Britanya (İngiltere), dönemin süper ülkesi olup bir sömürge imparatorluğu idi . Orta Doğu bölgesi, 1900’lü yılların başından itibaren petrolün keşfedilmiş olması nedeniyle, başta İngiltere olmak üzere, diğer emperyal ülkelerin de göz diktikleri bir bölge olmuştur. Bu bölge, Churchill’in de dediği gibi, sömürgeci ülkeler için “bir damla petrol, bir damla kandan daha kıymetli” görüldüğü için emperyal kavgaların odak noktası hâline gelmiştir. Petrolün keşfedildiği bu bölge ise Osmanlı İmparatorluğunun egemenliğinde bulunmaktaydı. İngiltere hem bu petrol bölgelerini ele geçirmek hem de sömürgesi Hindistan’a gidiş gelişi kolaylaştırmak için ya Osmanlıyı parçalamak ya da hilafeti kontrolü altına almak istiyordu. II. Abdülhamit’in halifeliği devam ettiği müddetçe bu amacını gerçekleştirmesi de mümkün değildi. Bu nedenle Abdülhamit’i devirmek için İttihat ve Terakki Cemiyetini (İTC) desteklemişti. Nitekim bu amacına 1908’de, II. Meşrutiyet’i ilan et(tir)mekle ulaşmıştı.
1908’den itibaren Osmanlı, İttihat ve Terakki Cemiyetinin (İTC) yönetimindeydi. II. Abdülhamit’in İTC tarafından devrilmesinden sonra Osmanlı hem toprak hem de kan kaybetmeye başlamıştı. Bir taraftan Trablusgarp savaşı, diğer taraftan da Balkan savaşları Osmanlıyı yıpratmaya başlamıştı. İtalya ile Trablusgarp’ta Uşi antlaşmasını imzalamasına rağmen, Balkan savaşları ile baş edemez hâle gelmişti ve kısa bir süre sonra da Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Osmanlı bu savaşta İngiltere’nin yanında yer almak istemişse de bu kabul görmemiş ve Almanya’nın yanında savaşa girmek zorunda kalmıştı. Osmanlının Almanya yanında savaşa girmesi, İngiltere için ele geçmez bir fırsat olarak görülmüştü. Çünkü İngiltere’nin amacı hem petrol bölgesini ele geçirmek hem de sömürgesi Hindistan’a gidiş gelişi kolaylaştırmak istiyordu. Bunun için de Osmanlının parçalanması gerekiyordu.
İşte İngiltere, bu amacını gerçekleştirmek için, bir yandan cephede Osmanlı ile savaşırken diğer yandan Osmanlıdaki milliyetçi hareketleri kışkırtmaya başlamıştı. Kışkırtılmaya en elverişli kesim, Arap milliyetçileri ama özellikle de Şerif Hüseyin ve ailesiydi. II. Abdülhamit, Şerif Hüseyin ve oğullarına güvenmediği için, bu aileyi 16 yıl İstanbul’da göz önünde bulundurmuştu. Ancak 1908’de İTC yönetime gelince Şerif Hüseyin, 12 Kasım 1908’de Hicaz valisi ve Mekke emiri olarak Arabistan’a gönderilmiştir.
Şerif Hüseyin’in İngilizlerle Görüşmeye Başlaması
Şerif Hüseyin, Mekke emirliğine atandıktan sonra, bölgedeki gücünü ve etkisini artırmak için yoğun bir çaba içerisine girmiştir. Gerek Necid bölgesinde Abdülaziz İbn Suud ile gerek Asir bölgesinde isyan eden Seyyid İdrisi ile çatışmasında Osmanlının kendisine yardım etmediğini bahane ederek İngilizlere yanaşmış ve Osmanlıya karşı bağımsızlık için faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır. Bu amaçla henüz Birinci Dünya Savaşı başlamadan Şubat 1914 itibariyle İngilizlerle temasa geçmiştir.
Şerif Hüseyin, oğlu Abdullah kanalıyla İngiltere’nin Mısır genel valisi Lord Kitchener ve İngiliz doğu işleri Sekreteri Ronald Storrs’la görüşerek İngiliz hükûmetinden yardım istemiştir. Başlangıçta İngiltere tarafından kabul edilmemişse de kısa bir süre sonra Ekim 1914’te İngiliz doğu işleri sekreteri Ronald Storrs, bir ulak kanalıyla Şerif Hüseyin’e gönderdiği mektupta Osmanlı devletinin, İngiltere ile savaşa girmesi durumunda, Şerif Hüseyin’in ne yönde bir politika izleyeceğini sormuştur. Şerif Hüseyin ise ulağa verdiği cevapta şunları söylemiştir: “Bizim Osmanlı İmparatorluğuna karşı taahhüt ve vecibelerimiz varsa onların da bize karşı taahhütleri vardır. Onlar bizim hukukumuza tecavüz ettiler. Bunun mesuliyeti, huzur-ı ilahide kendilerine düşer. Biz de onların hukukuna riayet etmez isek bundan yine kendileri mesuldür.”
Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah da Ronald Storrs’a gönderdiği mektupta; işbirliği için İngiltere’nin, Arabistan’ın iç işlerine müdahil olmayacağına ve Osmanlı yönetiminden ya da dışarıdan gelen saldırılara karşı Şerif Hüseyin’i koruyacağına dair garanti istenmiştir. Buna cevaben Lord Kitchener tarafından yazılan 31 Ekim 1914 tarihli mektupta “… Eğer Arap ulusu, bizi Türklerin zorladığı bu savaşta İngiltere’ye yardım ederse İngiltere, Arabistan’a hiçbir müdahalenin olmayacağını garanti eder ve dış saldırılara karşı her türlü yardımı yapar. Gerçek Arap ırkından bir halifenin, Mekke ve Medine’de seçilmesi gerçekleşebilir.” demekteydi. Mektup, Abdullah’a Kahire’den şu ekle ulaştırılmıştı: “Eğer Mekke emiri, bu çatışmada İngiltere’ye yardım etmek istiyorsa İngiltere Emir Hüseyin’in kutsal ve eşi bulunmayan görevini tanımayı ve ayrıcalıklarını bütün dış saldırılara, özellikle Osmanlıların saldırılarına karşı garanti eder.” Kitchener’in mektubu gönderdiği gün, Osmanlıdan da cihat çağrısı alan Hüseyin, kaçamak cevaplarla cihada katılamayacağını bildirmiştir.
Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal ise 26 Mart 1915’te Suriye’deki Arap milliyetçileriyle (El-Fettat ve El-Ahd cemiyetleriyle) görüşmüş ve onlara Kitchener’in önerileri hakkında bilgi vermiştir. Oradan da İstanbul’a giderek İTC yönetimi ile görüşmüştür. Harbiye Nazırı Enver Paşa, bir de Şerif Hüseyin’e hitaben, 8 Mayıs 1915 tarihli bir mektup yazmıştır. Bu dönemde Çanakkale Savaşı kazanılmış ve İngiltere, müttefikleriyle birlikte 250 bin askerini kaybetmişti. 23 Mayıs’ta Arap milliyetçileri ile yapılan görüşmede, Türkiye karşısında İngiltere ile hangi koşullarda iş birliği yapabileceklerini belirleyen bir protokol imzalamışlardır. Şam’daki bu görüşmelerde bu cemiyetler tarafından hazırlanan Şam protokolüne göre:
– Kuzeyde Adana-Mersin’den başlayıp Birecik, Urfa, Mardin, Midyat, Cizre, İmadiye hattını takip ederek İran sınırına, doğuda İran sınırından İran Körfezi’ne, güneyde Hint Okyanusu’nda Aden’e ulaşan ve batıda Kızıldeniz ve Akdeniz’i takip ederek tekrar Mersin’e ulaşan bölgede bağımsız bir Arap Devleti kurulacak,
– Kapitülasyonlar kaldırılacak,
– Büyük Britanya ile kurulacak bağımsız Arap devleti arasında bir savunma anlaşması yapılacak,
– Büyük Britanya’ya ekonomik öncelik verilecektir.
Ronald Storrs’a gönderilen 14 Temmuz 1915 tarihli mektupla Şam Protokolü’nde belirlenen bölgede, Arap bağımsızlığından ve Arap halifeliğinden bahsedilmiştir. Ancak Şerif’in talepleri, İngilizler tarafından çok abartılı bulunmuştur. İngiltere’nin bu tavrından dolayı Şerif Hüseyin, Osmanlı devletine başvurup Hicaz Emirliğinin babadan oğula geçmek üzere kendisine verilmesini istediyse de bu isteği kabul edilmemiştir. İngiltere’nin tavrına bozulan Şerif Hüseyin, Mısır Müstemleke İdaresi Yüksek Komiseri Henry McMahon’a gönderdiği 9 Eylül 1915 tarihli mektupta, İngilizlerin bu tavrından dolayı yaşadığı hayal kırıklığını şöyle ifade etmiştir: “…mektubunuzda göstermiş olduğunuz, soğuk ve tereddütlü tavrınız birbirinden ayrılma, birbirine soğuma ya da bu tür bir şey anlamına geliyor şeklinde anlaşılmaktadır. Halkımız, güven duyduğu ve inandığı son merci olan ünü (dünyaya) yayılmış British İmparatorluğu ile ilk olarak sınır konusunun görüşülmesini gerekli görmektedir.”
Buna karşılık olarak McMahon tarafından gönderilen 24 Ekim 1915 tarihli mektupta, İngiliz yönetimi muğlak ifadelerle ve belli şartlara bağlayarak Şerif’in taleplerinin bir kısmını kabul etmiştir.
McMahon’a göre Mersin ve İskenderun bölgeleri ile Şam, Hama, Humus ve Halep’in batısında kalan bölge Arap krallığı içine dâhil edilemez. McMahon, yukarıdaki esasların kabul edilmesi durumunda Büyük Britanya’nın, Arap liderleri ile var olan anlaşmalarına ters düşmeyecek şekilde ve “Fransa’nın çıkarlarına zarar vermeden hareket etme serbestisine sahip olduğu yerlerde”, Şerif Hüseyin tarafından teklif edilen sınırlar içerisinde Arapların bağımsızlığını tanımaya ve desteklemeye hazır olduğunu bildirmiştir. Bu topraklarda kurulacak en uygun hükûmet şekli için İngiltere, Araplara danışmanlık ile yardım yapacak ve hizmetlerini Arapların faydası için yürürlüğe koyacaktır.
McMahon, İngiltere’nin Bağdat ve Basra bölgesindeki çıkarlarını, Arap liderlerle (Necid, Umman, Katar, Bahreyn ve Kuveyt emirleri) olan angajmanlarını ve Fransa’nın Suriye üzerindeki iddialarını özellikle vurgulayarak ancak bunlarla ters düşmeyecek bir sınır tespitine kapı açmıştır.
Emir Abdullah, babası ile McMahon arasındaki yazışmaları şöyle özetlemiştir: “Büyük Britanya, bağımsızlık savaşında Arapların Türkleri ve Almanları Arap bölgelerinden çıkarmak için ihtiyaç duydukları her şeyi temin edecekti. Babam, Suriye’deki Hizbu Arabiyyeti’l-Fetat’ın merkez komitesinin kararlarına uygun olarak Arap ülkesinin sınırlarını şöyle belirlemişti: İskenderun’dan güneye doğru Refah’ta Mısır sınırı ve Tih Çölü, Kızıldeniz ve batıya doğru Babü’l-Mendeb, doğuda Maskat ve Umman, sonra kuzeye doğru Bahreyn ve Kuveyt, daha yukarıda Basra vilayeti ve İran sınırı, yine kuzeyde Arap bölgelerinin Kürt bölgeleriyle birleştiği yerler, sonra batıya doğru Cizre ve Musul’u içine alarak Halep’i güneyde bırakan ve İskenderun’a varan sınır.
McMahon, hükûmeti adına yazdığı mektuplardan birinde, bu bölgeler bağımsızlığına kavuşturuluncaya kadar İngiliz hükûmetinin birlikte mücadele ve destek sözü verdiğini bildirmiştir.
Şerif Hüseyin, McMahon’a gönderdiği 1 Ocak 1916 tarihli mektubunda, Halep ve Beyrut konusundaki İngiliz şartlarını “geçici” olarak kabul ettiğini bildirmiş. İngilizlerle esaslar üzerinde anlaştığına kanaat getiren Şerif Hüseyin, 18 Şubat 1916 tarihli son mektubuyla isyan hazırlıklarını anlatmış ve maddi yardım talep etmiştir. Şerif Hüseyin-McMahon görüşmeleri incelendiğinde sınırlar konusunun muğlak bırakıldığı ve savaştan sonra ele alınmasının kabul edildiği görülecektir.
1915 yılı içerisinde yapılan görüşmeler neticesinde, İngiltere ile Şerif Hüseyin arasında 1916 Ocak ayında bir anlaşmaya varılmıştır. İngiltere, Lübnan hariç, Şerif Hüseyin’in isteklerini kabul etmiştir. İngiltere, Şerif Hüseyin’le yapılan müzakerelerden Fransa’yı 1915 Kasım ayında haberdar etmiştir.
Şerif Hüseyin, hazırlıklarını bitirdikten sonra, 10 Haziran 1916’da Mekke’deki Osmanlı garnizonuna saldırısı ile Arap ayaklanmasını (ihanet savaşını) başlatmıştır. Bazı yerleri ele geçirse de Osmanlıya karşı ayaklanma, Araplar arasında taraftar bulmamıştır. Hatta Hüseyin’i, Osmanlıyı parçalamaya çalıştığından dolayı hainlikle suçlamışlardır. Dolayısıyla Hüseyin’in ayaklanması, çok dar bir çevrede kalmıştır.
“… İngilizlerle savaşan Osmanlı ordularına karşı yapılmış 1916 Arap ayaklanması, çok isteksizce başlamış, İngilizler tarafından örgütlenmiş ve desteklenmiş olmasına rağmen, etkili olmaktan çok uzak kalmıştır. Üstelik 1916 ayaklanması, ganimete düşkünlükleri ulusal isteklerini kat kat aşan bedevi aşiretleri tarafından yapılmıştır.
Bu durum hem Orta Doğu halklarınca hem de Müslüman dünyasında tasvip edilmemiş hatta o günkü koşullarda hilafete karşı bir başkaldırı olarak nitelenerek ihanetle eşdeğer tutulmuştur.
İngilizlerin Arap Yarımadası’ndaki girişimleri, oynadığı oyunlar Şerif Hüseyin ile sınırlı kalmamıştır. İstanbul tarafından Mayıs 1914’te Necid emiri olarak atanan İbni Suud, 26 Aralık 1915’te İngilizlerle gizli bir iş birliği ve yardımlaşma anlaşması imzalamıştır. Aralık 1915’te varılan anlaşma uyarınca İbn-i Suud, İngiltere kontrolündeki emirliklere saldırmayacak ve Osmanlı devletine, topraklarını üs olarak kullandırmayacaktır. Buna mukabil İngilizler, Suud’un Necid toprakları ve Basra Körfezi’nin güney kıyılarında (Kuveyt hariç) İbni Suud’un egemenliğini tanımıştır. Oysa bu topraklar üzerinde İngiltere, Şerif Hüseyin’in egemenliğini tanımıştı. İngiltere ile anlaştıktan sonra İbn Suud, Osmanlı devletine savaş ilan etmemiş ancak Basra Körfezi’nde İngiltere’yi rahat bıraktığı için, İngiltere’nin Irak’taki muharebelerini çok kolaylaştırmıştır.
Orta Doğu’yu Paylaşma Antlaşması (Sykes-Picot Antlaşması)
İngiltere, bölgede ayak oyunlarına devam etmiştir. Bu sefer Fransa ile Orta Doğu’yu kendi aralarında âdeta cetvelle paylaşmak için görüşmelere başlamıştır. 9 Mayıs’ta başlayan görüşmeler, İngiltere ile Fransa arasında 16 Mayıs 1916’da Orta Doğu’yu paylaşmayı öngören Sykes-Picot Antlaşması’nın imzalanmasıyla neticelenmiştir. Bu antlaşma, İngiltere adına Sir Mark Sykes (yazar ve politikacı), Fransa adına ise Georges Picot (diplomat ve avukat) tarafından yürütüldüğünden dolayı Sykes-Picot adını almıştır. Daha sonra Rusya’ya da kabul ettirilen bu antlaşma, İtalyanlar ile Araplardan gizli tutulmuştur.
Bu antlaşmaya göre,
a) Erzurum, Trabzon, Van, Bitlis, Muş, Siirt Rusya’ya bırakılacaktı
b) Fransa, Suriye’nin kıyı bölgelerini ve Kilikya olarak bilinen yöredeki Adana vilayetini, Antep-Mardin, Aladağ-Kayseri ve Eğin-Harput bölgesini ele geçiriyordu
c) İngiltere, Bağdat’la birlikte Güney Irak ile Filistin’deki Hayfa ve Akra limanlarını alıyordu
ç) İngiltere ve Fransa’nın egemenliğinde kalacak bölgeler arasında bir Arap Devletleri Konfederasyonu ya da bağımsız, tek bir Arap devleti kurulacaktı. Ancak bu bölge de İngiltere ve Fransa arasında etki alanlarına ayrılmıştı. Suriye hinterlandı ve Musul vilayeti Fransa’nın, Filistin ve İran sınırı arasındaki bölge de İngiltere’nin etki alanı olarak belirleniyordu
d) İskenderun serbest liman olacaktı;
e) Filistin, uluslararası bir yönetime bırakılacaktı.
Bu gizli anlaşma, İngilizlerin Mekke şerifi Hüseyin bin Ali’ye verdikleri sözlerle çelişmekteydi. Ama bundan Şerif Hüseyin ve oğullarının haberi yoktu. Oysa Şerif Hüseyin, Araplara Osmanlı devletinin dağılmasından sonra daha önemli bir pay verileceği izlenimiyle Osmanlılara karşı ayaklanmıştı. İtalya ise anlaşma konusunda, Almanya’ya savaş açtıktan sonra Ağustos 1916’da bilgilendirilmiştir. İtalya’nın hoşnutsuzluğunu gidermek için İngiltere ve Fransa, Nisan 1917’de yapılan Saint-Jean-de-Maurienne Anlaşması ile Güney ve Güneybatı Anadolu’yu Konya’yı da içerecek biçimde Antalya’yla İzmir arasındaki bölge ve İzmir’in kuzeyinde bir etki alanını İtalya’ya vermeyi taahhüt etmişlerdir.
Sykes-Picot Antlaşması Şerif Hüseyin’in istediğinden tamamen farklı bir antlaşma idi. Şerif Hüseyin’e bırakmayı vadettiği toprakların bir kısmını İbn Suud’a veren İngiltere, kalan kısmını da Fransa ile paylaşmak ve nüfuz bölgelerine ayırmak suretiyle Arapları ikinci defa aldatmış oluyordu. Şerif Hüseyin ise gizli antlaşmalardan habersizdi ve Mekke’de Arap ayaklanmasını (10 Haziran) başlatmıştı. Kendini Arabistan kralı ilan edince (5 Ekim) İngiltere tarafından bağımsız Hicaz hâkimi olarak tanınmıştır.
Gizli Anlaşmalar Bolşevik İhitilali ile İfşa Edilmiştir
1917 Sovyet Devrimi’nin ardından kurulan yeni Bolşevik hükûmet, savaştan çekilerek Sykes-Picot Anlaşması ile benzeri gizli paylaşım anlaşmalarını yayımlamış ve bunların Rusya’yı ilgilendiren bölümlerinin kendileri açısından geçersiz olduğunu ilan etmiştir. Bolşevik İhtilali ile çarlığın yıkılması ve Bolşeviklerin, çarlık diplomasisinin bütün gizli vesikalarını açığa vurması, Araplar için soğuk bir duş olmuş ve İngiltere’nin oyunlarını bütün çıplaklığı ile görmüşlerdir. İş birlikçi Şerif Hüseyin ve oğulları, ikinci darbeyi ise 1917’de ilan edilen Balfour Deklarasyonu ile yemiştir. Çünkü bu deklarasyon ile Filistin topraklarında bir Siyonist Yahudi devletinin kurulması öngörülmüştü. Oysa Filistin’in de içinde bulunduğu topraklarda, Büyük Arap Krallığı kurulacaktı ve kral olarak da Şerif Hüseyin’in olacağı İngiltere tarafından söz verilmişti. İngiltere bununla da yetinmeyecekti. Şerif Hüseyin’e karşı daha şanslı gördüğü İbni Suud’a yardım ederek İbni Suud’un bütün Arap Yarımadasına hâkim olmasını sağlamışlardır.
İngiltere, sadece Şerif Hüseyin’e karşı ikili oynamamıştı; müttefiki Fransa’ya karşı da ikili oynamıştı. İngiltere, Sykes-Picot anlaşmasıyla Musul’un Fransa’ya bırakılmasından hoşnut olmamıştı. İngiltere, bir oldubittiye getirerek 1918’de İskenderun’a kadar, Suriye’yi ve Musul yakınlarına kadar, Irak’ı işgal ederek 1 Kasım 1918’de Musul-Kerkük bölgesine el koydu ve sadece Suriye, Lübnan ve Çukurova’yı Fransızlara bıraktı. Bu değişiklik, Fransa’da büyük tepkilerle karşılandı. Almanya ile imzalanacak barış antlaşması nedeniyle İngiltere, eski ortağını köşeye sıkıştırdı; ona değişikliği kabul ettirdi. (Devam edecek)