Kanaralaşmak – 3
Arşiv Yazarlar

Kanaralaşmak – 3

(Zihin ve Yaşayış Dünyamızda Evrilme)

İnsanın dünyevi hayatı, İslam’ın tanzimine sunulduğunda olabilecekleri kısaca şöyle sıralayabiliriz: “Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi sizin gibi topluluklardır. Biz, kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirileceklerdir” (En’âm, 38).

  1. Önceliklerin tasnifi: İnsan, yapı itibariyle nicel ya da nitel, farklı kategorilerde görev ve sorumluluklar icra edebilir. Ebeveyn, eş, bir meslek mensubu, öğrenci, yönetici, … gibi birbirinden bağımsız alanlarda, münferit isimlerle, yalnızca bir kişilik şemsiyesi altında, asla birbiriyle örtüşmeyen aktiflikler gösterebilir. İşte tamda burada, insanın komplike hayatına bir trafik düzenlemesi gerekir. Bu düzenleme, insan hayatının görev ve sorumluluklarına müdahale etmeden yapılması gereken önceliklerin listelenmesi disiplinidir. Bu disiplin, görev alanlarında karışıklığı önlediği gibi sağlıklı ve teennili (sakin) bir yaşam sunar.
  2. Eylem ve planlamada vaktin önemi: Eskiler, çok manidar ve konunun röntgenini tüm açıklığı ile ortaya çıkaracak şu ifadeyi sergilemişlerdir: “Erken yatan erken döl alır, erken kalkan erken yol alır.” Ömür çok hızlı geçiyor, her ne kadar ihmal etsek de (ötelesek de) insan olarak bir ahdimiz var Rabbimize! Dolayısıyla her şeyi vaktinde ve yöntemine göre yapmak gerekir. İnsan hayatına dokunan ve dokunacak olan müspet ne varsa ertelemeden hele hele geç kalmadan mevcut imkânlarla yapmak elzemdir. Ertelenmiş ya da geç kalınmış herhangi bir şeyin, insana geri dönüşü muhakkak nedamet ve hüsrandır (Asr Suresi).
  3. Tercihlerimiz: İnsana verilen iradenin en önemli tecellisi (görüntüsü), tercih edebilme yeteneğidir. İnsan, tahayyüllerini buna göre dizayn eder, dünya o yüzden bezenmiş ve caziptir, mavera ise ona bu dünyasıyla tahayyüller kurdurur, hedefler belirler ve kendisine davet eder! İrademiz dışındaki seçimlerimizden sorumlu değiliz. Doğduğumuz yer, tenimizin rengi ya da anne ve babamızın varlığı gibi. Lakin meslek, eş, eğitim seçimi ya da bir inanç sistemi içerisinde olmak, bizim irademizle belirlediğimiz, bilinçli-bilinçsiz sorumluluğunu yüklendiğimiz eylemler, bizim seçimlerimizdir. İnsanın en önemli vasfı da sorumluluk almaktır. Asıl olan, sağlam kriterler etrafında seçim yaparak sorumluluk almaktır. Zahiren neticesi ne olursa olsun (Âl-i İmrân, 139).
  4. Diri tutan dinamikler: Hareket, fizikte bir nesnenin herhangi bir nedenle bir noktadan, diğer noktaya taşınması veya yer değiştirmesi olarak tanımlanmıştır. Ancak insanın bir nesne gibi davranması, kendisine olduğu kadar Rabbine de saygısızlıktır. Onun için ihtiyaç olan dinamik (hareketli) ve bilinçli bir tasarruflarla, hayatına anlam katmak ve canlılık kazandırmaktır. Ölüler de yer değiştirebilir: “Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda O’na döneceksiniz; öyleyken Allah’ı nasıl inkâr edersiniz?” (Bakara, 28).

Ölümü, insan için biyolojik fonksiyonlarının nihayeti ya da yitimi olarak görmek, eksik olacaktır. Yukarıdaki ayetle insanın bizzat biyolojik fonksiyonlarının diri ve aktif olduğunu, bazı hallerinde de ölü olabileceğini anlayabiliyoruz. Bu düşünceyle insan gibi bir varlığın gerçekten hayat bulması ve hayatına anlam katması, ancak Allah (c.c.) ve Rasulünün (a.s.v.) davetine icabet etmekle, icabetin gereklerini yerine getirmekle gerçekleşecektir (Enfâl, 24). Bu canlılık; insana, sınırları belirlenmiş aciz bir varlık olduğunu hatırlatır, bu gerçekle nasıl yaşayacağını da öğretir. Bazı ibadetlerinde zamanı, bazı ibadetlerinde rakamları, bazılarında eforunu (güç ve kabiliyetlerini) kullanmayı öğretir. Ve gelişen şartlara göre aktivitesini sekteye uğratmayacak, onu rutinde bırakmayacak yöntemler (içtihat) geliştirmesini sağlar. En önemlisi, onun yaşam tarzına dönüşen davranışlarındaki adap ve ahlak kurallarının, yaşadığı toplum için dikkat çekici ve eğitici oluşudur. Her ne kadar o fark etmese de tarzı ile bulunduğu toplumun algılarının dikkatini çekerek nasihat formunda, davet eder inandığı değer yargılarına.

Bu canlılık, iç dünyasında huzur, itminan, rıza, … şeklinde vücut bulur. İnsandaki bu diriliş, onun zahir ve batın dünyasını birler. Artık onun iki dünyası nifaktan uzak ve ittifak halindedir (Beyyine, 8).

  1. Sabrın Tecridi:

“Sabır” kelimesinin dar anlamı, engel koymak ya da zorluklara mukavemet göstermektir. Rasulullah (a.s.v.), sabrı, “Musibetin ilk anında gösterilen tahammül(-dür)” olarak tariflendirmiştir. Bahsi geçen tarifteki sabrın gerçekleşmesi, birçok parametrenin bir araya gelmesi demektir. İman sahibi bir kişi, onu test edecek güç (Bakara, 214) ve zorluk bunlardan bazılarıdır. Elbette ki başta müminler olmak üzere, her akıl sahibi insanın musibet istemeyeceği gibi hassaten müminler, Hz. İbrahim’in (a.s.) düsturu gereği iki cihanda da iyilik, mutluluk, sükûnet isterler ve imanları gereği olarak bunu istemeleri de gereklidir (Bakara-286).

“İnsanlar, denenip sınavdan geçirilmeden, ‘İman ettik’ demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar? And olsun ki biz, onlardan öncekileri de sınamıştık. Allah, elbette doğru olanları ortaya çıkaracaktır; kezâ O, yalancıları da mutlaka ortaya çıkaracaktır” (Ankebût, 2-3).

İlâhi plan dairesinde takdir edilen ne varsa gerçekleşecektir. Verilen sözler ve emanetler doğrultusunda, güvenilirlik vasfını haiz olup olmadığımız, sabır ilistirinden (süzgecinden) geçirilerek tasnife tabi tutulacaktır. Kaçınılmaz hakikatte olan bu gerçeği, yukarıdaki ayetler bize iletiyor. Elbette ki yarattığı kulunun sınırlarını şüphe götürmeyecek kesinlikte bilen Allah (c.c.), ona takatinin üzerinde yük yüklemeyecektir (Bakara, 286). Birtakım kişilerin yük ve zorluk hakkında kuracakları bağlantı ve bu bağlantıya dair sübjektif tarifleri, ancak dillerinde ya da sair beden azalarındaki cehaletin yansımasından başka bir şey değildir.

Sabır mümin için; bir ruhbanın fıtratından feragat ettiği uzlet hayatı değildir. Hele zilletin esir aldığı parya hayatını içselleştiren ve bu hayatı inanç haline getiren bir köle değildir. Mümin; tez canlılık eseri güzel şeyleri çağıran ve asabileştiğinde de üzerine kötülükleri davet eden oto kontrolünü kaybetmiş biri hiç olmamalıdır: “İnsan ise, (bazen öfkelenerek, bazen bilmeyerek) hayra olan duası gibi (kendi aleyhine olarak) şerre de dua eder. Çünkü insan, (işin sonunu düşünmez ve) çok acelecidir” (İsrâ, 11).

Mümin İçin Sabrın Mahiyeti:

  1. Öncelikle sahibine karşı imanının gereğidir. Müminin karakterinin etkileyici gücü ve nezihliği verdiği söze karşılık, Rabbinin eğitimine kayıtsız şartsız kendi rızası ile metanet göstermesidir. Her terbiyenin talimi için kendi argümanı vardır. Ayrıca eğitim esnasında, eğitmeninin de olabilecek olumsuzluklara karşı da talim görenin başından ayrılmaması gerekir. Mümin için bu argüman, sabır ve namazdır (İslam’dır). Onu eğiten, başından bir an dahi ayrılmayan, emeği ve hakkı ödenmesi imkânsız güç ise onun Rabbidir: “Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah, muhakkak sabredenlerle beraberdir” (Bakara, 153).
  2. Hedefe götürecek yol ve yöntemdir yani stratejidir. Araştırıldığı zaman görülecektir ki kimi savaşlarda ricat edilir (geri çekilme) ve bir miktar ordu teçhizatında ve neferinde zayiat verilir. Bu yöntem, bazen karşı tarafa mağlup olunuyor izlenimi vermek içindir. Müminde beklenmedik, hesap dışı veya hesap hatası ile gelişen krizler (musibetler) karşısında duygularını devre dışı etmeden, kontrol altında tutarak hamlelerini birtakım savaş taktiklerinde olduğu gibi ortaya koymasıdır. Devreye koyacağı stratejik bu yöntemler, Hududullah’ın verilerine aykırı olmamalıdır.

Mümin, Bu Stratejiyle:

– Beklemesini bilir; hayat onun için bu dünyadan ibaret değildir. Dolayısıyla her bir şeyin sonucunu da anda (hemen) beklemek yanlış bir tutumdur. O ibnu’l-vakt (an’ın oğlu) gibi yapılması ve yapılmaması gerekenleri yapar. Sonucu büyük bir heyecan ve huzurla hayra tebdil eder (hayra dönüşmesini murad eder). Mümin, kimi zaman zahirde anda kalmış gibidir. Oysaki bu sabırlı hali ile o bir bütünün ayrılmaz parçaları olan tedbir ve tevekkülü birlikte yaşadığı andadır.

– Geçinmesini bilir; kendisiyle, çevresiyle ve Rabbiyle iyi geçinir. Kendisiyle iyi geçinir; çünkü zaaflarını, kabiliyetlerini ve sınırlarını sürekli keşf halindedir. Bu, ona kendisi olmayı, ilim peşinde koşmayı, … adaleti, edep ve ahlakı, … öğretir. Çevresiyle iyi geçinir; bu haliyle çevresinin sınırlarına riayet eder (bilinmelidir ki çevresi, sadece insanlardan ve zahirden ibaret değildir). Çevresinden saygı ve sevgi görür. Mazluma merhameti, gücü nispetinde zulme karşı kıyam etmeyi bilir. Rabbiyle iyi geçinir; O’nun emir ve yasaklarına gönülden uyarak bunu yerine getirmeye gayret eder. O, Rabbini sever, Rabbi de onu sever.

– Metanetlidir; ibadetlere müdavimliğini ve musibetlere karşı elinden gelen azami kavi duruşu sergiler. Yalnızlığın oluşturabileceği travmalara karşı da metindir. Hz. Eyyüb (a.s.) ve Hz. Yusuf (a.s.), bunun en dikkat çeken sadece iki örneğidir.

– Dikkatlidir; nimetlerin bolluğu, rahatlığın getireceği şımarıklık ve azgınlığa karşı tetiktedir. Çünkü amellerinin dışındaki her şeyin Rabbine ait olduğunu bilir. İhmalinin kurbanı olmamak için rahatlık halinde devreye zekât, infak ve sair ibadetlerini aktive eder. Bu cömertliği, onu arındırır ve Rabbine daha fazla yaklaştırır. Derler ki “rahatlığın imtihanı ağırdır”. Çünkü insan, konfora çok çabuk alışır. Bu alışkanlık; onu hasisliğe, savurganlığa, üzerinde hakkı olanlara karşı kayıtsızlığa ve Rabbine nankörlüğe götürebilir.

Netice:

İlk insandan günümüze kadar âdemoğlunun müstesna bir bölümü madalyonun bir yüzüne insan olabilmek (!), insan kalabilmek (!) ve kendilerinden sonra gelecek insanlığın (!); tarihsel zihinlerinde ibretlik öyküler ile dolu bir mekân elde edebilmek için müspet birikimlerinin bir organizma gibi neşv-ü nemâ (yetişip büyüme, gelişme) bulabilmesine yönelik azami gayretler sergilemişlerdir.

Ve bu özverinin beşer nefsinin hilafına yapıldığı düşünüldüğünde, kendilerine dair fedakârlıklarıyla âdemoğlunun bu bölümü, kaydettikleri aşamayla iktifa etmemişlerdir. Ayrıca madalyonun diğer kısmını hevâsının emriyle kazıyıp şekillendiren cenahın da insan olabilmesi için bir plan, program dâhilinde yürütüp, sergiledikleri tarihsel miras, sarsıcı niteliktedir.

Şöyle bir gerçeklik de var ki bu eşsiz ve nezih hasletler; müstesna bir kanaldan, seçkin bir topluluk vesilesiyle nesilden nesle tevarüs edegelmiştir. Bu mirası alan nesil, emanetine sahip çıkmakla kalmamış; Emanetin özünü tahrif etmeyecek şekilde, içerisinde bulundukları çağı, şartlarını ve çağın mefkûresini çözümlemiş, akabinde bir disiplin gerçekleştirmişlerdir. Ayrıca mevcut çağın jenerasyonunun anlayacağı söylem ve pratik sunumlarıyla, onlara takatlerinin erişebileceği eylem modelleri sunmuşlardır.

Önem arz eden bir diğer mevzu da bu hayırlı nesil, emaneti yüklenmekle kalmayarak uygulamalarında örneklik teşkil etmişlerdir. Ve kendilerinden sonraki gelecek hayırlı nesli inşa etmeye çaba sarf ederek, birikimleri ve tecrübelerini de bir sonraki zamana ve nesle bırakarak terk-i diyar etmişlerdir: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir” (Âl-i İmrân, 104).

Zorlu, nitelikli ve mücadele isteyen bu kutlu yol; kimi yolcularının o ya da bu sebepten savrulduklarına şahit olmuştur. Fıtratın boşluk kabul etmeyeceği düsturu gereği, savrulan kesim, maalesef bir şekilde kendilerini başka bir yolda bulmuşlardır. Muhakkak ki her yolun (düşünce veya davanın) bir buyuranı (otoritesi), şartları ve levhaları (işaretleri) vardır!

İnsanlık adına savrulmaların oluşturacağı risk, yalnızca fert bazlı değildir. Olumsuz her ifade, fiil ya da müspet herhangi bir olgunun kirli dil, kirli eylem içerisindeki failin elinde oyuncak haline getirilerek kötü bir çığır açılmasına neden olunacaktır. Elbette ki bu eylemle insanlığın, özellikle taze dimağların zihin coğrafyası, talana maruz bırakılarak iğdiş edilecektir.

“Kim İslâm’da iyi bir çığır açarsa bunun kendisine ecri vardır. Açtığı iyi çığır üzerinde yürüyenlerin ecri onlardan eksilmemek kaydıyla o kişiye de kaydedilir. Her kim İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye, onun günahı vardır. O kötü çığır üzerinde yürüyenlerin günahları da onlardan eksilmemek kaydıyla o kişiye de kaydedilir” (Hz. Muhammed a.s.v.).

Allah Rasulü’nün (a.s.v.) bu kelamına binaen yeryüzünde haksız yere akıtılan har damla kanın vebali, katil üzerinden sakıt (düşmüş, geçersiz) olmamak kaydıyla Kâbil’e de yazılır, denmiştir.

İnsanlığa dair birtakım güzel hasletler, tarihsel süreçte nesli tükenen ve tükenmek üzere olan canlılar gibi yitip gitmektedir. Asıl endişe verici olan ise bu eşsiz hasletlerin kendisini inşa eden kaynağın dışında bir dava, ahlak, düşünce veya ifade sisteminin içerisinde onu bezemesi (süslemesi) ve beslemesidir.

Bu hasletleri, gerek kaynağına dair yapı içerisinde orijinal bir biçimde ya da filtre edebilecek bilgi ve beceri sahibi isek monte edildiği sistemin içerisinde görebiliriz. İçerisinde bulunduğumuz zaman diliminde farklı coğrafyalara bakarak bazılarını tespit edebilmek mümkündür (Allahualem).

– Teşekkür anlayışında bir boyut!

Aborjinler veya Kızılderililer’de avcı avladığı avına seremoni gereği şu ifadeleri sergiler “Sen, bizim hayatımız için kendi hayatını feda ettin, sana teşekkür ediyoruz. …” O’nun için avı, bir et parçasından ibaret değildir. Ayrıca avcı, avının hiçbir parçasına saygısızlık etmediği gibi tekrar ihtiyacı doğana kadar avlanmaya ara verir. Ona göre zevk için avlanma yoktur.

-İktifanın kıymeti!

Kuzey Afrika’nın bazı bölgelerinde balıkçılar “Tevekkeltü Alallah/ Allah’a güvendim” diyerek denize açılırlar. Yakaladıkları balıkların olması gereken boyuttan küçüklerini gerisin geriye denize salarlar. Bununla da kalmazlar, teknelerindeki günlük iaşe ve ihtiyaçlarını karşılayacak miktar fazlası balığı da denize bırakarak kıyıya geri dönerler.

– Hak anlayışında irfan!

Çocukluğumuzun bağ bozumu ve meyve toplama dönemlerinde büyüklerimiz; ağaçların üzerinde ve dibindeki meyvelerin hepsini toplamamıza izin vermezlerdi. Biz çocuklara tembihleri “Gökte uçan kuşun, yerde sürünen mahlûkun ve gelen geçenin hakkı vardır. Ağacın dallarında ve dibinde meyve bırakın. Ağaç diplerindeki meyveleri de ezmeyin” olurdu. Ayrıca toplanan meyveler eşekler üzerindeki küfelerle köye götürülürken “göz hakkı vardır” düşüncesiyle karşılaşılan kişilere, kendilerinin seçerek almaları için ikramda bulunulurdu. İkramda bulunulan kişi de dua eder, nazikçe ikramı geri çevirirdi.

Elbette ki; ilme ve büyüğe saygı, yolun hakkını verme, kardeşini kendi nefsine tercih etme, paylaşmak, fedakârlık, sorumluluk gibi sayılamayacak nitelikte güzel hasletlere dair örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Sıbga:

Her insanın iştigal ettiği ameli ya da dava edindiği inanç sistemi, muhakkak üzerine bulaşır. Zamanla ifade ve amelleriyle içselleşen meşguliyeti ve davası, karakterinde bir tarz oluşturacaktır, demiştik. Bu yüzden insanlığın meşguliyetlerini ve davranışlarını geniş, elvan elvan (rengarenk) bir yelpazeye benzetmek yerinde olacaktır. Çünkü Müslüman, hayatına da şekil veren onun münferit ve içtimai alanlarına sirayet ederek itikat, amel, muamelat, hukuk gibi onu tümüyle kuşatarak kalbinden, ifade ve davranışlarına kadar nüfuz eden, hiçbir detayı atlamadan hassas ve itinalı fırça darbeleri ile, karakterini İslam ahlak rengine boyayan Aziz (c.c.) sanatçının Müslüman için seçip uyguladığı renk, Sıbgatullah yani Allah’ın boyasıdır: “Allah’ın boyasıyla boyandık. Boyaca O’ndan daha güzel olan kim vardır? Biz, yalnız O’na kulluk ederiz’ (deyin)” (Bakara, 138).

Habl:

Allah’ın (c.c.) yarattıkları, yaşamlarını sürdürebilmek, dengede kalabilmek, kendilerini güvende hissedebilmek için muhakkak bir yerlere tutunmak isterler. Kayalara tutunan yosunlar, ağaçlara sarılan sarmaşıklar, deniz altındaki mercanlar ve korkusunun ürettiği refleksle annesinin bedenine sımsıkı tutunan insan yavrusu gibi. Hatta insan, bir eşyanın nakliye esnasında açılıp etrafa saçılmaması ve heder olmaması için koliler ve bir yere iple sabitler, araçlarımızdaki emniyet kemerinin fonksiyonu örnek gösterilebilir. Alınan bu güvenlik tedbirleri, kendimizin ve elimizdekilerin zayi ve hasar almaması için bizde var olan endişenin ürettikleridir.

Müslüman hayatındaki Sıbgatullah’ın (Allah’ın Boyası’nın) yıpranıp solmaması ve korozyona uğramaması için de tutunması gerekli bir bağ olmalıdır. Müslümana muvazene, itminan ve emniyet sağlayacak olan bağ da Hablullah’tır. Bu çerçevede Müslümanın Hablullah’a (Allah’ın ipine) ferden ve cemian sımsıkı sarılması, kesinlikle bırakmaması gerekir: “Hablullah, Allah’ın arştan arza uzattığı nurlu ipidir. O ip ise Kur’an’dır” (Hz. Muhammed a.s.v.). “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a, İslâm’a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın” (Âl-i İmrân, 103).

Şüphesiz sözlerin en güzeli ve doğru olanı, Aziz Allah’a (c.c.) aittir.

Selam ve dua ile…

Yasin TEKİN

18 Temmuz 2023/Çarşamba

30 Zilhicce 1444

 

GRUBA KATIL