Vasiyet, “Bir başkasından kişinin hayatında veya ölümünden sonra bir şey yapmasını istemek” anlamına gelmekle birlikte daha sonra bu kelimenin ölüm sonrasında “bir şeyin yapılmasını isteme” manasındaki kullanımı, yaygın hale gelmiştir.[1]
Vasiyet, emanettir; bu sebeple fıkıhta bu konuyla alakalı özel bab açılmış ve vasiyetin yerine getirilmesi de vacip hükmünü almıştır, Şaari’ (yasa koyan hüküm koyan) tarafından. Muhammed’in (Aleyhisselam) ümmeti olarak bizlere ondan geriye kalan mübarek sözleriyle emanetler bırakılmıştır. Ümmet ne zaman ona ittiba etmişse bu sözleri emanet olarak sevmiş, sahip çıkmış, yerine getirmiş; ne zaman da ona ittibadan ayrılmışsa bu emanetleri unutmuştur.
Kulluk Kitabımızda Rabbimiz, ne güzel buyurmuş: “Kim, bu vasiyeti işittikten sonra değiştirirse, şüphesiz bunun günahı onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir.”[2]
Biz ki çok kıymetli bir mirasın vasileriyiz. İlk kıblemiz, on altı ay namaz kıldığımız mübarek belde, emanet olarak bırakılan miraslardan birisi de “Mescid-i Aksa”dır. Bu mirasa gerektiği gibi sahip çıkamamıştır bu ümmet.
Resulümüz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Peygamber’in azatlısı Meymune (radıyallahu anha): “Ya Rasulullah! Beyt-i Makdis’e gidip gitmeme hakkında bize ne buyurursunuz?” dedi.
Allah Resulü: “Gidin ve orada namaz kılın!” diye cevap verir. Fakat o zaman orada (Bizans ile Persler arasında) savaş vardı ve bunu dikkate alan Peygamber Efendilerimiz (aleyhissalatu vesselam) şöyle buyurdu: “Şayet oraya gidemez ve orada namaz kılmazsanız, oranın kandillerini aydınlatacak yağ gönderin!”[3] Yani oranın terkini veremeyiz, karanlıkta kalmasın, orası Enbiyalar beldesidir. Asla terk edemeyiz. Efendimiz’in Miraç yolculuğuna çıktığı kutsal güzergâh…
Biz Müslümanlara düşen, öncelikle oranın ehemmiyetinin, geçmişinin, içinde bulunduğu durumunun tebliğini yapmaktır. Müslüman olduğunu iddia edenler, orası için yardım çalışmalarımızı görünce, bize şöyle diyorlar:
“Orası da kendi başının çaresine baksın.” Ya da biraz daha Kemalistçe şöyle derler:
“Araplar bizi arkadan vurmuştu.” Biz, dediği kim biliyor musunuz? Osmanlı Devleti. Akşama kadar Osmanlı’ya dil uzatırlar; şimdi, birden Osmanlı Devletini savunur olurlar. Aslında mevzu, Osmanlı Devletini savunmak değil, Filistin’deki zulmü dile getiren, anlatan işin şuurunda olanların sözünü etkisiz kılmaktır.
Suphanallah! Münafıklar ne garip! Onlar konuştuklarında aslında kendilerini de yalanlarlar. Bu da onlara Allah tarafından verilen ceza olsa gerek.
Bizim Peygamberimiz, değil Müslümanın, kâfir olsa da mazlumun hakkının savunulmasını bize öğretmiştir.
Rasûlullâh Efendimiz’in (s.a.v) câhiliye devrinde tasvîp edip katıldıkları tek cemiyet, “Hılfü’l-Fudûl”dür. Çünkü bu, bir adâlet cemiyeti idi. Yardımlaşmak, zâlimden mazlumun hakkını almak, zulüm ve haksızlığa mânî olmak için kurulmuştu. Buna, Hılfü’l-Mutayyebîn de denir. Hılfü’l-Mutayyebîn, eskiden beri devam eden bir anlaşmadır. Bunu yapan kabileler, aynı zaman da Hılfü’l-Fudûl’ü de yaptıkları için bu iki isim birbiri yerine kullanılmıştır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v), bu cemiyet hakkında nübüvvetten sonra şöyle buyurdular:
“Gençken amcalarımla birlikte, Hılfü’l-Mutayyebîn’de hazır bulundum. Kızıl develer (yâni en kıymetli dünyâ metâı) verilse bile o ahdi bozmak istemem!”[4]
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kâfir olsa da mazlum oldukları için yapılan kurtarma ve yardımı ve o üzere varılan anlaşmayı, “faziletliler anlaşması” olarak isimlendiriyor. İnsan hakları beyannamesi yazıp insanlığa sunan batının sahtekârlığı, her gün değişik şekliyle ortaya çıkıyor. “Veda Hutbesi”ni okuduğumuzda bunu daha iyi anlıyoruz.
Müslümanlar olarak bizler, bugünkü yaşanan bu zulme ve katliama kayıtsız kalamayız. Hem yok edilen insanlık, soy kırımı hem de İslam kardeşliği üzerimize farz iken.
Müslüman hanımlar olarak, kâfirlerin ve onların en şedidi olan Yahudilerin yaptıklarını unutmayacağız unutturmayacağız! Allah’ın takdiri yerini bulacaktır. Biz, bize düşen görevlerimizi bilelim, Rabbimiz abes iş görmez, her şeyin bir bitiş noktası ve onun gelme vakti vardır, va’idi (cezası) haktır.
Tebliğimizle insanları bilinçlendireceğiz, özellikle hanımlar evlerinin ihtiyaçlarını, alışverişlerini yaparken onlara her ne katkı sunuyor ise uzak duracağız ve evlatlarımıza öğreteceğiz. Ekonomik noktada onları sarsacağız. Rabbimizin onlar hakkında öğrettiği Bakara Suresini onlara belleteceğiz. Onları adları gibi bilsinler ki sahte gülüşlerine aldanmasınlar.
Nebevi metoddan öğreneceğiz Rasulümüzün yaptıklarını. Metodunu takip edeceğiz. Hendek savaşında, Müslümanları arkadan vuran hain, dönek yalancı kavim olan Beni Kurayza Yahudilerine ne yaptı? Öncelikle Allah’ın emriyle onların hurmalıklarını kestirdi. Onlar dünyaperesttir. Hurmalıkları kesilirken bağırdılar, “Ya Muhammed, hani sen barış getirmiştin?” Menfaatlerine dokununca hak akıllarına gelir ama sonra hainliklerine tekrar dönerler. Onlar, haksız yere nice peygamber öldürmüştür. Allah, onların sonunu getirecektir. Bize düşen, bu imtihanda hak çizgisinde ve haklının yanında duruş sergilemektir.
En Emin’e emanet olun.
Sümeyye DEMİRCİ
[1] İbn Âşûr, II, 147
[2] Bakara Suresi, 181
[3] Ebu Davud, Salat, 14
[4] Ahmed, I, 190-193, 317. Buhârî, el-Edebü’l-müfred, I, 199/567; Hâkim, II, 239/2870. Krş. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 295.