Yıldız ÇINAR
Yeryüzünün gelmiş geçmiş en güzel, en temiz ve en büyük kalbine sahip olan Hz Muhammed’in (SAV) düzelmenin ve bozulmanın adresi olarak dikkat çektiği kalp takvanın, sevginin, temizliğin yeri olduğu gibi şirkin, kinin, öfkenin ve hastalığında yatağıdır. İnsanın öz benliğini oluşturan kalp, idrak ve duyguların merkezi olduğu gibi iman, inkâr, hidayet ve delalet gibi itikadi konularında odak noktasıdır. Hayat merkezinde insan, insanın merkezinde de kalp vardır. İnsan kalıbı ile değil kalbi ile insandır.. En değerli insan,kalbi en güçlü,en şefkatli,en geniş,en merhametli olandır. Ancak modern toplumda geçerli olan ise kalp değil kalıptır. Öz değil şekildir. Ruh değil beden konuşur. Ama önemli olan kalp kalitesidir, şekil, imaj, görüntü, değil. Cehennemleştirilen bir dünyada cennetini gönlünde taşıyanlar hep var olmuşlardır. Her birimiz yüreğimizde ya bir Firavun ya da bir Musa taşıyoruz. Bizi özgürlüğe taşıyacak özü de, öldürecek zehri de içimizde barındırıyoruz. Şimdi bu kalbe neler yüklediğimizi görelim. Ne tür sevgiler, ne tür arzular, ameller, umutlar, hesaplar. Gönülde ağır basan İsmail mi? Yoksa İsmail’in Rabbi mi? Öncelik kime, Mevla’ya mı, Leyla’ya mı? Cenneti de cehennemi de yüreklerimizde taşıyoruz. Nedir bu kin, öfke ve husumet? Yüreklerimize zakkum eken de biz, Tuğba tohumu ekende biz.
Allah bu kalbi bize verdiğinde, temizdi. Onu temiz tutma kılavuzunda biz sunuldu. Ancak kirleten biz olduk. Ne ile mi? Ün, para, çıkar, güç, iktidar, aşk, sermaye, medya, haz… Nasıl olsa bize aittir veya “kalbim temizdir” diyerek tasarruf hakkını kullandık, malikiyet iddiası ile Rahman’ın mülkünü yanlışa açtık, işgale göz yumduk. Ve bu göz yumuşumuz yüreklerimizi çoraklaştırdı. Eğer yüreklerimiz çoraklaşmamış olsaydı, duaya kalkan ellerimiz daha yüzümüze kavuşmadan, Allah ümmete musallat olan zalimleri defederdi. Eğer kalbimiz sağlam dursaydı, küfre karşı ayaklarımızda sağlam basardı. Eğer yüreklerimiz kasvet bağlamasaydı, bu ümmet bu zillete düçar olmazdı.
Yüreklerimiz dayanıyor mu? Ebu Gureyb’ten arşı alaya yükselen çığlıklara. Kaç kişi var kendini Suriyeli kardeşinin yerine koyan, yüreği onlarla kor kor yanan? Ruhunda acı yumaklanan “Allah’ın yardımı ne zaman?’’çaresizliği içinde çırpınmalara yardım elini uzatmak, katılaşan kalbimizin şifası değil midir? Yüreğine kan damlayan, acılı insan “Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla’’ yakarışlarına yüreklerimizi ve idrakımızı açıp bir buluşma noktamız ve müşterek bir zeminimiz olmayacak mı? Tabi ki gönülleri okşayabiliriz. Yorgun yürekler, üzgün yürekler neden bizimle teselli bulmasın ki? Gönlümüzün zenginliklerini kardeşlerimizle paylaşmayacaksak, bu ne kötü bir bencilliktir. Kanaat, şefkat ve muhabbet ikramımız olsun. Gerçek zenginlik gönül zenginliği değil miydi?
Biz şu anda sağda solda zaman öldürürken, nice masumlar, körpe beyinler şirke kurban gidiyor. İslam’ın güzelliğini insanlara sunma imkânımız yok muydu? Belki de ceza evindeki tüm suçlulardan özür dilememiz gerekecek, fıtratlarının İslamla temas kurması için devreye giremediğimizden ve yürek özürlü davranışımızdan dolayı. Bugün yolcular yollarımızı gözlüyor ellerimize bakıyor. Bunu ancak göğsünde kalp taşıyan, vicdanı sızlayan merhamet ve şefkat damarı kurumamış erdem ve ahlak sahibi fertler edinirler.
Bu gün inananların masum ve mazlum yürekleri kucaklayacak bir gönül enginliğine ve zenginliğine ihtiyaçları var. Merhamet ve şefkatimizle, adalet ve ahlakımızla, himmet ve hikmetimizle yürekleri feth etmeliydik. Bir rahmet muştusu olmalıydık. Savaşlardan yorgun düşmüş dünyamıza Kuran’ın diriltici soluğunu iletebilmeliydik.
Modern yaşam biçimi, kalbi hayata bağlayan damarları ha bire kesip koparıyor. Kalbi besleyen şifa ve rahmet damarları tıkanınca ne yapılır acaba? Anjiyo mu yoksa by-pas mı? Allah’a yürürken kalbimiz tekliyorsa, günah galerisine dönüştürdüğümüz, nefsin istediği her şeyi sunup dünya çöplüğüne çevirdiğimiz, bir kalp daha fenalaşacak ve ölümcül bir şekilde tekleyecektir. Ebette tekleyecektir, düşünün kafası cebinde yüreği iş yerinde olan, iş yeri iflas ettiğinde, rızk kapısının kapandığını sanan, müşterisinden başka yüreğini kimseye açmayan bir insan. Dünyevi düşünce ve endişelerle kalbi yoruyoruz. Çürüyen bir tarafımız var. Çürüyen dişimizi çekip atabiliriz, peki çürüyen yüreğimizi ne yapacağız? Ancak tefekkür, teheccüd ve tezekkür ile kalbimizi hayata döndürebiliriz.
Katılaşan kalbimizin gündemini kim işgal ediyor? Tüketim tutkusu, moda ve marka tutsaklığı, taksitli yaşam telaşı, dünyevileşme döngüsü kalp daralmasına dönüşüyor. Yürekler aşınıyor. Hassasiyetler köreliyor. Bilinç törpüleniyor. Genç yürekler kundaklanıyor. Ruhsuz kalmış, kıblesiz bırakılmış korumasız yürekler. İç dünyamızdaki tıkanma, daralma İslam’a teslim olmada bizi acze düşürüyor. Ümmetin kalbi yorgun ve bitkin. Ancak, bitkin gönülleri rahatlatacak sıkışan yüreklere şifa olacak bir çıkış lazım. Ruhumuzu geliştiren, enerjisini çoğaltan, yüreğimizin ışığını güçlendiren yepyeni programlarımız, gayretlerimiz olmalı. Tüm saflığımızla yüreklerimizi teslim ettiğimiz siyasi düzenbazların, ticari madrabazların, ruhani hilebazların, ihanet istismar ve işgalinden kalbimizi kurtarmalıyız, her gün kalp kıvamımızı gözden geçirmeliyiz, kalp yetmezliğini takva, huşu, zikir, ihlâs ve ihsan ile korumalıyız.
Modern hayatın ses, ışık, renk, zevk ve müzik dünyasında kalbi korumanın en etkin yolu gönüllere şifa olan Kuran’la buluşmaktır. Şayet öfkeler yüreklerimizi örtmüşse, kinler kalplerimizi karartmışsa, kıskançlıklar sinelerimizi daraltmışsa, riya ruhumuzu kirletmişse duruma vahiyle müdahale etmekten başka çıkış yolumuz var mı? Kalbi boş bırakmaya gelmez. (İmanın ve ihlâsın eksik kaldığı kalbi, şehvet, şöhret ve servet tutkusu işgal edecektir). Kalpler üzerindeki kasvet gaflet kuşatmasını kaldırmak için teyakkuza geçip, huşu ve haşyet üzere bir tearuza başlamamız lazım. Göreceğiz ki o zaman ölü toprağı canlandıran Rabbimiz, kalplerimize de diriliş tohumlarını ekecektir. Ama öncelikle yitik yüreklerimiz için bir arayış içinde olmamız gerekiyor.
Hep aynı işleri yapa yapa, öylesine rutinleşiyoruz ki git gide hayatın tadı ve anlamı kayboluyor. Hayat adeta çekilmez bir angaryaya dönüşüp ruhumuza abanmaya başlıyor. Stres, panik atak, depresyon ve daha birçok psikolojik bozukluk işte bu kanaldan besleniyor. Aslında bu bir yürek yorgunluğudur. Onu nasıl dinlendireceğiz? Yazlık yerlerinde, tatil beldelerinde mi? Bol oksijen ve güneşle mi? Müzikle mi? Çok renkli ve sesli, bir yaşamla mı? Sınırsız özgürlük ve gemlenemez arzuları yerine getirmekle mi? Yüreğin insana isyanıdır bu. Teskin edici ilaçlarla ancak bir yere kadar mümkün. Hayatta ıskaladığımız temel değerlere ve güzelliklere dönmemiz gerekiyor.
Beden ülkesinin başkenti olan kalbin kararması ve çökmesi bir nokta ile başlıyor. Kalp kalesinden düşen ilk taş; siyah bir nokta… Günah ile kalpte oluşan siyah bir nokta işgalin önünü açıyor. Acaba kalp iktidarımız kimin elinde, kalp mülkünde egemen otorite kim? Şeytan mı Rahman mı? Şeytanın kalbe etkisi mikrop gibidir. Bünyenin zayıf anını kollar. Kalbi vahyin gücü ve nuru ile beslemeyenler, şeytani etkilere karşı savunmasız pozisyondadırlar. Böylelerinde kalbin görmesini engelleyen yoğun bir sis olan öfke ve hırs baskındır. İnsanın basiretini örten kendi günahlarıdır. Belki bu konuda şeytanı suçlamak ve lanetlemek kolaydır. Ancak insanın kendini sorgulaması pekte kolay değildir. Ama unutmamalıyız ki; günaha tebessüm ederken, şeytana da göz kırpmış oluyoruz. İblise kucak açtıysa elbette o da kalbinde mesken tutacaktır. Şeytan günaha teşvik eder, ancak zorlayıcı gücü yoktur, günaha gönüllü isen ipini iblisin elini verdin demektir. Asıl tehlike şeytanın gücü değil, şeytan karşısında bir direnç ortaya koyamamaktır. Şeytanı güçlü kılan insandaki irade zayıflığı ve takva yetersizliğidir. Yoksa şeytan tek başına güçlü değildir.
Kalbi tevhid, takva ve haşyet ile korumaya almayanların kalp geleceği karanlıktır. Korkular, kuşkular, korkular kalbi kuşatır. Artık kalp tağuti korkuların, dünyevi endişelerin, şeytani vesveselerin cirit attığı bir alana dönüşür. Kalbin bittiği yerde kulluk da biter. Kulluk sorumluluğu metin ve selim yürek işidir. Kalp metaneti olmaksızın, zorluklar karşısında, duygulara yenilmemek, batıl karşısında geri adım atmamak, ne kadar mümkün?
Kalplerinde maraz olanların özeliklerinden biriside gelecekten kaygı duyma durumudur. Bu duygularla İslam’ın zayıflamasından Müslümanların güçsüz hala gelmesinden endişe ettikleri için kâfirlerden zarar gelmemesi için küfürle iş birliğine giderler. Akılları sıra geleceklerini güvence altına almak, geçim kapılarını açık tutmak hesapları vardır. Tüm korkuları tasaları dünya rahatına yöneliktir. Kalp atışları, nabızları, hep dünya metaı için atar. Allah’ın korumasından kopup, zorbaların korkusu ile yatıp- kalkan nerden bilecek Allah dilemedikçe hiç kimsenin ne fayda ne de zarar vermeyeceğini? Yine Allah’ın vermek istediği menfaat ya da musibete hiçbir beşeri gücün karşı koyamayacağını. Mücadele önce yürekte kaybediliyor. Çözülmenin başladığı yer ilk orasıdır. Öncesinde yüksek perdeden atıp tutanların, samimiyet ve sadakatlerini bıçak kemiğe dayandığında seyretmek lazım. İmanın onurunu, ruhun özgürlüğünü taşımaktan aciz zavallılar. Yürek bitkin ise bilek ne yapsın? Kalbin pes ettiği yerde kılıcın ne hükmü kalır ki? Korkularımızı atabildiğimiz oranda kalbimiz büyüyecektir. Büyük yürekler karşısında düşman küçülecektir.” Hani Rabbin meleklere: muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun; Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; vurun boyunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına! Diye vahiy ediyordu“ (Enfal 12). İnananlar ölüm korkusunu aşıp ölümsüzlüğü öne alınca Allah’ın yardımı tecelli ediyor. Bu yardım tarzı; kâfirlerin kalbinde bir korku olarak beliriyor. Dünyanın en gelişmiş silahlarına ve ordularına sahip olsalar da iman gücünden yoksun oldukları için hep korku ve kaygı içindedirler. Yüreğinde Allah korkusu dışında bir şey olmayandan herkes korkuyor işte, isterse tekerlekli sandalyeye mahkûm bir felçli pir-i fani olsun, isterse sapan taşından başka silahı olmayan bir çocuk olsun.
Şimdi gürültüden, gösterişten uzak durarak kalbimizin sesine kulak vermeliyiz Ve şu sorulara cevap aramalıyız. Kalbimiz, Allah’ın zikriyle tatmin oluyor mu? Allah’ın ayetleriyle güçleniyor mu? Allah anıldığında ürperiyor mu? Vahiy ile yumuşuyor mu? İbadetlerden haz ve huşu buluyor mu? Yine şunlarda kalbi durumumuza işaret eden göstergelerdir: Cimrilik ve cömertliğimiz, cesaret ve korkaklığımız, tevazu ve kibrimiz, gösteriş ve samimiyetimiz, kanaat ve hırsımız, öfkemiz ve hilm’imiz. Bunların kalp dünyamızla kesin ilgili olduğunu unutmamalıyız. Haram lokmamız, harama bakışımız, günaha cesaretimiz, kendimizi beğenmişliğimiz de kalbimizin halleriyle ilgilidir. Kalbin her hali Allah’a ayandır. Kalbin deyişken, devingen, hatta dönek olduğunu biliyoruz. Allah’ım! Kalbimizi sabitleştirecek olan sensin, sağlamlaştıracak olan sensin, selimleştirecek olan sensin, kalbimizi dinin ve taat’in üzerinde sabit kil (ÂMİN).
NOT: Bu Yazı Genç Birikim Dergisinin Eylül 2014 Sayısında Yayınlanmıştır.