Gezi Parkı ve Adeviyye Tahlili
Gündem Son Sayımız Yazarlar

Gezi Parkı ve Adeviyye Tahlili

31 Mayıs 2013’de İstanbul Taksim Gezi Parkı’nda protesto eylemleri başladı, hedef Başbakan Erdoğan’ı ve hükümeti devirmekti, olmadı beceremediler. Fakat aynı mihrakların tahriki ile Mısır’a yüklendiler. 3 Temmuz 2013’de Mursi’yi devirdiler..

Ama, şimdilik.. Mursi’nin kendi atadığı kişi tarafından devrilmesi Mısır’ın da, Mursi’nin de sonu değil elbette. Venezüella’da Chavez darbe ile devrilmişti. Hapse atılmıştı. Halk gücünü gösterdi ve 2002’de Chavez yeniden devletin başına geçti ve ölünceye kadar da devlet başkanlığı devam etti..

Mısır’da darbe 3 Temmuz’da oldu. Darbeciler Mursi’yi devirince her şeyin bittiğini, isteklerine kavuştuklarını sandılar. Mısır’da birçok İslam coğrafyasında saygın bir yeri olan mümkün olduğunca halka ve halkın değerlerine saygı gösteren, halkın yanında yer alan; 1948, 1956, 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarında ön safta çarpışan Müslüman Kardeşler Teşkilatı hiçbir zaman teröre tevessül etmedi. Tahrir meydanının yıktığı Mübarek dönemi sonrasında da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde % 52 oy alarak Cumhurbaşkanı olan Mursi birilerini rahatsız etti. Birileri Mursi’nin Cumhurbaşkanlığı için ‘bu sayılmaz’ dedi..

 

Peki! Kim bu rahatsız olanlar? İnanın o kadar çok rahatsız olan var ki.. Hele hele dünyaya yönelik hükümler ihtiva etmeyen Hıristiyan dünyasının önde gelenleri dizlerine dizlerine vuruyorlar. Ve onlar diyorlar ki; ‘bu demokrasi bizim dinimize uygun bir dünya görüşü, yönetim biçimi, o zaman ne diye biz halkı Müslüman olan ülkelere ve üçüncü dünya ülkelerine demokrasiyi tavsiye ettik ki? Bakın adamlar bizim Hıristiyan dünyası için düzenlediğimiz demokrasi ve onun alt başlıklarını kendi ülkelerine tatbike çalışıyorlar. Doğrusu bu durum bizi endişelendiriyor. Yapmamız gereken şey, onlara demokrasinin kendilerine yaramayacağını, olmadı demokrasinin sandıktan ibaret olmadığını yeniden telkin etmektir..’

Halkı Müslüman olan ülkelerde; kim hükmedecek, ne ile hükmedecek sorusunu sorduğumuzda halkın ekseriyetinin cevabı dini aidiyetine göre olur. Velev ki seçtikleri yöneticiler İslam’la hükmetmeseler bile İslami kimlikleri halk için bir güvence, bir rahatlama nedeni olur. Nitekim Hilafetin ilga edildiği Türkiye’de tek parti sonrası 1950’den itibaren yapılan tüm seçimlerde halk tercihini yaparken İslami aidiyetini öne çıkarmıştır. Lütfen hemen itiraz etmeyiniz. İslami aidiyet derken, Kur’an ve Sünnet’in öngördüğü aidiyet bağlamında olmasa da halk, bildiği inandığı ve yaşadığı şekliyle oluşan aidiyetini hep sandığa yansıtmıştır. Bu haliyle bile sandık birileri için sıkıntı oluşturmuştur. Zira o birileri için sandık meşruiyeti kendi istedikleri adayın kazanması ile oluşur. Halkın tercih ettiklerinin iş başına gelmesi ve onların da halkın değerlerine saygılı davranması o birilerini rahatsız eder. Hâsılı sandık, demokrasi, insan hakları, özgürlükler, fırsat eşitliği, hukukun üstünlüğü gibi kavram ve yaklaşımlar gerçekten tüm İslam coğrafyasını kontrol altında tutmak isteyen, İslam coğrafyasında Kur’an’ın ön gördüğü İslam’ı görmek istemeyen, Müslümanların yer altı ve yer üstü kaynaklarının küresel sermayenin emrine verilmesini isteyen güçleri ve onların yerel uzantılarını rahatsız etmiştir.

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan ve adına ‘Arap Baharı’ denilen sürecin bir taraftan ‘ulus devlet’ anlayış ve uygulamalarını revize etmesi, diğer yandan enerji kaynakları başta olmak üzere tüm ekonomik birimlerin küresel sermayeye eklemlenmesi, İslam’ın tıpkı Hıristiyan dünyasında algılandığı gibi sadece ‘uhrevi’ boyutu ile algılanması hedeflenirken, karşılarına bambaşka bir tablo çıktı. Bu tablo değerlerine sahip çıkmak isteyen bir tablo idi…

Hani Anadolu’da bir söz var: ‘Kızını dövmeyen, dizini döver’ diye. Aslında Mısır’ın ve Mursi’nin başına gelenler, Türkiye’nin ve Tayyib Erdoğan’ın başına gelecekti. Ama kime niyet kime kısmet!

31 Mayıs 2013’de başlayan ve Haziran ayı boyunca yer yer şiddetli, yer yer hafif geçen ve halen de artçı sarsıntıları ile varlığını hissettiren ‘gezi parkı’ olayları olarak isimlendirilen süreç, demokrasi sandığından öç alma ve devamında da Başbakan’ı indirme süreci idi. Hatta Başbakan’ın Kuzey Afrika seyahatini ‘ülkeden kaçıyor’ diye isimlendirdiler, twitler attılar. Sonrasında kaçtı, dönmeyecek dediler. Levent Kırca, Londra’da eline tutuşturulan mikrofonda İstanbul’da nereleri ellerine geçirdiklerini, AK Parti iktidarını devirdiklerini falan dillendirdi. Tabii ki Levent Kırca ve Müjdat Gezen gibilerin tiyatral söylemleri ciddiye alınmaz ama; ‘çocuktan al haberi’ diye de bir ata sözümüz var.. Ve Tayyib Bey Kuzey Afrika gezisinden döndü. Atatürk hava limanından itibaren geniş ve heyecanlı bir halk kitlesini ‘gezi parkı’ tertipçilerinin karşısına dikti. Sincan’da 600 Bin, Kazlıçeşme’de Bir Milyon İki yüz Elli Bin, Kayseri’de 200 Bin kişilik halk kitlelerini meydanlara çıkarttı. Ve tabii ki bu çıkışı ile sandıktan anlamayanlara alternatif olarak sokağı gösterdi. Sokak ve halk gücü, halka rağmenci grup, parti, bürokrat ne varsa ürküttü ve özellikle de Londra, Berlin ve New York’un temsilcileri, komisyoncuları olan sermaye çevrelerini büsbütün korkuttu. Ayranı üfleyerek içen Boyner grubu ve benzerleri her türlü takiyyeyi bir kenara bırakarak gezi parkı olaylarına destek verirken asla Tayyib Bey’in geri dönmeyeceğini, dönse bile iktidarının devam etmeyeceğini hesap etmişlerdi. Merkel ve Cameron galiba kulaklarına öyle fısıldamıştı ya da Netenyahu, 29 Ocak 2009 Davos zirvesindeki ‘One Minute’ in sonuna gelindiğini ihsas etmişti. Tabii ki onlar ve onların uzantıları Allah’ın gücünü ve halkın gücünü hesaba katmamışlardı. Nitekim Sisi’de Mursi sonrası Allah’ın ve Mısır halkının gücünü hesap etmemişe benziyor. Yok değilse niçin Mısır halkını, kendi yandaşlarını sokağa çıkarıyor. Açıkça, alenen, utanmadan, omuzundaki yıldızlara ve onları verenlere aldırış etmeden iç savaş çağrısı yapıyor? Onu oraya getiren efendilerinin biteviye kendisine destek olacağını mı sanıyor. Baradey ve benzerlerinin ilkeli duruş sergileyeceklerini mi sanıyor. Mısır muhalefetinin öncüleri olan Baradey, Amr Musa, Hamdin Sabbahi, Cumhuriyet Başsavcısı Abdul Mecid Mahmud, Ahmed El Zind evet bunların hepsi de isterseniz Ezher Şeyhini de ilave edin evet bunların hepsi de dünyalıktır. İlkesiz; makamı, parayı ikram edenlerin kuludurlar bunlar. Sisi güçlü olduğu sürece ona yardımcı olurlar, güç zaafı belirdiğinde ilk onlar Sisi’yi terk ederler.

Ekonomik gücü, medya gücünü elinde bulunduran, El-Fecr, Al Youm Al-Sabe ve Vatan Gazetelerinin sahibi Muhammed El-Emin, Kleopetra Seramik’in sahibi Al-Ainen, Kıpti iş adamı Ruda Edward, Mustafa Bekri, Tarık Naur vb. iş adamlarının Sisi’ye destekleri aynen bizim Gezi Parkı’na destek veren iş adamlarının desteği gibidir. Hâlbuki beyinsizler, bir düşünün 25 Ocak 2011’de Mübarek’i deviren meydan Tahrir idi, Mursi’yi deviren meydan da Tahrir. Ee yarın sizi ve Sisi’yi devirecek meydan da Tahrir veya Adeviyye Meydanı olacaktır. Evet, Gezi Parkı’na ve Tahrir’e destek veren sizler, hepiniz gidicisiniz. Ama unutmayın halklar kalıcıdır. Akıllı insan, akıllı tüccar, akıllı siyasetçi ve akıllı bürokrat gidicilere değil, kalıcılara yatırım yapar.

Gezi Parkı olaylarını, Tahrir Meydanını, Suriye’deki gelişmeleri, Irak felaketini tahlil etmek için fotoğrafın bütününe bakmamız gerekmektedir. Dilerseniz bu fotoğrafın bütününe bakmaya çalışalım.

Amerika’nın ve Avrupa’nın Ortadoğu siyasetinde yer yer ortak, yer yer de ortak olmayan yaklaşımları var. Ulus devlet ve oligarşik yapının söz konusu olduğu körfez ülkelerinin ise yaklaşım, beklenti ve kaygıları daha farklı. Amerika Körfez Harekâtı ve Irak işgali sonrası Ortadoğu’dan beklentilerini büyük ölçüde aldı. Bilhassa enerji kaynakları ve enerji trafiğini kontrol altına almasıyla birlikte Avrupa, Çin ve Japonya’ya karşı ekonomik olarak güçlü konuma geldi. Rusya ile ittifakı da zaten bu üçlüye karşı bir ittifaktır. Amerika’nın Ortadoğu’da ve kendi iç siyasetinde başını ağrıtan en temel konulardan birisi, hiç şüphesiz İsrail’in güvenliğidir. Bu, bir bakıma Amerika’nın boynunun borcudur. Zaten son zamanlarda Amerikan dışişleri bakanı Kerry’nin sürekli Ortadoğu’ya gelmesi İsrail ve Filistin tarafına ‘iki devletli çözüm’ önerisini dayatması bu nedenledir. Ancak İsrail-Filistin barışının önünde ciddi engeller var. En önemlisi de Yahudi yerleşimciler ve Filistinli mülteciler. İsrail yönetimi ne zaman Amerika barış görüşmeleri girişiminde bulunsa, İsrail hemen işgal ettiği topraklarda yeni yerleşim kararları alıyor. Şimdi de Amerika üç yıl aradan sonra barış görüşmeleri girişimini başlattı. İsrail yine Doğu Kudüs’te yeni yerleşim planlarını açıkladı. Aslında İsrail de, Amerika da önemli ölçüde biliyorlar ki Filistin Devleti, Batı Şeria’nın bir kısmı ile Ürdün toprakları üzerinde kurulacak. Ancak bunun için henüz şartlar olgunlaşmadı. Zira Suriye’de kronikleşen iç savaş beraberinde parçalanmayı ya da federatif yapılanmaları getirecek. Başta Nusayriler ve Kürtlerin otonom yapılanmaları öne çıkacak gibi gözüküyor. Suriye, Şam ve Halep’i gözden çıkardı. Bu yüzden Şam ve Halep her şeyi ile yok edilmeye çalışılıyor. Tıpkı Bağdat’ı Sünni’lere yâr etmek istemeyen Maliki yönetimi gibi. Dikkat ediyor musunuz, Hilafet merkezi olan bütün beldeler hedef tahtası haline getirilmiş durumda. Şam bitti, Bağdat bitti, Allah (cc) İstanbul’u korusun! Bu gelişmeler rastgele gelişmeler değil. İslam’dan, İslam’ın Sünni yorumundan ve bunları çağrıştıran her şeyden nefret ediyor birileri. İşte bu günkü Ortadoğu’ya şekil vermek isteyen emperyal güçler, Siyonizm ve yerli işbirlikçilerinin oluşturduğu bir fotoğraf ile yüz yüzeyiz. Bakmayın siz Amerika’nın ve İsrail’in İran’dan, Maliki’den şikâyetine. Özellikle İsrail kendi güvenliği için tehdit olarak gördüğü Sünni coğrafyadaki tüm Müslüman yöneticileri yönetimde görmek istemiyor.. Gezi Parkı’nın da, Tahrir’in de, Bağdat’ın da, Şam’ın da yıkılması, yok olması onları ziyadesiyle sevindiriyor. Dünün mücahidi Nasrallah’dan bu gün Allah’tan daha çok hoşnut olan İsrail’dir, bundan kimsenin şüphesi olmasın. Literatürlerinde hilafet ve halife kavramı olmayan, mezhebini din olarak gören kesimler, bu günkü Ortadoğu fotoğrafında önemli bir yer tutmaktadır. Ama bu fotoğraf nesiller boyu unutulmayacak. Gönül ister ki unutulsun; yeni Kerbela’lar, Hama’lar, Halepçe’ler olmasın. Şüphesiz bunun için de tarafların yapacağı tek şey var: Allah’tan razı olmak, O’nun rızasını celp edecek düşünce, iman ve amel sahibi olmak. Aklı başında her Müslüman’dan beklenecek olan şey, aidiyetinin gereklerini yerine getirmesidir. Her ne nedenle olursa olsun, kardeşinin hukukuna saygı göstermesi ve fitneye, kaosa, emperyalist beklentilere fırsat vermemesidir.

Londra, Berlin, Tel Aviv, New York (Beyaz Saray değil) Ortadoğu’da, halkına ve halkın isteklerine saygılı yönetim ve yöneticiler istemiyor. Hele hele Türkiye modeli bir yönetimi, Tayyib Bey türünden bir yöneticiyi hiç istemiyor. Zaten Mursi’nin de başını yakan AK Parti Kongresinde: ‘Sonuna kadar Türkiye’nin yanındayız’ ifadesi ile Tayyib Bey’in ‘One Minute’ çıkışından sonra aralarında Körfez Emirliklerinin de bulunduğu 10 ülkede yapılan ankette Erdoğan da soruldu. Anket yapılan ülkelerde Tayyib Bey’in o ülkelerin liderlerinden daha çok sevildiği gerçeği ortaya çıktı. (Takvim, Ergün Diler, 10.07.2013) Elbette Sosyal Medya denilen olguların olduğu bir yerküre’de tahtlarını, taçlarını korumak isteyen emirlikler de rahatsız olacaklardı ve oldular nitekim. Sisi’ye en çok desteği Suudi Arabistan ve onların Mısır uzantısı Selefiler, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail verdi. Tüccarlaşmış Mısır ordusu 3 Temmuz’a kadar tüm petrol vanalarını, elektrik düğmelerini kapattığı halde, Mursi’nin devrilmesinden hemen sonra her şey hemen bollaştı. Arap ülkelerinden milyarlarca dolar akmaya başladı. Yani Mısır’da yaşananlar bizim Türkiye olarak 11 Eylül 1980 günü yaşadıklarımıza o kadar benziyor ki, ama 33 yıl arayla bir benzeme! 11 Eylül günü Sıhhiye’de bir işim vardı. Mithatpaşa Cad. ile Atatürk Bulvarının kesiştiği köşede ve Büyük Ordu Evi’nin karşısında küçük bir Ordu Evi vardı. İşte o gün oraya ve daha birçok yere bombalı pankart asmışlardı. Ama ertesi gün 12 Eylül 1980 sabahı askerler düdük çalınca tüm görevliler, boykotçular, pankartçılar evlerine döndüler..

Son olarak stratejik bir konuya temas etmek istiyorum. Örneğim İran’dan olacak. 3 Eylül 1978’de İran halkı Humeyni’nin teşvikiyle Tahran’ın damlarına çıktılar ve 11 Şubat 1979’a kadar ‘Allah-u Ekber’ nidalarını terennüm ettiler. Şah ve askerleri ‘Allah-u Ekber’ diyen halka ateşle karşılık verdi. Humeyni, kendilerine ateş edilen halka: ‘Onlar sizin kardeşleriniz, onlara ateşle karşılık vermeyin, çiçek atın.’ dedi. Sonuçta zafer tetiğe basanların değil, çiçek atanların oldu. Eğer ateşe ateşle karşılık verselerdi, Şah’ın korkunç silahlarını, hunharca kullanmasına meşruiyet kazandırmış olurlardı. Oysa çiçek atarak Şah’ı ve yandaşlarını zalim, Şah’a ve rejimine karşı mücadele edenleri de mazlum konumuna getirdiler..

İkincisi, Devrimi Humeyni ve arkadaşları gerçekleştirdi. Devrim sonrası hükümeti kurma görevini Humeyni liberal eğilimli mühendis Mehdi Bazergan’a verdi. Bazergan kabineyi İbrahim Yazdi, Ali Rıza Nobari, Kerim Sencabi ve Sadık Kutbizade gibi liberallerden ya da sosyal demokrat, demokratlardan oluşturmaya başladı. Bazergan bir ara Humeyni’ye gelerek: ‘Oğlunuz Ahmed’e de kabinede yer vermek istiyoruz’ dediğinde, Humeyni: ‘İran halkının kanları ile elde edilmiş bir devrimi oğlum Ahmet’le kirletemem’ cevabını verdi.

Birinci örneği Suriye için düşünelim, ikincisini de Mısır için düşünelim ve bunun sonucu olarak da bilhassa Ahzab suresinin ilk üç ayetini de dikkate alarak tüm Müslümanlar olarak stratejik aklımız var mı, yok mu bir daha gözden geçirelim. Dolayısıyla aynı delikten yılana mükerreren sokulmayalım. Ahzab suresinin ilk üç ayeti şöyle: ‘Ey Peygamber! Allah’tan kork; kâfirlere ve münafıklara itaat etme, şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Rabbinden sana vahyedilene uy; muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’a dayan; vekil olarak Allah yeter.(33/1.2.3)

Bu ayetlerin ışığı altında bireysel ve kurumsal olarak yeniden düşünce ve davranış kodlarımızı gözden geçirelim. İnanın, gerçekten Allah’a gereği şekilde inanır, güvenir ve O’nu vekil olarak kabul edersek üstün gelecek olan ancak mü’minler olacaktır.

Gezi Parkı takipçileri, Tahrir çığırtkanları vb. bilhassa Adeviyye Meydanında, İskenderiyye’de, Port Said’de katliam yapan başta Mübarek rejiminin polisleri ve onları takiben Sisi ve askerleri, Baradey, Amr Musa, Hamdin Sebbahi gibi Mursi’ye muhalefet odakları, komisyoncu zenginler, İsrail’i memnun etmek isteyen satılmışlar, zaman sizin aleyhinize işliyor. Çünkü Adeviyye meydanını dolduran insanlar, şu ana kadar silaha tevessül etmediler. Tezleri ile ayakta duruyorlar. Mursi eğilmedi, dimdik ayakta. Mısır’lı Müslümanlar Suriye’deki gibi Sisi rejimine silah kullanma meşruiyeti vermediler. Merak etmeyin bu hal böyle devam ederse tetiğe basanlar, kendi insanını katledenler mutlaka kaybedeceklerdir. Unutmayalım Hz. Peygamber (a.s) Mekke’de hiçbir zaman müşriklerin işkence ve saldırılarına meşruiyet zemini oluşturmadı. ‘Şib’i Ebu Talib’ denilen yere sığındıklarında da aidiyetinden taviz vermedi. Sonuçta aziz olan Hz. Peygamber ve arkadaşları oldu. Zelil olan da Ebu Cehil ve yandaşları oldu. Merak etmeyin Hz. Peygamber’in stratejik sünnetine uyulması halinde Mısır’da da Suriye’de de, Filistin’de de aziz olan Müslümanlar, zelil olan(lar)da zalimler olacaktır… (29.07.2013)

 

NOT: BU YAZI GENÇ BİRİKİM DERGİSİNİN AĞUSTOS 2013 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.

 

GRUBA KATIL