Çev.: İsmail Ceylan
Nakba günü, 1948 yılından itibaren ölen ya da öldürülen Filistinlileri anmak, yaşanan sürgünün ya da göçlerin sonucunda kaybedilen toprakların, malların, mülklerin ve hakların yasını tutmak için her yıl 15 Mayıs tarihinde Filistinliler tarafından anma günü olarak geçirilir ve Filistin devletinin de resmi tatil günlerinden biridir. Günümüzde İsrail’de Miladi takvime göre 15 Mayıs’ta (Miladi takvimle 19 yılda bir aynı tarihte 15 Mayıs’ın çakıştığı Yahudi takvimine göre bile olsa), İsrail’in bağımsızlık kutlamalarının paralelinde Filistinliler ve Araplar tarafından felaket günü anmaları, protestolar ve gösteriler yapılmaktadır.
1998 yılında Yaser Arafat’ın da katıldığı törenlerde 1 milyon kişinin katılımıyla toplu olarak Nakba gününün anılmasına başlanmış ve felaketin canlı tutulması için çeşitli yerlerde gösteriler yapılmıştır. 2003 ve 2004 yıllarında Londra ve New York’ta da gösteriler düzenlenmiştir. Nakba günü İsrail Savunma Kuvvetleri ile Filistinliler arasında Batı Şeria ve Gazze’de çatışmaların en çok yoğunlaştığı yıllık dönemdir.
2006 yılında İsrail Meclisi Knesset’in Arap milletvekili Dr. Azmi Bishara, İsrail gazetesi Maariv’e verdiği demeçte şöyle demiştir: “Bağımsızlık günü sizin tatiliniz, bizim değil. Biz bu günü felaket günü (yevm an-nakba) olarak hafızalarımıza kazıdık ki bu 1948 yılında Filistin ulusunun yaşamış olduğu trajediyi ifade eder.”
2009 yılının Mayıs ayında ise Avigdor Liberman’ın başında olduğu aşırı sağcı Evimiz İsrail Partisi (YisraelBeitenuParty), nakba gününde yapılacak olan gösterilere katılanların tutuklanmasını ve nakba gününde yapılacak olan anma etkinliklerinin yasaklanmasını sağlayacak bir yasa tasarısı üzerinde çalıştıklarını açıklamıştır (vikipedi).
Bu yazı Mayıs 1948’de bir Filistin köyünün imha edilmesi olayına katılan bir İsrail askerinin yakını tarafından, bize yollandı.(al nakba.org)
“Bu satırları yazarken gözyaşlarımı tutamıyorum. Al-Sanbariyya köyünün yıkılmış fotoğrafını görünce ağlamaya başladım çünkü bu köyün ve içinde yaşayan insanların yok edilmesine benim yakın bir akrabam da katılmıştı. Şu anda ölmüş olan bu yakınım Los Angeles’ta doğmuştu ve ikinci dünya savaşından sonra Filistin’de yaşamaya karar vermişti. Orta batıdaki bir eğitim kampında karısı ile tanıştı. Kamptaki diğer insanlarla beraber Filistin’de bir kibbutz kurmaya karar verdiler. Orada yaşayan insanları topraklarından edecekleri gerçeği hakkında pek düşündüklerinden emin değilim. Orada değildim ve bizzat bunlara şahit olmadım.
Bu akrabam, kaçak göçmenleri Filistin’e taşıyan bir gemi ile oraya gitmeye çalışırken İngilizler tarafından gemi durdurulmuş. O, gemiden atlamış ve kıyıya kadar yüzerek diğer Amerikalılara katılmış. Silah edindikten sonra (muhtemelen Haganah’tan), kuzey Filistin’e gitmişler ve orada etnik temizlik yaparak Maayan Baruch Kibbutz’unu kurmuşlar.
Bu olaydan birkaç yıl sonra bu akrabam ve karısı benim düğünüme katılmak için Los Angeles’a geldiler. Bana; kapıda ayakkabılarını, ocakta tencerelerini bırakarak korkuyla evlerinden kaçışan köylüleri anlatırken kahkahalar atıyordu ve onun bu halini hiç unutmayacağım. Daha sonra, internette yaptığım bir aramada eski ismi al-Sanbariyya isimli bu köyün 130 aileye yerleşim sağladığını okudum. Dinlediğim bu etnik temizlik hikayesi beni üzmüştü fakat o yıllarda gençtim ve ben de kendimi İsrail rüyasına kaptırmıştım. 1967 savaşından hemen sonra içimde birçok şüphe belirdi ve İsrail/Filistin tarihi ile ilgili araştırma yapmaya başladım. Filistinli insanlara yapılmış ve günümüzde de devam eden akıl almaz zulümleri keşfettim.
Bir Yahudi olarak tüm insanlık için adalet talep ediyorum. Filistinliler ve topraklarından zulümle çıkarılmış tüm insanlar için konuşmayı kendim için bir zorunluluk olarak görüyorum.”
Yazarın rumuzu Sakakini olarak belirtilmiş.
Bu bölümde Deir Yasin katliamı öncesinde Al Kastal’ın işgaline tanık olan üç görgü tanığının anlattıkları var.(1997’de yayınlanmış bir kitaptan)
1- Ebu Mahmud, 70 yaşında şu an eski Kudüs’te yaşıyor.
“Yahudiler saldırıya başladığında ben köydeydim. Ben ve arkadaşlarım köyün batısını savunuyorduk ve silahlıydık. Karşımızdaki köyde(Kastal) çatışma sürüyordu ve tüm köylü, özellikle de gençler savaşmaya hazırdık. 8 Nisan1948 Perşembe günü saat 16:30’da Abdulkadir Hüseyni öldürüldü biz biraz uzağındaydık. Ertesi sabah 02:30’a kadar köyü savunduk. Sabaha karşı Yahudiler spot lambaları ile bizi bulabilmek için köye girdiler ve çatışmaya başladık. Köyün batısı hariç tüm yönlerde çatışma devam ediyordu. Yahudilerin ellerinde her çeşit otomatik silah, tanklar ve ağır silahlar mevcuttu. Evlere girerek kadın çocuk ayırt etmeden katliam yaptılar. Köyün gençleri ise öğleden sonra 15:30’a kadar cesurca savaştılar.
Hiç kimseden ne yardım nede destek alabildik. Köyden yaklaşık 40 esir aldılar. Fakat çatışma sona erdikten sonra esirleri taş ocağına götürüp kurşuna dizdiler ve cesetleri taşocağına attılar. Yaşlıları, kadınları ve erkekleri esir aldılar ve sadece gençleri öldürdüler. Bizi kuşatıp silah bırakırsak kurtulacağımızı söylediler fakat sözlerinde durmadılar. Köyü tamamen boşaltana kadar savaştılar.
1967 savaşından sonra, 1948 öncesinde de tanıdığım bir Yahudi (görgü tanığı) beni, köyü ziyaret etmem için davet etti. Kuyunun yanında durdum ve Kur’an’dan bazı ayetler okumaya başladım. Bana burada okumamamı çünkü bu kuyuda hiç ölü olmadığını söyledi ve beni taşocağına götürdü. Burada Kur’an okuyabilirsin, çünkü iki Yahudi’nin bir Arap cesedini buraya attığını gördüm dedi. Çukur yaklaşık 20 metre derinliğindeydi. Köyde şehit edilen 14 kişinin cesedi buraya atılmıştı.”
2- O dönemde 15 yaşında olan Ümmü Mahmud
“Evin içindeydik ve dışarıdan silah sesleri geliyordu. Yahudilerin bize saldırdığını anladık. Kuzenim ve kızı panik içinde, Yahudilerin bahçemize kadar geldiğini söylediler. Çatışma daha da şiddetlendi ve çok yakınımıza bir bomba düştü. Annem, evden ayrılmamız gerektiğini belki amcamın evine gidebileceğimizi söyledi ve evden çıktık.
Hilweh Zeydan’ın nasıl öldürüldüğünü gördüm. Öldürülen kocasının cesedini almaya çalışırken onu vurdular ve kocasının cesedinin üzerine düştü. Köyümüze görevli hemşire olarak Kudüs’ten gönderilmiş olan Hayat Bilbeissi’nin cansız bedeni ise Musa Hasan’ın evinin kapısının önünde yatıyordu. Ebu El Abed’in kızı da kucağında henüz bebek olan yeğeni varken vurulmuştu ve bebek’te vurularak öldürülmüştü. Kaçmaya çalışan herkes öldürülmüştü.”
3- Ebu Yusuf 70 yaşında, Ramallah yakınlarındaki bir mülteci kampında yaşıyor.
“Çatışma bitince Yahudiler, tüm sağ kalan Arapları esir aldılar. Kadınların üzerindeki altınları gasp ettiler. Yahudiler kendi yaralı ve ölülerini topladıktan sonra Arap erkekleri taşocağına götürüp kurşuna dizdiler.
Bir kadın, oğlunu kadınların ve çocukların toplu halde durduğu yerden 40-60 metre geride bırakmıştı. Yahudiler çocuğu vurdular ve Yahudi çocukların, onun cesedine taş atmasına izin verdiler. Daha sonra çevredekilerin bakışları esnasında cesede gaz döküp yaktılar.
Daha sonra aramızdaki kayıpları bulmaya çalıştık. Kudüs Yafa kapısında Arap Birliği tarafından bir yere toplandık. Herkes kayıp olan bir oğul, kız, kız kardeş veya anne için etrafını arıyordu.
Tüm erkekler savaştığı için görgü tanığı olarak kadınlar ve çocuklar kalmıştı. Yahudiler kendi cesetlerini topladıktan sonra, Arap cesetlerini köy meydanındaki kuyuya attılar.”
Kaynak: alnakba.org
NOT: Bu Yazı Genç Birikim Dergisinin 169.Sayısında (Haziran-2013) Yayımlanmıştır.