IŞİD bir süreç değil, sonuçtur. IŞİD sonucunu doğuran önemli faktörler vardır elbette. Hiç şüphesiz bunların başında 1979 Afgan işgali gelmektedir. 1979 Aralık ayında Afganistan Ruslar tarafından işgal edildiğinde neredeyse tüm duyarlı Müslümanlar işgale karşı oluşan CİHAD hareketine maddi, manevi ve fiziki olarak destek verdiler. Afgan işgaline karşı verilen mücadelede İslam’ın cihadcı ruhu yeniden hayat buldu. Ne var ki bu ruh; zaman, mekân, konum, strateji tefrikinden oldukça da yoksun olarak gelişti. Elde edilen cihad ruhu bir ibadet anlayışından çok bir meslek anlayışı ve uygulaması olarak gelişti. Adı geçen ruhla ilgilenen, onların eğitim ve irşadından sorumlu olan âlim, mürşit ve kuruluşlarda maalesef kulluk bilincinden çok hareket bilincini öncelediler. Geçmişi hatırlayanlar çok iyi bilir ki Afgan cihadının önde gelen şahsiyetleri, işgale karşı direnen cihad ruhu gelişmiş mücahidlere Tevhid bilinci vermekten çok düşmanla mukatele bilincini vermeye çalıştılar.
Sovyetler Afganistan’ı terk etti. Cihad ruhunu meslek haline getirmiş olan mücahidler işsiz kaldılar. Önce kendi içlerinde savaşmaya başladılar. Gülbeddin Hikmetyar ve Şah Mesut savaşı bunun tipik bir örneğidir. Tahhar’daki 36 kişinin ölümü tam bir facia idi. Sonrasında Bosna trajedisi ortaya çıktı ve bu mücahidler Bosna’da Sırplara karşı müthiş bir mücadele verdi. Travnik’teki camiinin bahçesinde bulunan mezar taşlarına (tahtalarına) baktığımızda Cezayir, Fas, Tunus, Mısır, Lübnan, Malezya, BAE, Türkiye gibi birçok halkı Müslüman olan ülkelerden Bosna’ya savaşmak için gelmiş ve orada şehid olmuş Müslüman gençlerin mezarları ile karşılaşırız. Dayton Anlaşması ile Bosna Savaşı sona erdi. Bu kez adı geçen ruh Çeçenistan’da kendisine iş buldu. Uzun bir Çeçen Savaşı’nda aktif rol aldılar. Sonrasında Pakistan’da olaylar başladı. Cihadcı ruh bir taraftan Afganistan’da varlığını, mücadelesini sürdürürken, diğer yandan Pakistan’da varlığını sürdürmeye başladı. Ve halen orada mücadele devam ediyor…
17 Ocak 1991’de Müttefik Kuvvetler Basra Körfezi’ne, Irak’a saldırdıklarında bahsi geçen cihadcı ruh Saddam’a kekre baktığı için ABD’nin ve müttefiklerinin hemen karşısında yer almadı. Çok kısa süren müdahale, çok uzun sürecek olan projelerinin hayata geçirmeye başladığında cihadcı ruh yeniden canlanmaya başladı. Uçuşa Yasak Bölge dâhil, Irak’ın fiilen üçe parçalanması cihadcı ruha hayat verdi, mücadele zemini oluşturdu. El-Kaide adı altında net bir varlık ortaya koydular. Sonrasında 20 Mart 2003 Irak müdahalesi geldi. Saddam Rejimi devrildi. Petrol bölgeleri ABD’nin eline geçti. Hürmüz Boğazı, İran ve ABD arasında ortak kullanım alanı haline geldi. İran nezdinde devrim dili olan “Merg Ber Amerika” sloganı terkedilerek, yerine anlaşmalı düşman anlayışı öne çıkmaya başladı. Bu yetmedi. Amerika 4 Kasım 1979’daki 444 gün süren elçilik işgalini ve işgalcileri unutarak(!) Saddam sonrası Irak’ta etnik ve mezhebi bölücülüğe tevessül etti. Irak’ı, Maliki Yönetimindeki muannit Şii kadrolara teslim etti. Bu kadro işbaşına geldiği andan itibaren Sünnileri ve Kürtleri ötekileştirmeye başladı. Kürtler ABD’nin de engin katkıları ile Erbil Merkezli Kürdistanlarını ilân ettiler. Onlar da Sünni olmalarına rağmen elde ettikleri statü nedeniyle merkezi Şia yönetimine fazla ses çıkartmadılar. Sünni Arap kesimine gelince, evet işte onlar tüm imkânlarını kaybettiler, üstelik de yoğun bir Şia baskısı altına alındılar. Asırlar boyu Şii-Sünni ayırımı kavga boyutlarına varmadan aynı coğrafyada birlikte yaşadığı halde, Maliki yönetimi ve o yönetime destek veren ABD, İran desteği ile adeta karşılıklı katliam boyutlarına vardı. Ne yazık ki gerek İranlı ve gerekse Iraklı Şii önderler ya da ne Hamaney ne de Sistani Devrim önderi Humeyni’nin “Şiilik de yok, Sünnilik de yok; ancak İslam var.” ifadesini hiç mi hiç dikkate almadılar. Sonuçta 20 Mart 2003’ten günümüze çoğunluğu sivil olmak üzere bir milyondan fazla Iraklı hayatını kaybetti. Dün Saddam’dan ve onun yönetiminden nefret eden Sünni Müslümanlar ve onların önderleri; Şii esaslı uygulamalar karşısında Saddam taraftarları ile Maliki karşıtları ile ve hatta topyekûn Şia karşıtları ile adeta bir koalisyon oluşturdular. Yani Sünniler bir taraf oldu. Bu oluşumun nedenlerinden birisi de şüphesiz İran, Irak, Suriye ve Lübnan (Güney Lübnan) Şii eksenidir. IŞİD’e hayat veren damarlar o kadar çok ki bunlardan en önemlilerinden birisi de 17 Aralık 2010’da Muhammed Buazizi’nin Tunus’ta kendisini yakmasıyla başlayan ve adına “ARAP BAHARI” denilen süreçtir. Bu süreci kimileri fevkalâde yanlış bir şekilde “İslami Cihad”, “İntifada” gibi ifadelerle değerlendirdiler. Oysa hiç de böyle değildi. En genel ifadeyle Arap Baharı, despot yönetimlerin bakısı altında inleyen, düşünce özgürlüğü, fırsat eşitliği, hukukun üstünlüğü gibi kavram ve uygulamalardan nasiplendirilmeyen halkın bir isyanı idi. Bu isyana İslami bir motif yükleyenler bir bakıma kontrolsüz, ibadi ruhu yeterince gelişmemiş, tepkisellik ve heyecan boyutu önde olan bir takım oluşum ve hareketlere meşruiyet zemini oluşturdular. 25 Ocak 2011’de Mısır’da başlayan ve kısa bir süre sonra da Mübarek rejiminin son bulmasıyla adeta İslami bir Mısır elde edilmiş gibi bir ortamın takdim edilmesi ve ardından 3 Temmuz 2013 darbesiyle Mursi’nin devrilmesi, cihadcı ruhu yeniden tetikleyen bir gelişme odu. Arap Baharına konulan yanlış teşhisler ve buna paralel olarak gelişen olaylar ve bilhassa Batı’nın çifte standardı birçok heyecanlı Müslümanı tahrik etti ve Taliban, El-Kaide ve IŞİD gibi oluşumlar kendilerine hem taban buldular hem de meşruiyet elde ettiler. Mesela dünyanın neredeyse hemen her yerinde ezilmiş halkların dinine, ırkına bakmaksızın gücü nispetinde yardım eden Kaddafi Libya’da paramparça edilirken, Mısır’dan halkın oyları ile işbaşına gelmiş olan Mursi Yönetimi binlerce insanın katledilmesi ile sonlandırıldı. Maalesef Kaddafi’yi parçalatanlar da Mursi’yi devirenler de aynı odaklardır. Bunlar Amerika, Avrupa, Rusya’dır. Ve belki bunlara yerli işbirlikleri de ilâve edebiliriz. Keza IŞİD de bu odakların ürünüdür.
Afganistan, Irak, Pakistan, Mısır, Libya derken 2011 Mart ayında bir de Suriye olayları karşımıza çıktı. Olaylar yine Arap Baharı söylemi olan intifada ve İslami cihad kapsamında ele alındı. Olaylara ait olduğu zeminde bakılmadı. Muhatabın gücü tahfif edilerek, güçlünün gücü hesaba katılmadan güç gösterisi ve mücadelesi başlatıldı. Türkiye başta olmak üzere birçok ülke ve kuruluşlar Esed rejimini yaranın üzerindeki kabuk gibi gördüler. Yani tırnaklarının ucu ile atabileceklerini sandılar. Oysa durum hiç de öyle değildi. Küresel güç odakları Esed Rejimi karşısında oluşan muhalefete Esed’i deviremeyecek kadar destek, keza Esed’e de İsrail’e zarar vermeyecek kadar tolerans tanıdılar. Ve dört yıldan bu yana savaş devam ediyor. Batı, Amerika denizin taşı ile denizin kuşunu vuruyor. Amerika için, Batı için, İsrail için ve hatta halklarına rağmen var olan yerel yönetimler için ne Esed’in ne de IŞİD’in galip gelmesi istenmiyor. İstenen soğuk savaş sonrası alternatif bir dünya görüşü olan İslam’ın ve Müslümanların alternatif olmaktan çıkartılması, yerüstü ve yeraltı kaynaklarının küresel güç odaklarının eline geçmesidir. İslam’ı ve Müslümanları kötü, öcü göstermek için bizzat kendi yetiştirdikleri İslami bilinç, strateji ve ruhtan yoksun bir kısım figürlere Amerikalı, İngiltereli gazeteci vs. başlarını kestirmektedirler. Bunlar, yani Batılı güçler bunu hep yapageldiler. Makyavelizm bunların amentüsüdür. 15 Temmuz 1974’te Nikos Sampson Darbesi sırasında Amerika, kendisinin Lefkoşe Büyük Elçisi’nin de öldürülmesine göz yummuştu. Zira İngilizlerin kontrolünde olan Aqritur ve Dikelia üslerine sahip olmak için mevcut Kıbrıs Rum yönetiminin tasfiyesi, Makiros’un devrilmesi gerekiyordu. Yine aynı Amerika 1988’de Ziya Ül-Hak’ka karşı yapılan suikastta aynı uçağa (C-130) kendisinin İslamabad Büyük Elçisini de bindirmeyi ihmal etmemişti…
Bugün gelinen noktada halen halklar uyutuluyor, dünya aldatılıyor. Bir taraftan İsrail’e olağanüstü destek ve kredi veriliyor. Zalimler ödüllendiriliyor. Binlerce Gazzelinin katledilmesine göz yumuluyor. Diğer yandan sözüm ona adeta gözümüzün içine baka baka IŞİD’e karşı koalisyon oluşturuluyor ve de bu koalisyon güçleri neredeyse bir aydan bu yana IŞİD’e karşı hava saldırıları gerçekleştiriyor. Ve insan sormadan edemiyor; acaba bu saldırılar IŞİD’in önündeki engelleri ortadan kaldırma saldırıları mı? Veya Kobani’de yoğunlaşan saldırılar PYD-IŞİD çatışması Türkiye’nin test edilmesi için mi? Ya da Türkiye’nin PYD’ye desteği ile Kobani merkezli veya Kamışlı merkezli Kuzey Suriye Federal Kürdistan’ın oluşumu için mi? Yani adım adım ama kanlı bir şekilde Sykes-Picot ya da Yalta’nın revize programı mı uygulanıyor? IŞİD ve bölgesel çatışma birimleri Amerika-İngiltere arasında bitmeyen Ortadoğu-Enerji kaynakları Savaşı’nın bir figüranları mı? Dikkat edilirse tüm bu kaotik, kanlı ortamda öne çıkan en önemli tablo, ne IŞİD ne Esed ne İslami kesimler ne de Yerel Yönetimler; hiçbir kimse veya kesimin galibiyetine ve mağlubiyetine izin vermiyorlar. Çünkü taraflardan biri galip gelse, bu da İsrail’in işine gelmiyor. Nasıl bir denklem ama!
Kısaca Türkiye faktörüne de temas etmekte fayda var. IŞİD, Türkiye’yi sevmiyor, Türkiye de IŞİD’i. Her iki tarafta ‘aklımda’ formülünü uyguluyor. Amerika Türkiye’yi Suriye’ye sokmak istiyor. Türkiye ise PYD ve IŞİD tehditlerini bertaraf etmek istiyor. Salih Müslim sanki Türkiye’nin K. Suriye temsilcisi gibi. Bir ayağı Kobani’de, bir ayağı İstanbul’da. İstensin ya da istenmesin Yalta revize edilirken, ulus devletlerin ve figürlerinin tasviyesi kaçınılmazdır. Yeni yeni federatif yapılanmalar eşikte. Kobani merkezli Kuzey Suriye yapılanması da yakın. Tıpkı Erbil merkezli Kuzey Irak’ın İstanbul’a daha yakın olduğu gibi, Kuzey Suriye de İstanbul’a yakın olacağa benziyor. PYD’nin Türkiye açısından bir diğer önemi de eğer PYD, IŞİD’e karşı başarı elde ederse, konumunu muhafaza için Türkiye ile dost olmak ya da yakın olmak zorundadır. Bunun için ise çözüm sürecine karşı olan PKK’nın bazı kesimleri ile mücadelede PYD’nin görev alması kaçınılmazdır. PKK’nın Kandil sakinleri başta olmak üzere birçoğu bunu görüyor. Hatta bunu baltalamak için Şırnak, Hakkâri, İstanbul sokaklarını karıştırıyorlar, bölgede yapılan çeşitli yatırımları baltalamak için şantiyeleri basıyor, iş makinelerini yakıyorlar. Bir taraftan Kobani düşmesin diyorlar, diğer yandan Türkiye’nin Kobani’ye ve PYD’ye ilgisinden rahatsız oluyorlar. Bunun en tipik örneği güvenlik Tezkeresi’nde HDP’nin “hayır” oyu kullanmasıdır.
Evet, IŞİD bölgede, Ortadoğu’da ortaya konan uygulama, baskı, ötekileştirmeye karşı gelişen/geliştirilen bir sonuçtur. Mucitleri bellidir. Devamı küresel güç odaklarının takdirine bağlıdır. Yenisi icat edilinceye kadar bölge halkı IŞİD ile yaşamaya devam edecektir. Ancak bir konuyu hatırlatmakta yarar var. Baştan söyledik ya IŞİD bir sonuçtur. Bu sonucu doğuran faktörler ortadan kalkmadıkça benzer hareket ve savaş mihrakları farklı biçimler altında karşımıza çıkacaktır/çıkartacaklardır. İsterseniz bu sonucu doğuran faktörlere özetle bir daha bakalım:
A) Yerel Yönetimler ve uygulamaları (mezhebi, etnik, ekonomik, sosyolojik olarak)
B) İslam âlim ve önderlerinin edilgen, Kur’an’ın ruhundan uzak, dünyayı tanımayan tutum ve davranışları.
C) Ekonomi, fırsat eşitliği, evrensel insan hakları, hukukun üstünlüğü, yerüstü ve yeraltı kaynakları gibi konularda geniş halk kitlelerinin hesaba katılmaması, bilakis dışlanması.
D) Küresel güç odaklarının çıkar hesapları ve bu hesaplarını başkalarının arazisinde görmeleri.
E) İsrail-Filistin çatışması, anlaşmazlığı, İsrail’in tek taraflı işgal ve zulümleri, buna karşı Yerel Arap Yönetimlerinin sessizliği. Dünyanın sessizliği ve çifte standardı.
F) Bölge topraklarının yeniden tanzim edilme isteği. Yani Osmanlı mirasının yeniden paylaşımı ve düzenlemesi.
Elbette tüm bunların aşılmasının en önemli formülü Peygamberimizin (a.s) ifade buyurduğu gibi aynı delikten yılana mükerreren sokulmamaktır…
7 Ekim 2014
NOT: Bu yazı Genç Birikim Dergisinin Ekim 2014 sayısında yayınlanmıştır.