Kendi Gerçeklikleriyle Gelenek ve Modernlik
Arşiv Yazarlar

Kendi Gerçeklikleriyle Gelenek ve Modernlik

Hamd, övgü, sena, teşekkür âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’a; salât ve selam da biricik örneğimiz, rehberimiz, önderimiz, öğretmenimiz olan Yüce Allah’ın elçisi Muhammed Rasulullah’ın üzerine olsun.

Müslüman, ister statik ister dinamik olsun, bütün teori ve pratiklere karşı akidesi ile yaklaşan ve muamele edendir. Müdahil olan, umarsız ve duyarsız kalmayandır. Gelenek ve modernlik de bu durum muvacehesinde değerlendirilecek türden olgulardır. Aşağıda, belli başlı eserlerden faydalanarak istifadenize sunmaya çalıştığım düşünce ve yaklaşımların, yeni ufuklar açmasını temenni ediyorum.

İslam, var olan ve süre giden gelenekte sorgulanmadan kabul edilen ve gelenek haline getirilen kula kulluk ilişkilerine yani “şirke” karşı tevhid mücadelesi verilmesini sadece tavsiye etmez; bunu zorunlu da kılar. Ancak geleneğin kendisi, salt gelenek olma vasfı dolayısıyla reddedilmez. Zira insan hayatı ve var oluşu, genel olarak çeşitli davranışların, toplumsal kurumların devamlılığı üzerine kurulu olan ve dolayısıyla geleneği şart koşar. Bütün geleneklerin İslam’a aykırı olması, elbette mümkün değil. Bu nedenle tevhid anlayışıyla çelişmediği müddetçe geleneğin bütün unsurları kabul edilir, yaşamaya ve kendi tarihselliğine bırakılır. Peygamberimizin (sav) devrimi, bir gün bir bütündür ve muhalefetini, geleneğin tevhid ile çelişen ve insanları şirke, günaha, zulme ve diğer gayri ahlaki yollara iten taraflarına yöneltmiştir. Dolayısıyla bir şey eskiye ya da geçmişe ait olduğu için mutlak surette ne iyi ne de kötü olabilir. İslam’ın ilkeleri, kendi ölçülerinden kaynağını alır.[1]

Peygamberimiz (sav), peygamberlik görevini üstlendikten sonra “var olan düzeni bozduğu, huzursuzluk çıkardığı ve gençlerin aklını çeldiği” gibi suçlamalarla karşılaşmıştır. Bu suçlamaları yapan grup, çoğunlukla dönemin Arap toplumunda geleneksel aristokrasi sayesinde ekonomik ve siyasi üstünlük elde etmiş toplumun seçkin kesimine mensup insanlardan oluşmuştur. Peygamberimize (sav) ve ilk Müslümanlara karşı gösterilen bu tepkinin, gelenekçiliğe kayan muhafazakâr yönleri olduğunu belirtmek gerekir. Bu tepkiyi gösterenler, var olan düzenin devam etmesini kendi lehlerine bir durum olarak kabul etmişler ve düzenin bozulmasının, dünyevi menfaatlerine dokunacağını düşünmüşlerdir. Nitekim bu tepkinin daha önce de peygamberlere karşı dile getirildiği, peygamberlerin düzen bozucu olarak itham edildikleri bilinmektedir. Dikkat edilirse burada, süre giden geleneğe ve onun oluşturulduğu düzene alternatif bir tepkinin ortaya çıkması arzu edilmemektedir. Onlar için bu düzeni meşrulaştıran kaynak, bizatihi düzeninin kendisi, onun bu şekilde var olmuş olmasıdır. Bu nedenle İslam’a karşı olanların, Peygamberimize (sav) ve ilk Müslümanlara karşı gösterdikleri tepki, geleneksel olanı sırf kendisi olduğu için kabul ettiğinden, muhafazakâr bir reaksiyon olarak tanımlanabilir. Peygamberimiz (sav) ve ilk Müslümanlar, düzen bozucu olmakla ve geleneğe karşı çıkmakla suçlanmışlar ve pek çok eziyete muhatap olmuşlardır.[2]

Peygamberimiz (sav) ve ilk Müslümanlar, Mekke’de, tarihsel ve kültürel olarak gelenekten ve var olan düzenden güçlerini alarak kendilerine karşı çıkanlarla kültürel yönden benzer bir hayat yaşıyorlardı. Yeme, içme, giyinme gibi kültürel pek çok adet ve pratikte birbirlerine benziyorlardı. Tarihin belli bir döneminde belli bir tarihte kültürel hayatı paylaşma adına onlar da gelenekle bir ilişki kuruyorlardı. Nitekim sosyoloji, psikoloji ve tarih gibi bilimlerde de vurgulandığı gibi bu, insani ve kültürel bir durumdur. Ancak Peygamberimiz (sav) ve ilk Müslümanlar, Mekke’de, kendilerine karşı çıkanlara, geleneksel değil, ilkesel tepkiler göstermişlerdir. Onları, kültürün içinde yerleşmiş ve zamanla sorgulanmayan kuralları sorgulamaya davet etmişler ve haliyle tepkiyle karşılaşmışlardır. Bu davetin, bir değişim talebi olduğu açıktır. Ancak bu değişim, yeni bir grubun güç elde ederek daha önceki güç sahiplerine karşı çıktıkları bir iktidar değişiminden ibaret değildir. Başka bir deyişle Peygamberimiz (sav) ve ilk Müslümanlar için mesele, yaşadıkları toplumda bir güç ve menfaat sağlama meselesi olmamıştır.[3]

İlk dönem İslam toplumunda ve peygamberimizden önceki peygamberlerin de muhatap oldukları, “biz atalarımızı böyle yaparken bulduk” savunması, insanlık tarihi boyunca tutucu anlayışların en önemli sloganik ifadesi olmuştur. Bu tutucu anlayış, “gelenekçilik” olarak da tanımlanabilir. Üstelik bu ifade, tevhid dininin temsilcileri olan peygamberlere karşı, yine dini ve kutsalı savunmak adına dile getirilmiştir. Burada ilginç bir durum söz konusudur! Çünkü dinin ilk nesildeki bağlıları tarafından özveri ile kabul edilen değişimci ve dinamik yapısı, zamanla yeni gelen nesillerde, özellikle zenginlik ve rahatlık üzerinden eski heyecanını yitirmeye başlar. Aynı dinin içinde farklı görüşlerin ve düşüncelerin ortaya çıkmasıyla birlikte çatışmalar ve ayrışmalar da yaşanır. Dinin, gerçekten ne arzu ettiğinden ve temel öğretilerinin ne olduğu yerine, yorum sahibi üstadların öğretileri, sorgulanmadan kabul edilmeye başlanır. Din, yaşana gelen kültür ve gelenekle iç içe geçer ve din adına otoritesi kabul edilen büyüklerin yorumları, yorum olmanın ötesinde hakikatmiş gibi kabul edilebilir. Dinin, Yüce Allah’a has kılınması, yerini din ile kültürün iç içe geçtiği bir kutsallık anlayışının sorgulanmadan kabulüne ve Yüce Allah’a yakınlaşmak amacıyla aracıların üretilmesine de sebep olabilir. Bu, dinin, insanlar tarafından tahrif edilmesi demektir. Dinin kültürle iç içe geçmesi, temel esaslarının ve amaçlarının ne olduğundan çok, geleneğin bir toplumsal kurumu olarak kabul görmesi, bizatihi kendisinin de muhafazakârlaşmasıyla sonuçlanır. Böylece din, çok kolay bir biçimde tutuculuğun, yeni düşüncelere ve pratiklere tepkinin bir kaynağı haline gelebilir.[4]

Gelenek, kendi başına mutlak iyi ya da kötü değildir. Bu nedenle bir Müslümanın İslami hassasiyetlere bağlı olarak gelenekle kurduğu ilişki, ilkesel bir ilişki olmak durumundadır. Farklı yorumlara sahip Müslümanlarla kurulan ilişkilerde de belli hassasiyetlerin göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Gelenekten gelenin tamamen ve toptan olumsuz kabul edilmesi, radikalleşmeyle sonuçlanacaktır. Köksüzlük ve belli bir gelenekle ilişki kurmamak da kendi içinde başka riskler barındırmaktadır. İslam da kendisini geçmişten gelen tevhid öğretisinin bir devamı olarak tanımlamıştır. Hükümlerle ilgili değişiklikler olsa bile Yüce Allah’a kulluğun temel ilkeleri konusunda yine Yüce Allah’ın belirlediği ilkeler söz konusudur. Bir Müslüman, bu ilkelerin insan fıtratına uygun olduğunu bilir ve kabul eder; bu ilkeleri, hayatında uyguladığı zaman sadece kendisine değil, çevresine ve hatta kendisi gibi olmayanlara da hayırlar getireceğine inanır. Bu nedenle; nerede, nasıl muhafazakâr bir eğilime sahip olunacağı; ancak yeri geldiğinde geçmişten gelen ve sorgulanmayan şeylerin değişmesi ile ilgili nasıl bir duruş gösterileceği önemlidir.[5]

İslam dünyasındaki sömürgeleştirme politikaları, modernleşme evreleri için bir basamak teşkil etmekteydi. İslam dünyasında hiçbir zaman asli anlamı ile bir modernleşme olmadı. Her modernleşme ameliyesi, geleneksel anlamda hayatını sürdüren Müslüman toplumlarda bile çok çirkin bir yama gibi somutlaştı. Modelleşme olayı, yalnızca zihinlerde yaşatılan büyüleyici bir faktör olarak yaşatıldı. Kentlerin ya da kurumların Batılı bir üslup içinde düzenlenmesi gibi yapay düzenlemeler bile ciddi bir düzeye oturtulamadı. Çünkü olay, temelde bir zihniyet seçimi ile ilgili bulunmaktaydı. Fiziki gelişmenin dinamikleri ile sosyal gelişmenin dinamikleri arasında bir uygunluk ve bütünlük sağlanamadı. Müslüman topluluklar, ârafta bir topluluk olarak kaldılar.[6]

Modernite, belirli imkânlar sunan bir imtihan alanıdır. İslam’ın insan ve irade anlayışı, her defasında bu imkânı ve imtihanı nasıl değerlendireceğimiz konusunda bize yol göstermektedir. Bizim tercihlerimiz ve çabamız, imtihanımızı nasıl karşıladığımızı ve imkânları nasıl kullandığımızı belirleyecektir. Fakat her imkânın beraberinde bir imtihanı, her imtihanın da beraberinde bir imkânı taşıdığını unutmamak gerekir. Bu anlamda imkân ve imtihan, göbekten birbirine bağlanmış durumdadır.

Bugün modernite, birçok imkân taşımaktadır. Ama bu imkânlar, bizim ürettiğimiz imkânlar değildir. Onun için her imkân, aynı zamanda imtihanımızdır. Bu durum, moderniteden uzak kalarak, ondan kaçarak yaşamamız gerektiği anlamına gelmemektedir. Hatta onu, sert bir eleştirmen olarak dile dolamanın da bir anlamı yoktur. Zira hayat, zamanın getirdikleri ile birlikte yaşanır. Zamanın getirdikleri içinde yaşamaya imkân vermeyen inanç ise rafa kalkmıştır. Onun için umut, her zaman vardır ve umudun olduğu yer de İslam’ın yaşandığının kanıtıdır. Bütün mesele, bizim imtihanı ve imkânları karşılayabileceğimiz bir akidemizin olması, bu akideye uygun amelleri samimi bir şekilde sergilememizdir. Gerisi, tarihin mutlak inşa edicisi olan Yaratıcımızın (cc) takdirindedir. Bakara suresinin 134. ayetinde, “Bunlar, gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Onların yapmış olduklarından siz sorumlu tutulmayacaksınız” buyrulmaktadır. Biz, kendi mesuliyetimiz yolunda yürümeye, teslim olmakla yükümlüyüz.[7]

Bugün, kimi Müslüman kesimler, geçmiş zamanın masalları ile avunur ve teselli bulurken, kimi Müslüman kesimler de modern zamanların efsaneleriyle örülü bir zihniyeti yaşatmaya çalışmaktadırlar. Kimilerimiz, geçmişin yöntemlerinde bir keramet vehmederken; kimilerimiz de çağdaş yöntemlerde bir keramet vehmetmekteyiz. İslam’ı savunma gayretleri, tevhidi bir bakış açısından yoksun olunca Müslümanlar, İslam’ın çağdaş sosyal, siyasal ve ekonomik sistemlerle mutabakatını sağlayacak unsurlar aramaktadırlar. İslam’ın modern sistem ve ideolojilerden de kimi unsurlar taşıdığını anlatma gayretlerinde, hastalıklı bir ruh halinin tezahürleri yatmaktadır.[8]

Müslüman, kendinden menkul düşüncelerin, anlayışların, yaklaşımların sahibidir ya da sahibi olmak zorundadır. Eğer dışarıdan gelen ve dayatılmak, yerleştirilmek istenen düşünce, anlayış ve yaklaşımlarla muhatap olduğunda yapması gereken, ilkeleriyle hareket etmek ve prensiplerince varlığını hissettirmektir.

Fatih PALA

fatihpalafatih@gmail.com

[1] Y. Aktay ve M. H. Akın, Bir Müslüman Gelenek ve Muhafazakârlık’a Nasıl Bakmalı, s: 121, Beyan Yay, Ocak 2022, İst.

[2] Age, s: 122

[3] Age, s: 123

[4] Age, s: 124

[5] Age, s: 125

[6] A. Müftüoğlu, Tevhidi Gerçekliğin Işığında, s: 74, Nehir Yay, Kasım 1986, İst.

[7] F. Karaarslan, Bir Müslüman Modernleşme ve Modernizm’e Nasıl Bakmalı, s: 116-117, Beyan Yay, Nisan 2022, İst.

[8] A. Müftüoğlu, age, s: 75

GRUBA KATIL