda Hacı Mehmet Zihni Efendi’ye mal edilen “Nimet-i İslam, Büyük İslam İlmihali”nin de müellifi, Sultan Vahdettin’dir. Kendisi, Cağaloğlunda Gümüşhaneli dergâhının müdavimidir. Ve orada fıkıh âlimi olacak derecede ilme nail olmuştur. Bunun bir kaynağı şudur:
Boğazlıyan (Yozgat) kaymakamı Kemal Bey’in Ermeni tehcirinden dolayı Nemrut Mustafa Paşa divanı tarafından idam kararı çıktığında o karara padişahın mühür basması lazımdı. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, bu kararı götürüyor ve bu idam kararının haksız olduğunu söyler Sultan Vahdettin. Şer’an bunun doğru olmadığını söylüyor. Mustafa Sabri Efendi diyor ki: “4 saat benimle öyle bir fıkıh münakaşası yaptı ki, ben hayatımda böyle bir fıkıh imtihanı görmedim, aciz kaldım.” Münakaşanın sonunda dedim ki: “Sultanım, bunu işgal güçleri emrediyor. O yüzden bunu yapmalıyız. Ve bu bahis kapanmış.”
Peki, Vahdettin Mustafa Kemal Paşa’yı neden seçti? Bunun 3 sebebi vardır. Enver Paşa, şehzade Süleyman Efendi’nin kızı olan Naciye Sultan ile evlenmişti. Eğer paşalar hanedan kızlarıyla evlenirse “damadı hazreti şehriyar” olurlar. Padişahın kızı olmasa da padişahın damadı olarak kabul edilirler. Bu damatların cemiyeti de vardır. Aynı zamanda ordu içindeki itibarları da artar. İşte o sırada Mustafa Kemal Paşa da hanedan mensupları ile evlenmek istiyordu. Hem de Sultan Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan’a talip idi. O zamanda adettir; hanedan mensupları ile evlenen kişilerin soyu araştırılırdı. Ve bir rapor hazırlandı. Sultan Vahdettin, bu rapora inanmadı, “Bir Türk subayı böyle olamaz” dedi. Bunun üzerine bir tahkikat daha yapıldı ama yine Sultan Vahdettin kabul etmedi. Kızını vermedi. İkinci sebep işe şuydu:
Alman imparatoru II. Wilhelm, o zamana kadar Osmanlıya üç defa gelmişti. İlk gelişi II. Abdülhamid zamanındaydı. İkinci gelişi, harbi umuminin başlarında Osmanlı’nın savaşa itilmesi ile geldi. Üçüncü gelişi ise Sultan Reşat, Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru Sultan Reşat’ın daveti üzerine 15 Ekim 1917 yılında üçüncü kez Kayzer Wilhelm, İstanbul’a gelmişti. Mütekabiliyet esaslarına göre Almanlar istiyordu ki Osmanlı padişahı da mukabeleden Alman imparatorunu ziyarete gelsin. Wilhelm, ikinci dönüşünde alman cephelerini ziyaret etmesi için Sultan Reşat’ı Berlin’e davet etti. Sultan Abdülhamid’in bazı nedenlerle bu davetlere katılamayışı, davetin geri çevrilemeyeceğini zorunlu kılmıştı. Davet edildiği tarihte ise Sultan Reşat, 73 yaşındaydı. Sık sık rahatsızlanıyor, yürümekte zorlanıyordu. Ancak Osmanlının Almanlarla içli dışlı olduğu dönemde daveti kabul etmekten başka bir çaresi yoktu. Hükümet, bir karar aldı. Padişah yerine onu vekâleten onun yerine veliaht Mehmet Vahdettin ve beraberinde bir heyet gidecekti. Heyet, alman batı cephelerini ileri hatlara kadar ziyaret edeceği için cephelerde savaşan paşaların da bu heyette olması uygun görülmüştü. Heyetin İstanbul’dan çıkış tarihi, 15 Aralık 1917 olarak saptanmıştı. Mustafa Kemal Paşa, veliaht Vahdettin’in ile gidecekti. Askeri müşavir olarak da Albay Naci (Eldeniz) bu heyetin içinde yer alıyordu.[1] Bunların dışında ise Mustafa Kemal’in isteyip de alamadığı Sultan Vahdettin’in kızı ile evlenen son halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu padişahın damadı Ömer Faruk Efendi de bu heyetin içindeydi. Ömer Faruk Efendi, Almanya’da tahsil etmiş bir erkan-ı harp (kurmay) subayıydı. Sultan Vahdettin’in kafasında hâlâ Mustafa Kemal’e karşı bir şüphe vardı. Damadına (Ömer Faruk Efendi) dedi ki: “Bu adam, benim yanımda ittihatçılara doludizgin saldırıyor. Hilafete ve saltanata bağlı görünüyor. Öğrendim ki bu adam (Mustafa Kemal), içki içiyormuş.” (Duymuş): “Sen bu adamı bir meyhanede içirsen de konuştursan, ağzından laf alsan,” diyor. Ömer Faruk, aynen denileni yapıyor. Ve bunun sonrasında seyahat sonrası Mustafa Kemal’in saltanata ve hilafete bağlı olduğunu, ittihatçı düşmanı olduğunu Sultan Vahdettin’e söylüyor ve Sultan Vahdettin bu olay sonrası yanılıyor.[2] İşte Mustafa Kemal’in Samsun’a gönderilmesi için seçilmesindeki önemli unsurlardan biri budur. Mustafa Kemal’in ittihatçı düşmanı olmadığını da 1911 senesinde Trablusgarp seferinden dönerken Kudüs’te bir meyhanede İbraniceyi konuşma dili haline getirmeye çalışan Elizer Ben-Yehuda adında bir Yahudi ile konuşmasından anlayabiliriz. Bu bahis, hem Kadir Mısıroğlu’nun bazı eserlerinde hem de Uluğ İğdemir’in “Atatürk’ün Yaşamı” kitabının birinci cildinin 23. sayfasında geçmiştir. Sultan Vahdettin’in yanılmasındaki bir diğer sebep: İzzet Paşa kabinesi yıkıldıktan sonra İngiliz büyük elçisi gelmiştir. Ve “Mustafa Kemal’ i Harbiye nazırı yap” diye Sultan Vahdettin’e söylemişlerdir. Şuraya dikkat ediniz ki bu olay, Filistin cephesinin çöküşünden sonradır. İstanbul’dan Anadolu’ya geçişte İngilizlerin izni doğrultusunda bir hareket olacağı için İngilizlerin istediği kişi de Mustafa Kemal olduğu için Samsun’a gidiş için o seçilmiştir. Yine Murat Bardakçı, “19 Mayıs Devlet Operasyonu” isimli eserinde, İngilizlerin Mustafa Kemal’in Anadolu’ya hareketi için verdikleri izin belgelerini yayınlamıştır. Sultan Vahdettin, sonrasında tercih noktasında Harbiye nazırı olan Şakir Paşa’ya, “Anadolu’da bir mukavemet hareketi düşünüyorum. Bunun için muktedir subaylardan birini tespit edelim, bana bir liste oluştur,” dedi. Şakir Paşa, bir liste hazırladı ve Sultan Vahdettin’e sundu. Şakir Paşa’nın hazırladığı listede Mustafa Kemal’in ismi yoktu (Bu sözler, Sultan Vahdettin’in ve Şakir Paşa’nın hatıralarından nakildir). Sultan Vahdettin, Şakir Paşa’ya: “Sen, buraya Mustafa Kemal’in adını niye yazmadın,” dedi. Şakir Paşa: “Efendim, o, bu işe layık değildir,” deyince Sultan Vahdettin, “Niye layık değildir,” dedi. “Efendim, söyleyemem,” dedi Şakir Paşa. Konuşmanın sonunda neden olduğunu söylüyor, buraya girmiyorum (Burası mayınlı tarla!). Sultan Vahdettin, bu sözü duyunca ani bir refleks ile “Böyle şey olur mu Türk ordusunda? Asla!” diyerek silkinir ve kendi ifadesi ile cebindeki tabancası yere düşer. Bir süre düşündükten sonra bu haberin yalan olduğuna, birisinin kıskanarak böyle bir yalan uydurduğuna hükmeder. Ve Mustafa Kemal’i yanına çağırır. Ve görüşürler. Bu olay, Falih Rıfkı Atay’ın “Atatürk’ün Bana Anlattıkları” ve çeşitli birkaç eserinde Atatürk’ün ağzından şöyle geçmektedir:
Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahdettin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında, dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu:
Birbirine paralel hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı’na doğrulmuş! Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kâfi idi. Vahdettin, hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı: “Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti), tarihe geçmiştir. (O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sessizce dinliyordum.) Bunları unutun, dedi; asıl şimdi yapacağın hizmet, hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin!”
Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki yabancı hükümetlerin yüzüncü derece aletleri ile temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu. Bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahmin ile başka bahislere girişmeyi tehlikeli saydım. Kendisine basit cevaplar verdim:
– Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz. Söylerken, kafamdaki muammayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında bütün his ve fikirlerini, eğilimlerini, sahtekârlıklarını tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim?
Memleketi kurtarmak lazımdır; istersem bunu yapabilirmişim.
Nasıl? Hemen hüküm verdim. Vahdettin demek istiyor ki, hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanağımız İstanbul’a hâkim olanların siyasetine uymaktır.
Benim memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri yola getirirsem, Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacaktım.
– Merak buyurmayınız efendimiz, dedim, nokta-i nazarı şahanenizi anladım. İrade-i saniyeniz olursa… hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım. ‘Muvaffak ol’ hitabı şahanesine mazhar olduktan sonra, huzurundan çıktım.[3]
Mustafa Kemal, bunca iltifat ve padişahın sözleri üzerine yine de Samsun’a gitmek istemedi, çeşitli bahaneler uydurdu. Bunların kaynağı ise 1952 senesinde yayınlanan Genelkurmayın yayınladığı harp tarihî vesikalı dergilerde nakledilmiştir. Yine isteklerinin bir kısmı ise Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları tarafından “80. Yıl Atatürk’ün Samsun’a Çıkışı ve Kurtuluş Savaşı’nın Başlatılmasına Dair Belgeler 1919-1999” adıyla basılan kitapta neşredilmiştir. Genelkurmay Başkanlığı tarafından neşredilen vesikalara göre M. Kemal’in muhtelif isteklerinden bir kısmı şöyledir:
10 Mayıs 1335/1919 tarihli vesikaya göre M. Kemal, Sivas’taki 3. Ordu Kumandanlığına “Birkaç güne hareketimiz mukarrerdir. Müfettişlik karargâhının muhtaç olduğu beş adet binek otomobiliyle iki kamyonun kolordular mıntıkasındaki mevcutlarından te’min olunabileceği Harbiye Nezaret-i Celile’sinde beyan buyrulmuştur. Kâfi derecede benzin ile lastikleri beraber olduğu hâlde kolorduca sağlam ve mütehammil kaç binek otomobili ne zamana kadar ve nerede hazır bulundurulabilir? Otomobil markalarıyla lâstik çaplarının ve benzin mahallerinin sarahaten iş’ar buyrulmasını intizar eylerim” diye yazmıştır. Yine 12 Mayıs 1335/1919 tarihli vesikaya göre ise Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya gitmeye hazır olduğunu ancak 15 bin kuruşluk maaşını hatırlatarak, vazifesinin ehemmiyeti ile maaşının nispetini hatırlatmaya ihtiyaç duymadığını ancak en azından eski maaşının aynen devam etmesini ve karargâhının da bir fevkalade harp karargâhı kabul edilmesini istemiştir. 13 Mayıs 1335/1919 tarihli vesikaya göre ise birkaç maddede eski tarihlere de atıflar yaparak isteklerde bulunmuştur. Buna göre;
- 7 Mayıs tarihli tezkeresi ile karargâh mensuplarının 3 aylık maaşlarının şimdiden ve buradan verilmesini istediği halde cevap alamadığını ifade etmiştir,
- Fevkalade masraflar için ayrıca bir meblağın lazım olduğunu,
- En az iki binek otomobilinin lazım olduğu halde bunun te’min edilmediğini,
- Bütün bunlar te’min edilirse üç gün içinde hareket etmeye hazır olduklarını da ayrıca ifade etmiştir.
Bu vesikalardan anlaşılacağı üzere “gizli bir gidiş” veya “kaçış” yoktur; bilakis gidiş alenidir ve devlet desteklidir. Zaten Mustafa Kemal, ‘Nutuk’ta bile “Beni Anadolu’ya teb-id maksadıyla gönderiyorlar,” demiştir. Oradaki teb-id kelimesiyle söylemek istediği; merkezi hilafet olan İstanbul’dan uzaklaştırmak için gönderdiklerini düşünmüştür. Tüm bunların sonunda 15 Mayıs 1919 günü Yunan askerî İzmir’e çıkıyor. Bir gün öncesinden 14 Mayıs günü (Cuma), Cuma selamlığından Sultan Vahdettin, Mustafa Kemal’i camiye çağırır ve bir eline Kur’an bir eline de bir kâğıt alarak yemin ediyor. Yemini şöyledir: “Sadrazam Paşa, Yaver Paşa, padişahın iki tarafında birer adım gerisinde idiler. Mustafa Kemal Paşa, askeri duruşuna dini bir eda dahi vererek ilerledi ve sağ elini Kur’an-ı Kerim’in üzerine koyarak şu yemini eyledi: ‘Heyet-i Vükelaca tanzim olunup Padişah Hazretlerinin iradesine sunulan yirmi bir maddelik özel talimatta bana verilen yetkiler doğrultusunda padişah hazretlerimizin Anadolu vilayetlerindeki bütün mülki ve askeri memurlar üzerindeki teftiş ve tetkikat görevimi, padişah hazretlerinin müsaadeleri doğrultusunda iftiharla ve sahip olduğum yetkiler doğrultusunda tüm sadakatimle yapmaya gayret edeceğime vallahi billâhi.”[4]
Bu yeminden sonraki gün İngilizler, “Mustafa Kemal, yine gitmeyecek bizi kandırıyor” düşüncesi ile Rauf Orbay ile haber gönderiyor. Mustafa Kemal ise Nutuk’ta “Rauf Orbay, bana geldi. İngilizler, seni tevkif edecekler,” diye zikretmiştir. Hâlbuki İngilizler, Mustafa Kemal’i tevkif edecek olsa Mustafa Kemal, Samsun’a gidemezdi. Çünkü o zaman Samsun da İngilizlerin işgali altındaydı. Bütün bu gelişmeler neticesinde Mustafa Kemal, en sonunda “Bandırma Vapuru” ile yola çıkmış ve 19 Mayıs günü, Samsun’a çıkmıştır.
Enes BUDULĞAN
[1] 16 Aralık 1917 Tanin (İstanbul) gazetesinden
[2] 7 kişilik bir kurulca hazırlanan Atatürk, İst. 1970, sayfa 32
[3] Atatürk’ün Kaleminden 4: Hatırat Sayfaları, Kaynak Yayınları, 2016, s. 89 (Falih Rıfkı Atay).
[4] Ahmet Anapalı, Kurtuluş Faturasını Ödeyen Adam, s. 197