İnsanlık tarihi boyunca Müslümanların büyük kıyımlardan geçtiği dönemler olmuştur. Şanlı tarihimizde zaferlerimiz kadar acılarımız da var. İslam tarihi, kanlı gözyaşlarını akıtır sayfalarına. Ağıtların, gözyaşının, acının, hüznün ve özlemin hiç dinmediği, aynı zamanda da sabrın ve mücadelenin hep devam ettiği bir coğrafyadır İslam coğrafyası. Tarihin bazı dönemlerinde kıyımdan geçirilen Müslümanları; tiyatro izler gibi izleyen, bir iki gözyaşı döküp kenara çekilen ve bu duruma sesiz kalmayıp imkânı dâhilinde hiçbir yardımı eksik etmeyen Müslüman portrelerini görüyoruz.
Empati, başkasının duygularını anlama, bu duyguları anlamakla birlikte paylaşma ve başkasının davranışlarının arkasındaki motivasyonu içselleştirebilme yeteneğidir. Maalesef ümmetin büyük çoğunluğu, bu yeteneğini kaybetmiş durumda. Vahşice öldürülen, her türlü işkenceden geçirilen, tecavüz edilen, malları gasp edilen, onurları zedelenen ve toprakları işgal edilen mazlum Müslümanların durumları karşısında ne kadar empati kurabiliyoruz? Kurduğumuz empati mi yoksa vicdan aldatmacası mı?
“Müminler; birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhari, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66). Hadis, çok açık değil mi? Bugünkü hâlimiz içler acısı. Dünya hayatına dalmış, sadece dünyevi hedefler peşinden koşan, onu elde edebilmek için her türlü şeyi mübah görüp hayatını bu yolda tüketenler hâline gelmişiz. Yazıklar olsun bize! Üzerimizdeki bu gafleti, uyuşukluğu, tembelliği ne zaman atacağız? Ne zaman düşmanlarımızın ellerinde kirletilmiş namuslarımızı kurtaracağız? Bizler, zihinleri gasp edilmiş, düşünme yetisi elinden alınmış bir ümmetiz. Kavramların birbirine girdiği, kimsenin kimseye güvenmediği, hemen hemen her hizbin kendi sancağını yüceltme yarışına girdiği korkunç bir zamanı yaşıyoruz. Bizler, emperyalistlerin tarlası hâline geldik. İstedikleri ürünü ekip biçiyorlar.
İmtihan dünyasında hak ile batılın savaşı, kıyamete kadar devam edecek. Tağutlar, Firavunlar, zalimler eksik olmadı ve olmayacak. Önemli olan hangi tarafta olduğumuzdur. Bir iki damla gözyaşı döküp kenara çekilmek mi yoksa kardeşlerin acısını içselleştirip harekete geçmek mi? Ashabu’l-Uhdud’u, Mekke Dönemi işkencelerini, Endülüs’ü, Haçlıların Müslümanlara yaptıklarını, Bosna’yı, Çeçenistan’ı, Doğu Türkistan’ı, Halepçe’yi, Yemen’i, Irak’ı, Suriye’yi ve halen devam eden büyük acımız ve utancımız Gazze’yi hatırlayın. Şu ayeti de hatırlayın: “Hem size ne oluyor ki Allah yolunda ve ey rabbimiz, bizleri, halkı zalim olan bu memleketten çıkar, tarafından bizi iyi idare edecek bir sahip ve bize katından bir kurtarıcı gönder, diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların kurtarılması uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” (Nisa 75). Bugün herkes kendi mevzisinde mücadele etmeli ve kendisini kandırmayı bırakıp harekete geçmelidir. İşte Gazze gözlerimizin önünde. Bir Ashabu’l-Uhdud kadar, canlı ve gerçek… HD kalitesinde videolar, vicdanlarımızın önüne geliyor.
Müslüman kardeşlerinin düştüğü duruma sessiz kalmayan birkaç şahsiyetten bahsetmek istiyorum: Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Osman (ra) ve Mutasım.
Hz. Ebu Bekir (ra), Müslüman olduğu gün, ticaretinden biriktirdiği kırk bin dirheme sahipti. Müslüman olduktan sonra da yaptığı ticaretten çokça para kazanmıştı. Resulullah (sav) ile Medine’ye hicret ettiği zaman, sadece beş bin dirhemden başka bir varlığı kalmamıştı. Servetini, Mekke müşriklerinin efendilerinden her türlü işkenceyi gören Müslüman köleleri kurtarmak için harcadı.
Hz. Osman’ın (ra), halifeliğinden önce Şam’dan gelecek bir kervanı vardı. Bu sıralarda Müslümanlar büyük kıtlık yaşıyordu. Gelecek olan kervan, bin deveden oluşuyordu. Buğday, zeytinyağı ve üzüm yüklüydü. Tacirler ondan mallarını istemesine rağmen, bana sizin verdiğiniz ücretten daha fazla veren var, deyince tacirler, “Bizim dışımızda tacir kalmadı, kim vermiş olabilir sana bizden fazla?” derler. Hz. Osman şöyle karşılık verir: “Allah, bana her bir dirhem karşılığında on dirhem verdi. Siz, bana daha fazlasını verebilecek misiniz?”
Halife Mutasım döneminde, Rum valisi, yağmaladığı Müslüman kasabalarından birinde, Müslüman bir kadını esir alır. Kadına işkence ederlerken kadın, neredesin Mutasım, şeklinde bağırır. Bunun üzerine Rum valisi, dalga geçerek kadına; Tabii, Mutasım beyaz atlı ordularıyla şimdi gelir ve seni kurtarır, der. Bu haber, hilafet sarayına ulaştığında Mutasım, sevdiği bir içeceği yudumluyordur. Haberi öğrenince o kadını esaretten kurtarmadan bana yeme içme yok, der. Rum valisinin söylediği gibi büyük bir süvari birliği hazırlar ve kendisi, bu orduya komutanlık eder. Halife Mutasım, şehri fetheder ve Rum valisini öldürür, kendisine haykıran kadının elinin bağlarını çözer, onu tutsaklıktan kurtarır.
Örnek verdiğimiz şahsiyetlerin, kardeşleri için yaptıkları fedakârlıklar, bize yol göstericidir. Kardeşlerinin sıkıntılarını sadece içselleştirip bir kenara çekilmediler. Hemen harekete geçerek vicdanlarını, bedel ödeyerek rahatlattılar. Yoksa iki damla gözyaşı dökerek -bu ameli küçümsemiyorum, Allah’a sığınırım- kenara çekilmediler. Müslümanların acılarına en yüksek derecede empati kurarak harekete geçtiler.
Gazze’de kardeşlerimizin başına gelenler, samimi Müslümanları kahretmektedir. Hiçbir şey yapamamak… Acaba tarihin hangi zamanında bu kadar aciz kaldık? Ne bir ordumuz ne de birliğimiz var! Zillet üzerimizden kalkmıyor. Zifiri karanlıkta bir mum ışığına muhtaç kaldık. Bir buçuk, iki milyar nüfusumuz olmasına rağmen… Gazze’deki kardeşlerimiz için harekete geç(e)miyoruz. Bir futbol maçı kadar konuşulmuyor Gazze! Dertlenemedik, kederlenemedik, sahiplenemedik Gazze’yi. Kendi başına, akbabalara terk ettik mazlumlarımızı.
Kardeşleri için gayret eden kardeşlerimiz var elbette. Sözümüz onlara değil. Türkiye Müslümanları olarak büyük bir bolluk ve rahatlığın içindeyiz. Tok, açın hâlinden anlamıyor. Nasıl empati kuracağız? Kardeşlerimizin feryatlarını nasıl işiteceğiz ve içselleştireceğiz? Onların yaşadığını yaşamaya çalışarak bunu biraz başarabiliriz. Aksi hâlde ancak onların durumuna düştüğümüzde çok iyi anlamış olacağız.
Katledilmiş çocukların acısını, anne baba olanlar en iyi hisseder. Belki de en iyi becerebildiğimiz empati bu. Açlık çeken kardeşlerimizi anlamak için ise aç kalmayı denemeliyiz. Kuru ekmek ve yanında bir çeşit katıkla empati kurmaya çalışmalıyız. Tok karınla sadece vicdanımızı aldatırız. Bazı günler ise hiç yememek… Çünkü onlar, bu hâlde ve daha kötüsünü yaşıyorlar.
Hemen hemen hepimiz görmüşüzdür, canlı veya videolardan. Yalın ayak; soğukta, üzerinde ince elbiselerle tir tir titreyen çocukları. Kışın soğuğunda sen de yalın ayak ve ince elbiselerle çık ve kardeşinin yaşadıklarını bir nebze hisset. Sıcak sobanın veya peteğin başında hüzünlenerek vicdanını aldatmaktan başka bir şey yapmazsın. Soğuktan birbirlerine sokulup ince hasırın üzerinde sabaha kadar ısınmaya çalışan mazlumlar gibi biz de yapalım ve vicdanlarımızı sıcak yataklarımızda aldatmayalım. Kendilerine doğru gelen havan sesinin dehşetini, tank paletlerinin gıcırtısının sesini, kan ve barutun kokusunu onlar her gün yaşıyorlar.
Elbette vicdanı olan her insan harekete geçecektir. Avrupa’da vicdanlı insanların neler yaptığına şahit olduk. Filistinlileri desteklemede, Müslümanları sınıfta bıraktılar. Kariyerlerini tehlikeye atanlar, dayak yiyenler, günlerce aynı yere gelip protestolarını yapanları gördük.
Bizim empatimiz; Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Osman’ın ve Mutasım’ın empatisi (içselleştirmesi) gibi olmalı. Artık vicdanlarımız, bedenlerimizle beraber harekete geçmeli. Allah’ın davasını herkese ulaştırmalı, peygamberî mücadeleyi sürdürmeli ve bu ayetin bize gösterdiği hedefe ulaşmak için çabalamalıyız: “Fitne (şirk) sonlanıncaya ve din (otorite) Allah’a ait oluncaya dek onlarla savaşın. Yaptıklarına son verirlerse zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (2/Bakara, 193).
Yazdıklarım; önce kendi nefsime, sonra siz kardeşlerime…
Rüstem AYILMAZDIR
Ashabu’l-Uhdud (Temsili Resim)
Gazze