Bir Kurban Bayramı daha bizi gölgelendirmekte…
Bu bayramın gölgesinde ana hatlarıyla –kısmen de olsa- ümmet olarak bir muhasebe yapmamız ya da durumumuzu gözden geçirmemiz yerinde olur sanırım.
Manzaramızı bu münasebetle gözden geçirirken olumlu ve olumsuz yanlarıyla fotoğrafımızı doğru bir şekilde çekmek zorundayız. Yani doğru bir değerlendirme için vakıamızı doğru görmemiz ve sağlıklı değerlendirmemiz ihmal edilemez bir gerekliliktir.
Bayramın bizi gölgelendirmekte olduğunu söyledik. Cismin gölgesini ortaya çıkartan aydınlık kaynağı cisme yaklaştıkça gölge kısalır ve gölge bırakan cismin aydınlanan kısımları gittikçe artar ve netleşir. Biz de bu aydınlık kaynağının uzak halinden başlayarak gittikçe yaklaşmasına göre kendi manzaramızı görüp göstermeye gayret edeceğiz…
Yukarıdan bakıldığında dünya nüfusunun üçte birinden fazlasını teşkil eden, dünya coğrafyasının en verimli, yer altı ve yer üstü zenginlikleri itibariyle en değerli kaynaklara sahip, stratejik açıdan ve daha bir çok bakımdan en güzel ve üstün imkânları barındıran, Endonezya adalarından Fas’a, Yemen’den Kırım’a kadar uzanan muazzam bir coğrafya…
Babulmendep Boğazı, İstanbul ve Septe boğazları, Süveyş Kanalı gibi stratejik bakımdan oldukça önemli kilit noktaları bu coğrafyada…
Petrol, doğalgaz gibi enerji yatakları ve –birçoğunun en zengin rezervlerini barındırdığı- her türlü değerli madenin bulunduğu, tabii bitki örtüsü, canlı doğal zenginlikleri, karaları, ırmakları, denizleri, sahilleri, boğazları, iklimi ve daha birçok özelliği ile gıpta edilecek bir düzeyde imkânlara sahip bir ümmet coğrafyası…
Bu coğrafyanın bazılarına göre dezavantaj olarak değerlendirdikleri, bize göre potansiyel bir avantaj özelliğini her zaman koruyan bir de nüfus serveti vardır…
Bunlar sahip olduğumuz imkânlarımızın bir kısmı…
Peki, bu imkânların gücünü azaltan hatta sıfırlayan ve-maalesef büsbütün hükümsüz kılan, hatta zararla karşı karşıya bırakan- madalyonun diğer yüzüne bir göz atalım:
Cehalet, tembellik ve fakirlik… Dezavantajlarımızın başlıcaları ve diğer tüm olumsuzluklarımızın baş müsebbipleri…
Hâlbuki dinimiz, inancımız gereği bizden en uzak olması gereken üç hal…
Cehaletimiz sebebiyle Müslümanlara karşı beslediğimiz kinin, nefretin boyutlarının çokluğu, neredeyse kalplerimizde ve eylemlerimizde küffara karşı kine, nefrete yer bırakmadı…
Müslümanların kanını dökmekte tereddüt etmeyen kimselerle, ekiplerle, örgütlerle, İslam adını alan devletlerle, cumhuriyetlerle, Allah adına izafe edilen hiziplerle müptelâ olduk…
Cehaletimiz sebebiyle din ve can düşmanlarımız, bizi birbirimize düşürebildi, böldü, parçaladı, ulus devletlere, o da yetmedi, uluslar içi mezheplere ve eğilimlere göre bölme planlarını uygulayabildi. Planlarının eksik kalan kısımlarını tamamlamak için de her türlü habis hileyi denemeyi sürdürmekte…
Hazırladıkları senaryoları oynayacak hain yöneticiler, ahmak maşalar bulmakta da en ufak bir sıkıntı ile karşılamamaktadırlar… Yani başımızdaki yöneticilerin ihanetleri önderliğinde ve onların gaflet ve ihanetleri marifetiyle emperyalistlerin, -ya da küfür milletinin- başımıza örmek istedikleri her türlü çorabı örmelerini kolaylaştırmaktayız.
Yüz sene önce krallık, sultanlık vs… vaatlerle kandırdıkları kimselerin –neseben ya da fikren- döllerini şimdilerde tahtlarında bırakıp saltanatlarını idame etmelerini sağlamak vaatleriyle, kendi ümmetlerine ihanet edecek kıvamda tutmaktadırlar.
Bu maksatla ümmeti bizzat bunlar eliyle, ya ahmakça hırslarının sebep olduğu icraatlarıyla ümmetimahv u perişan edecek politikalar icra etmeye mecbur etmekte ya da yönlendirmektedir. Üstelik bu imha ve savaş planlarının maliyetleri de bir şekilde yine bu kukla yönetimler aracılığıyla ümmete fatura edilmekte…
İslâm adına, ”İslâm’a dönüş” adına ortaya çıkan cemaatler, hizipler ve örgütler ise –hepsi olmasa bile büyük ya da etkin bir bölümü- bir kırılma noktası icat edilerek ya da bu amaçla kurgulanmış bir senaryo ile ve ahmak figüranlar aracılığıyla kolayca sahnelenerek bunların da ümmetin ümidi olmasının önü alınma yoluna gidilmektedir…
Tembellik de cehaletin zorunlu bir sonucudur… Galiba bu halimizi –geçmişteki uzantılarıyla ve sebepleriyle birlikte- en beliğ bir şekilde- merhum Âkif şu mısralarıyla dile getirmektedir:
“Çalış, dedikçe Şeriat çalışmadın durdun
Din namına binlerce hurafe uydurdun,
Bir de “tevekkül”ü sokuşturup araya
Zavallı dini onunla çevirdin maskaraya…”
Tembelliği doğuran bir tevekkül anlayışı İslâm’ın öngördüğü tevekkül olmayacağı gibi, maskaraya çevrilmiş bir din de asla İslâm Dini değildir.
Cehalet ise, sayısız yanlışlığın kaynağını teşkil eden bu ikili yanlış (yanlış tevekkül ile yanlış din anlayışı) arasındaki farkı görmeye engeldir.
Üniversitelerimizin bilimsel alandaki başarı(sızlık)larından tutun lüks ya da bayağı malların AVM’lerimizi istila etmiş olmasına varıncaya kadar her alanda sömürülmekte olduğumuz vakıası ise, tembelliğimizin -ve aynı zamanda cehaletimizin- en ihtişamlı (!) göstergesidir.
Bu ise, tüketmek için kendi üretimi olan malı bulmakta zorlanan ve ürettiğinden kat kat fazlasını tüketen bir ümmet ya da toplumlar yığını olduğumuz anlamına gelir… (Toplumlar yığını ise asla gerçek anlamda ümmet demek değildir.)
Bu hal ise merhum Malik b. Nebi’nin “Sömürgecilik yoktur, sömürülebilecek durumda bulunmak vardır” anlamındaki sözlerini bütün acı geçekliği ile hatırlatmaktadır.
Yani biz, cehaletimiz ve tembelliğimiz sebebiyle –böyle kaldığımız sürece- sömürülmeye mahkûm bir ümmetiz –maalesef-…
Sömürülen, darmadağın ve birbirini yiyen bir ümmetin, bir devletinin olması, cihad etmesi şöyle dursun varlığı dahi tartışmalıdır. Çünkü bu varoluş halimiz, ümmetin sahip olması gereken izzet ve vahdet haliyle asla bağdaşmamaktadır.
Fakirlik… Ümmet şu haliyle hazineler üzerinde yatıp açlığından ölen kişinin durumundadır… Fakat bu kadar değil… Ümmetin kesimleri arasındaki gelir dağılımı farkıve aradaki uçurum o kadar büyük ki, bu alanda kıyaslar yapılıp üzerlerinde düşünülecek olursa dudakları uçuklatacak, ya da hayretten hayrete düşürecek vakıalarla karşılaşırız.
Bu zalimane ve gayr-i adil gelir dağılımı sadece ümmetin –sözüm ona- İslâm ülkeleri arasında değildir. Aynı ülkenin gelir katmanları arasında bile asla kabul edilemeyecek çapta zalimânedir…
Bu gerçeği ümmetin bütün fertlerinin ve sahnede bulunan bütün taraflarının çok iyi bilip algılamaları ve buna göre tavır ve duruşlarını yeniden değerlendirmeleri gerekir.
Ümmet bu halde iken biz nasıl bayram yapabiliriz… türünden söylemleri benimsemiyorum… Hatta bana ucuz söylemler gibi geliyor.
Bu, ümmetin ızdırap verici hallerine üzülmeyeceğiz, bundan etkilenmeyeceğiz, bu acıları ve ızdırapları hafifletmek için elimizden geleni yapmayacağız anlamına da gelmez…
Aksine bunlarla uğraşmak, bizi o derece meşgul etmeli ki, geleceğimizi inşa etmek için elimizden geleni asla ihmal etmemizin hayatî bir zorunluluk olduğu anlamına gelir.
Tıpkı Filistin’li kardeşlerimizin yarısı bombardıman sonucu yıkılmış okullarında tedrisata dönüşleri gibi, ilme ve hayata sımsıkı sarılacağız.
Tıpkı dipçik darbeleriyle sürüklenirken yere düşmüş Mushaf’ını yerden almak isteyen Arakan’lı, Burma’lı kardeşlerimiz gibi mukaddeslerimizi el üstünde tutmaktan başlayarak bu mukaddesleri hâkim kılmak için harcamamız gereken çabanın büyüklüğünü, kat etmemiz gereken yolun uzunluğunu, sergilememiz gereken fedakârlıkların sınırsızlığını idrâk ederek, çalışmaya, gayrete, ilme, hakka, adalete, kısacası akidemize ve akidemizin bütün değerlerine “azı dişlerimizle kavrarcasına”sarılmak zorundayız…
Anlatmak istediğimiz budur…
Bunun için imkânlarımız nedir?
Pek çoktur…
Yeniden dirilip ayağa kalkabilmek için o kadar büyük imkânlara ve potansiyel güçlere sahibiz ki, bunların bir kısmının farkına varmak bile gelecek adına bizleri umutlandırmak ve heyecanlandırmak için yeterlidir…
-Sarhoş ağzıyla bile- ezan okunduğu zaman nasıl şehadet getireceğini ya da saygısını nasıl izhar edeceğini bilemeyen kişiye varıncaya kadar- günahlara batmış dahi olsa- kendisini Müslümangören kardeşlerimiz bir servettir.
Kimsenin zorlaması olmadan –bayramdan bayrama da olsa, cumadan cumaya da olsa- namaz kılan kardeşlerimiz bizim için servettir.
Kimse baskı yapmadan kılı kırk yararcasına zekâtını hesap edip verenler bizim için bir servettir, bir güçtür…
Zekâtıyla yetinmeyerek Allah’ın dini için zamanını, rahatını, huzurunu ve servetini –az ya da çok- tereddütsüz bir surette Allah’ın dini için feda edebilen herkes bizim dirilişimiz için bir kaynaktır.
Kurban bayramında kurban kesen, kesemediği için üzülen kardeşlerimiz, Allah yolunda fedakârlıklara hazır olduklarını fiilen ispatlamaya çalışan zenginliğimizdir…
Hacılarımız, Allah’ın rızası için çıktıkları yolculuklarında aynı zamanda ümmetin fotoğrafını bütün ayrıntılarıyla çekmek üzere adımıza giden bilgi aktarımını gerçekleştiren uzman elçilerimizdir.
Onlar, bizden diğer kardeşlerimize haberlerimizi duyurmak ve durumumuzu anlatmak, orada gördükleri şekliyle ümmetin halini bize aktarmak için anlam yüklü mesajlarıyla gidip dönen “Rahman’ın kafilesi”dir…
Genç nüfusumuz bir servettir… Onlar, bizim kendilerini birer dava adamı olarak yetişmeleri için gerekli fedakârlıkları bekleyen ve bunu gerçekten hak eden geleceğimizdir.
Annemiz, bacımız, teyzemiz, halamız, eşimiz… bütün kadınlarımız bizim için büyük bir servettir, iffet ve fedakârlıklarıyla, onlar bizim bereketimizdir, merhamet kaynağımızdır…
Babamız, oğlumuz, kardeşimiz, amcamız, dayımız… bütün erkeklerimiz, gücümüz, direncimiz, varlığımızın bekasının teminat unsuru, cesaret ve yürekliliğin sembolü şemsiyemizdir…
Ailemize gelince… Bütün yıpranmışlıklarına, değerlerinin büyük bir bölümünü yitirmişliğine rağmen, onun için gereken fedakârlıkları ve ihtimamı gösterecek olursak, yeniden bütün değerlerimizin çatısı ve dirilişimizin ana ocağı olabilecek hüviyettedir… Sadece biraz daha dikkat ve biraz daha özen beklemektedir… Huzur kaynağımızın başlangıcı da beslendiğiyer olarak aile bunu hak etmektedir…
Evet, biz daha bunlar gibi pek çok şeye ve pek büyük imkânlara sahibiz…
Unutmayalım ki, en mahrum kimsenin bile sahip olduğu nimetler, elinde bulunmayanlara kıyaslanacak olursa, nimetlerinin çok daha fazla olduğu görülecektir.
Ümmet olarak kaybettiklerimizin ve sahip olamadıklarımızın ne kadar büyük olduğunun –ümmetin durumu üzerinde kafa yoran- herkes farkındadır…
Ancak sahip olduklarımızın değeri de o kadar büyüktür ki, bunlara sahip çıkarak ve bunları gerekli şekilde kollayıp nemalandırarak, sahip olamadıklarımıza sahip olabilir, kayb ettiklerimizi yeniden elde edebiliriz…
Evet… Ümmet olarak bu bayramın gölgesinde fotoğraf karemizin bazı ayrıntıları bundan ibaret…
Ye’se düşüren yanları da var… ümit veren yanları da çok…
Bana göre ümit vadeden yanları daha çok ve daha yoğun…
Ye’slerimizin ümide, ümitlerimizin gerçeklere, ataletlerimizin dirilişe dönüşmesi umuduyla tüm ümmet-i Muhammed’in bayramı mübarek olsun…