Ortadoğu’da Manzara
Genel Gündem Son Sayımız Yazarlar

Ortadoğu’da Manzara

(Kasım 2013) Soğuk savaş dönemi (1945-1990) tarafların birbirlerine önemli ölçüde güven duydukları bir dönemdi. Keza üçüncü dünya ve halkı Müslüman olan ülkeleri, birbirlerine duydukları karşılıklı güvenle kontrol ediyor ya da kullanıyorlardı. Zaman zaman güvensizlik esintileri söz konusu olduğunda da; ABD ve Rusya başkanları bir araya gelerek işi tatlıya bağlıyorlardı. Hatırlanacağı üzere “Domuzlar Körfezi” krizinde (1961) Kenedy ve Kuruşçef bir araya geldiler, ‘Barış içerisinde birlikte yaşamak’ ilkesi doğrultusunda krizi çözdüler. 1982’de Arafat’ın başında bulunduğu El-Fetih Örgütü olmak ya da olmamak seçenekleri ile baş başa iken; ABD ve Rusya başkanları: ‘Arafat’sız bir Ortadoğu, Arafat’lı bir Ortadoğu’dan daha tehlikelidir.’ Formülü doğrultusunda Arafat’ın ve El-Fetih’in salimen Tunus’a yerleşmesini temin ettiler. Filistin’deki ilk intifadanın ardından (8 Aralık 1987) iki ülke ABD ve Rusya Devlet Başkanları Malta’da buluşarak (1988) İntifada ile ortaya çıkan yeni duruma bir çekidüzen vermeyi, tabiî ki Yalta’yı da (5-11 Şubat 1945) revize etmeyi kararlaştırdılar. Soğuk Savaş’ın bitmesine rağmen 1993 Eylül’ünde Newyork’ta iki ülke başkanları ‘arka bahçe’ sorununu yeniden ele aldılar ve arka bahçelerinde olan-biten olaylara nasıl müdahale edeceklerini kararlaştırdılar.
Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında da savaşlar sürekli halkı Müslüman olan ülkeler ve üçüncü dünya ülkelerinde cereyan ediyor. Zira süper güçler ki bunların başında, silah üretimini esas alırsak ABD ve Rusya gelmektedir, bu ülkeler hiçbir şekilde birbirleriyle savaşmıyor, başkalarının savaşmasının altyapısını oluşturuyorlar. Başkaları da maalesef hipnotizma olmuş gibi bu formüle uyum sağlayarak, ya iç savaş ya da komşular arası savaş olarak görevlerini yerine getiriyorlar..
1980 yılının Haziran ayı idi. Merhum Ali Şeriati’ye hamilik de yapan Tebriz kökenli Tahran Pazarının önemli isimlerinden Ali Haşim Şebusterizade’nin evinde misafiriz. İran ve Irak sınırında yer yer sınır ihlâlleri, yer yer de karşılıklı saldırılar oluyor. Merhum Ercümend Özkan, Şebusterizade’ye sordu: ‘Aga! Bu ihlâller bir savaş işareti midir?’ diye. Şebusterizade geniş geniş devrim öncesi, devrim sonrası İran’ın dış politikasına ilişkin açıklamalarda bulundu ve kendi kanaatini de kısaca şöyle özetledi: ‘İran bu devrimi kendi iç dinamikleri ile gerçekleştirdi. Başkalarından yardım almadı. Medreseler, camiiler, Pazar, Şah muhalifi batılı, doğulu İran gençliği, aydınlar bunlar elele vererek İmam’ın (Humeyni) önderliğinde gerçekleşti bu devrim. İran halkının bu devrimden dolayı kimseye diyet borcu yok. Ancak Allah’a şükran borcumuz var. Müstekbir güçler bu devrimi bize lâyık görmüyorlar. Bu yüzden de devrimi boğmak istiyorlar. İmam bunu biliyor. Nitekim ABD’nin Tahran Elçiliğinin işgali de (4 Kasım 1979) bu fitne ateşine engel olmak için yapıldı ve de İmam’ın izniyle oldu. Şu an da istikbarın istediği İran ile Irak’ı savaştırmaktır. Keşke İran bu tuzağa düşmese, eğer düşerse devrim yerinde sayar ve hedefine ulaşamaz.’ Yine Özkan ara bir soru ile: ‘Devrimin hedefi ne?’ diye sorduğunda merhum Şebusterizade özetle: ‘Bütün bir İslam camiasının tevhidde vahdetini sağlamaktır.’ demişti…
Şebusterizade devrimin hedefinin ‘Tevhidde Vahdet’ olduğunu ifade etse de, bugün, İran başta olmak üzere Ortadoğu İslam coğrafyası ‘mezhepte vahdet’, ‘etnik aidiyette vahdet’, meşrebte vahdet’, ‘menfaatte vahdet’ gibi çeşitli vahdet arayışları ve uygulamaları ile meşgul..
İran ve Irak arasında çeşitli sınır ihlâlleri ile başlayan gerginlik, 23 Eylül 1980’de sekiz yıl sürecek savaşın fitilini ateşledi. Her iki taraf da birbirlerinin mümkününü, çaresini tüketti ve BM 598 sayılı Kararını, yani ateşkesi kabul ederek savaşı sonlandırdılar. Burada şunu ifade etmek istiyorum, biz Müslümanlar İran-Irak Savaşı başta olmak üzere, coğrafyamızda cereyan eden tüm savaşların anına bakıyoruz. Bakmayalım demiyorum ama bir de bu savaşların geleceğe miras bıraktığı sorunlar var. Bunları niçin tartışmıyoruz. Hemen söyleyeyim, İran-Irak savaşında her iki ülkenin insan kaybı 1 miyon 450 bin’dir. Heder olan yer altı ve yer üstü kaynakları bir tarafa.. Ancak bu, adı geçen savaş, coğrafyamıza öyle bir acı miras bıraktı ki neredeyse ‘Kerbelâ Faciası’nı aratacak nitelikte bir miras. Kerbelâ Faciası’nın üzerinden 14 asır geçti. Kim ne derse desin, kim hangi yanlış anlayış ve yorumla Kerbelâ Faciası’nı yorumlarsa yorumlasın, bu facia karşısında ümmetin ortak paydası: ‘Yezid’e lânet Hüseyin’e rahmet’tir. Ümmeti şer’an bağlayıcı olmayan mezhebî ayrımlarla kategorize etmek istemem ama, bugün fiilen Şia-Sünni ayrımı bütün çıplaklığı ile ortada. Çok basit bir örnek vermek istiyorum, üstelik de Türkiye’den. Geçtiğimiz günlerde Iğdır Müftüsü bir rapor hazırlıyor. Malûm, Iğdır’daki Müslümanların önemli bir kısmı Şia’dır. Adı geçen Müslümanlar camilerde kendilerinin tayin ve tercih etikleri imamların arkasında namaz kılmaktadırlar. Iğdır müftüsü çeşitli nedenlerle bu camilerin Diyanet’in denetim ve yönetimine ilişkin bir rapor hazırlıyor. Günlerce müftü protesto ediliyor ve raporu hazırlayan müftü ve raporu imzalayan vali adeta istenmeyen adam ilân ediliyor. Beni rahatsız eden şey Iğdır’lı Müslümanların camilerinin kendi kontrolleri altında olup olmaması değil, burada bariz bir şekilde Şii-Sünni ayrımının altının çizilmesi. Bu miras biraz da sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı’nın mirası.
Irak’ta 20 Mart 2003’den bu yana bir milyona yakın insan öldü. Amerikan işgal kuvvetlerinin çekilme tarihi olan 30 Haziran 2009’a kadar katlettikleri insan sayısı ne kadardır bilmem, ama, fiilen işgalden günümüze kadar öldürülenlerin failleri Şiiler ve Sünniler. Birbirlerini öldürüyorlar. Sözüm ona kendilerine Selefi diyen bazı gruplar da adeta bu katliamda başrolü oynuyorlar. İran’daki velayet-i fakih yapılanması içerisinde sadece bir memur düzeyinde olan Irak Başbakanı Maliki’nin karşılıklı olarak gerçekleştirilen bu katliamlardan bir rahatsızlığı yok. Keza İran’ın tercihi, ABD’nin onayı ile Başbakanlık koltuğunda oturan Maliki’ye dolaylı olarak en önemli desteği ve meşruiyet hakkını verenler de maalesef el-Kaide ve benzeri örgütlerdir. El-Kaide ve benzeri örgütlere sesleniyorum: ‘Allah aşkına sizin öldürmekten başka ıslah için bir metodunuz yok mu? Aidiyetinizin esas olduğunu söylediniz Kur’an size öldürmeyi mi emrediyor? Farz edelim ki Irak’taki Şiiler ve benzerleri yanlış yoldalar ve Irak’ta İslam’a karşı olan insanlar da var. Bunlara karşı nasıl davranacağımıza ilişkin Allah’ın bir hükmü yok mu? Olmaz olur mu, var ve bakınız Hazreti Allah ne buyuruyor: ‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel sözle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.’ (16/125) Peki! Bu ayetin bizim hayatımızda bir yeri olması gerekmez mi?
Irak’ta onbinlerce kan akmaya devam ediyor. Irak’taki ve İslam coğrafyasının Pakistan da dahil birçok yerlerinde akan kanın altyapısı maalesef İran-Irak Savaşı’nda oluşturuldu. Suriye’de bugün 100 binin üzerinde öldürülen insanların vebali büyük bir ölçüde İran-Irak  Savaşı’nı başlatan ve devam ettirenlerin omuzlarındadır. Elbette Amerika da Rusya da Avrupa da bunların yerli işbirlikçileri de akan, akıtılan Müslüman kanlarından ırzı kirletilen, yeraltı ve yerüstü kaynakları yağmalanan İslam coğrafyasından rahatsızlık duymazlar ve duymuyorlar da. Özellikle Amerika niçin rahatsızlık duysun ki? Eğer Müslümanlar bu tür iç savaşlarla kendilerini, imkânlarını ve enerjilerini tüketmeseler belki de Filistin işgaline yoğunlaşacaklar. Zira Siyonist İsrail her gün ama her gün işgale bir yenisini ekliyor. Oysa Amerika’nın Ortadoğu politikasında neredeyse tek açığı İsrail’in güvenliğini sağlayamaması. Mısır’da niçin darbe oldu, Beşar Esed rejimi bunca katliama rağmen niçin ayakta. Irak’ta her gün, her saat onlarca kan akarken velayet-i fakih kurumunun Bağdat temsilcisi/memuru Maliki niçin ABD’de üst düzey bir ağırlamaya muhatap oluyor. Dikkat ettiniz mi, Maliki’nin ABD ziyaretinde tek bir argümanı var. Amerikalı yetkililere diyor ki: ‘Benim ülkemde sizin de, bizim de müşterek düşmanımız el-Kaide var. El-Kaide tüm Ortadoğu için, sizin için, İsrail için en büyük tehlike. Bu yüzden bizi daha fazla silahlandırmanız lâzım. Bize bol miktarda F- 16’lar, insansız hava araçları vermeniz lâzım. Aksi halde ne İsrail’in güvenliği kalır ne de sizin menfaatlerinizi koruyabiliriz.’ Maliki, 30 Ekim 2013’de Newyork Times’ta yayımlanan makalesinde: ‘Sizin uçaklarınız, bizim de paramız var. El-Kaide’yi bitirmek için bizi modern uçaklarla desteklemelisiniz.’ diyor. Elbette Maliki ülkesinin imkanlarını ülkesinin mağdurlarına harcayacak değil ya!
Halkına hiçbir güven vermeyen, yolsuzlukları ayyuka çıkan, sosyal açıdan halkının ihtiyaçlarını karşılayamayan, petrol gelirleri ile halkının normal, zaruri ihtiyaçlarını bile karşılayamayan ve en önemlisi de ülkenin geleceğinin hiçbir etnik ayrım yapmaksızın ve yine mezheb ve din üzerinden siyaset ve kamplaşmalara izin vermeden Irak halkının vahdetini sağlaması gereken Maliki, bunları yapmadığı gibi, bilakis, etnik ve mezhebi ayrımcılığı körüklemekte. Ne var ki bu olumsuz tabloya rağmen de hem Amerika’nın hem de İran’ın desteğini alabilmekte.
Necip Fazıl’ın kendi dönemindeki bazı gazetecilere karşı kullandığı bir ifade var: ‘Senden lağım fareleri bile iğrenir.’ diye. Gerçekten bugün Ortadoğu siyaset ve yönetim sahnesinde o kadar iğrenç tipler var ki aynen Üstad’ın dediği gibi bunlardan lağım fareleri bile tiksinir. Ama bunlar kendilerini adam saymaya ve sanmaya devam ediyorlar. Sisi, Beşşar, Kral Abdullah, Suudi Kralı, Maliki vd. Allah aşkına bunlar toplumlarına hangi özgürlüğü getirdiler? Ülke imkânlarını ne kadar halkları ile paylaştılar? Sözüm ona hür dünyanın kutsadığı ‘insan hakları’ ilkesinin yüzde kaçını ülkelerine, insanlarına taşıdılar?
Nihayet İran ve Türkiye Dışişleri Bakanları bir araya geldiler ve neredeyse tek gündem maddesiyle. Gündem Suriye! Günaydın beyler!!
İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, Türkiye-İran ilişkilerinde yeni bir dönemi başlatmak ve Suriye konusuna çözüm bulmak için Türkiye’ye geldi. Ziyaretinde üst düzey kabul gördü. Özellikle Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile yaptığı görüşmenin ardından yapılan basın toplantısında iki bakanın da açıklamaları Suriye’nin geleceği açısından olumlu idi. Bunlardan bir kaçı şöyle idi:
– Suriye halkının geleceğini Suriye halkının belirlemesi.
– Barışçıl yöntemlerle geçişin sağlanması. Özellikle Cenevre görüşmelerinde bu yöntemin hâkim olması temennisi. (23 Kasım 2013)-
Etnik ve mezhebi ayırıma karşı olunması ve bilhassa Türkiye ve İran’ın etnik ve mezhepsel çatışmalara karşı birlikte hareket etmesi gibi..
Oysa, daha çok kısa bir süre önce gerek İran’ın Lübnan uzantısı Hizbullah ve gerekse İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney aktif bir şekilde Esed Rejiminin yanında yer alıyor ve Esed askerleri ile birlikte muhaliflere karşı çarpışıyorlardı. Aynı şekilde Türkiye de bütün varlığı ile Esed’e karşı muhaliflerin yanında yer alıyordu. Halbuki tarih bu iki ülkeye de bir misyon yüklemiştir. O misyon her iki ülkenin de bölgesinde adil olması ve hâkim devlet olması misyonu. Esed’in devrilmesine izin vermeyen Obama ile Esed Rejiminin ve Suriye’nin geleceği için aktif bir şekilde savaşa katılmak istemeyen Putin’in niyetleri belirdikten sonra Zarif ve Davutoğlu bir araya geldiler. Nola bunu daha önce gerçekleştirse idiler de on binlerce Suriyeli ölmeseydi. Yüz binlerce Suriyeli yurdunu-yuvasını terk etmeseydi, zavallı Suriyeli kardeşim; ‘kedi ve köpek eti yemek caizdir.’ fetvasına muhatap olmasaydı. Özellikle Suriye ve Irak’ta olup-bitenlerin vebali büyük ölçüde İran ve Türkiye’nin omuzlarındadır. Ha şunu bilseler!… 4 Kasım 2013

GRUBA KATIL