Müslümanın Hayatında Zaman Bilinci
Arşiv Yazarlar

Müslümanın Hayatında Zaman Bilinci

“Ey Rabbimiz, bize, dünyada da ahirette de iyilik ver, bizi cehennem azabından koru!” (Bakara, 201)
Zaman, yaratılmış her varlığın kendisine bağlı olduğu ilahi bir nizamdır. Zaman ile doğar, zaman ile yaşar, zaman ile dünyadan ayrılırız. Zaman, her canlı için, özellikle insan için hayati önem taşır. Dehriler (zamancılar), şimdinin ateistleri, zamanı itikatlarının temel varlık sebebi kıldılar. İslam, “insanların hayatları zamana bağlıdır” derken yani zamana atfettiğimiz etki, Allah’ın zamanı bizim için yaratma amacı ne ise onu kast ederiz. Zamanın sahibi, Allah subhandır. Zamanı kendi uhdemizde görmek, zamanı küçümsemek olacaktır. Zaman, lehimizde veya aleyhimizde bir delildir.
“Nerede olursanız olunuz Allah sizinledir (sizi denetlemektedir)” (Hadid-4). Kontrolü bizde olmayan canlı bir yaratılmış. Zamanın takipçisi olmak ile mes’uldür kullar. “Zaruret”, “maslahat” adı ile zamanı kendi tasarrufuna göre harcayamazlar. Canımız (nefsimiz), bazen acısa da, hoşumuza gitmese de, itaat ile mükellef olduğumuz zamanın sahibine, zamanımızı teslim etmeliyiz. “Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına razı mı oldunuz?” (Tevbe, 38) ikazı, tehdide, sonra mühürlenmeye, tövbesiz ölüme ve ahirette ağır pişmanlığa dönüşmeden zamanı, Allah ve Resülüne itaat ile güven altına almalıyız.
Yol belli, yolculuk hedefi belli, yolcunun gereksinimleri belli. Geriye, akıl nimeti ile zamanı kendimize, kendimizi zamana uygun hale getirmek kalır. Bu, şuurlu bir davranıştır. Başıboş, cebri bir yol alış değildir. Geleneksel anlamda taklit değil elbette. Peygamberlerin istikamet üzere yürüdüğü yoldur, yürüyüşlerinde her daim yapmış oldukları duanın ve sığınmanın rehberliğidir. İnsan, hayatını idame ettirir iken aklını kullanır, aklın asıl işlevi, zamanı israf etmeden sahibine teslim etme becerisidir.
Allah’a yönelen insanın tüm bilinci, dirayet (kendi rey’i) değildir, yorumları ve öngörüsü de değildir. Bilinçli yaşamak, Rabbine yönelen/yönlendirilen Müslümanın, vahyin ipine tutunabilmesidir. Zamanı, piyasa anlayışı ile “kar-zarar” olarak anlamak, bir kayışın/kaymanın belirtisidir. Kar ve zarar, iş-güç, devlet olmak/yönetmek, mülkiyet sahibi olmak değildir ve bunları kazanana “akıllı” denmesi hiç değildir. Kar ve zararı, Allah’ın takdir etmiş olduğu rızka veya mülk sahibi olmaya indirgemek, vahiyden kopmaya meyillenmektir. “Rabbiniz, şöyle ilan etti; Şükrederseniz nimetimi arttırırım…” (İbrahim, 7) ayeti ile insanın fonksiyonunu itaat ile sınırlar, çalışmak, yemek-içmek, fakirlik-zenginlik, korku-güven hepsi imtihandır ve bizim bu konudaki dahlimiz, sadece kullanırken şükreden veya nankörlük eden yani imtihan kısmındadır. “Kişinin kıymeti, istek ve arzularının kıymeti kadardır” (Hz. Ali ra).
Zamanı, sadece bedenimize değen-değmeyen şeyler olarak görmek, zaman nimetini kullanmada akılsız varlıklar ile kendini eş değer kılmaktır. Ki akılsız varlıkların yaşamımız içerisindeki faydalarını, uyumlarını hesap ettiğimizde insan, imansızlık ve amel-i salihi terk ile sorunlu bir varlık, kendi başına bela açan bir varlık olmanın ötesine geçememektedir. Ebû Mâlik Hâris İbni Asım el-Eş’arî’den (radıyallahu anh) rivâyet edildiğine göre, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Her insan (her gün) sabah kalkıp (pazara çıkar), nefsini satışa arz eder. Kimi onu âzâd, kimi de helâk eder” (Müslim, Taharet). Şaşkınlık, taklitçilik, sahipsizlik (mustağnilik) şuurun büyük düşmanlarından biridir.
Zamanı yerli yerince kullanabilmek, hüsranı giderir, istikamete erdirir. Hüsran, baştaki göz ile görünmez. Ekonomik zarar, hastalık, mahkûmiyet gibi dünya işleri ile de tarif edilmez. Hüsran, kalp gözü ile görülür ve ahirette mahrum olacağımız hayırları görebilmektir. Zamanın her anının hesabını vereceğiz, zaman bilinci, hesap bilincidir aynı zamanda.
Doğum ve ölüm arasında yaşanan hayatın tek sahibi Allah’tır (cc). Doğumu elinde tutan, ölümü de elinde tutan Allah’a, ikisi arasındaki yaşamımızı da teslim etmek gerekir. Doğumun sahibi, ölümün sahibi, ikisi arasındakinin de sahibidir. “Ne elinizden gidene ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz” (Ali İmran, 153).
Zaman bilinci, ibadet bilincidir. Zaman akıp gitmekte, her Müslüman ahirete doğru yaptığı bu geri dönüşü olmayan yolculukta, heybesine azık koymak ile meşgul olmalı.
“Geceye yenilmeyen her insana, ödül olarak bir sabah, bir gündüz ve bir güneş vardır” (Sezai Karakoç).
Zamanı iyi değerlendirenler, ecrin ne demek olduğunu, paha biçilmez bir hazine olduğunu da bilenlerdir. İbadet ve itaati emreden ayetler, “yaklaşmakta olan yaklaşıyor” uyarısını yaparken, zamanın ne denli önemli bir sermaye olduğunu bildirmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de ismi zikredilen ve Allâh’ın sâlih kullarından olan Zülkarneyn (aleyhisselâm), bir gece ordusuyla sefer hâlinde bulunuyordu. Bir ara askerlerine;
“Ayağınıza takılan şeyleri toplayın!” diye bir emir verdi. Askerler, bu emri alınca içlerinden bir grup:
“Saatlerdir yol yürüyoruz, oldukça yorgunuz. Bu yorgunluğun üstüne, bir de gece vakti ayağımıza takılan ve ne olduğunu bile bilmediğimiz şeyleri toplayarak boşuna kendimize ağırlık mı yapacağız! En iyisi hiçbir şey toplamayalım!” diyerek ayaklarına takılan şeylerden bir tane bile almadılar.
İkinci grup ise;
“Mâdem ki komutanımız emretti, her ne kadar yorgun da olsak, biraz toplayalım da bâri emre muhalefet etmiş olmayalım. Zira ordunun komutanına itaat etmek gerekir.” diyerek az bir şey topladılar.
Askerlerden üçüncü grup ise;
“Komutanımız elbette hiçbir şeyi boşuna emretmez. Muhakkak bildiği bir şey vardır. Biz anlayamasak da söylediği her şeyde bir hikmet gizlidir.” diyerek ceplerini alabildiğince doldurdular.
Gecenin karanlığı, yerini yavaş yavaş güneşin ışıklarına terk etmeye başlayınca bir de baktılar ki, topladıkları şeyler, altından başka bir şey değilmiş. Meğer altınla dolu bir vâdiden geçmişler de ayaklarına değen şeylerin altın olduğunun farkına varamamışlar.
Bu büyük sürpriz karşısında komutanlarının emrine itaat etmeyerek yerden hiçbir şey toplamayan birinci grup;
“Ah ne yaptık biz?! Nasıl bir gaflete daldık böyle?! Meğer altın deryasından geçmişiz de bir damla bile nasiplenememişiz! Niçin dinlemedik komutanımızın sözünü! Keşke alsaydık! Bir tane bâri alsaydık!” diyerek bin pişman oldular.
Az bir şey toplayan ikinci grup ise;
“Ah ne olaydı da biraz daha fazla alsaydık. Ceplerimizi, abalarımızı hınca hınç doldursaydık” diye oldukça hayıflandılar.
Altınlardan en çok toplayan üçüncü grup ise:
“Keşke komutanımızın bu emri dolayısıyla, gereksiz ve lüzumsuz eşyalarımızı da atsaydık ve böylece altınlardan daha çok toplayabilseydik. Hattâ her şeyimizi sadece altınla doldursaydık!” diyerek, diğerlerinden fazla toplamalarına rağmen yine de büyük bir hüzne gark oldular.
Allah’ın emirleri, hayatı en “zengin” şekilde yaşamamız için bizlere sunulmuştur. Emirler, (hâşâ) ego sahibi bir varlığın, kendisine itaat ile kibir duyacak bir varlıktan gelmemekte. Her şeyden müstağni, hiçbir varlığın hayal edemeyeceği büyüklükte ve güçte bir varlıktan gelmekte; Allah’tan (Subhanehu ve Teâlâ).
Her an değerlerimizi kaybetme ve kazanma durumu ile karşı karşıyayız. Hiçbir imani değerin, yeryüzünde daha kıymetlisi, muadili dahi yoktur. Değiştireceğimiz, iman ve salih ameller ile kıyas edebileceğimiz hiçbir dünyalık huzur kaynağı bulunmamakta. Dünyalık işler, ameller insana geçici mutluluklar veriyor. Ya yaşanılan o zevk bitince ya da yaş kemale erince derin bir karamsarlık, pişmanlık, boşluğa düşme gibi sıkıntılar kendini göstermektedir.
Müslümanın, imanından kaynaklı hiçbir işi, ameli dünyalık ile değiştirme lüksü yoktur. Onları, göklerden gelen hediyeler veya mükâfat vesileleri olarak bilir ve onlar, -Müslümanı saptırma ihtimali dahi olsa- Aher dünyalıktan yüz çevirmesine yeterli değerlerdir.
Hz. Ali için anlatılır. Bir kaleyi kuşatmışlar, düştü düşecek… Akşam namazı vakti girmiş. Hz. Ali demiş ki: “Yarınız saldırmaya devam etsin, savaşsın; yarınız da namazını kılsın.” Komutan demiş ki: “Efendim, kale düştü düşecek… Bekleyelim biraz daha, ondan sonra kılarız.” Hz. Ali şu cevabı verir: “Uğruna savaştığımız değerleri ihmal ederek zafer kazanmanın hiçbir anlamı yoktur.”

HAYDAR ÖZALP

GRUBA KATIL