Akla Gelen-9: Vermek III
Arşiv Yazarlar

Akla Gelen-9: Vermek III

İslam ahlakının yerleştiği toplum, çok güçlü bir toplumdur. Ayrıca sanılanın aksine hukuk, İslam ahlakının gücü karşısında düşünüldüğü gibi devreye girmez. Hukuk, ahlakın işlerlik aktivitesinin sekteye uğradığı durumlarda kendisini gösterir. İslam hukukunun bilinmeyen yönlerinden belki de en önemlisi, suçun değil, masumiyetin tespitidir.
“And olsun, biz, elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Kendisinde müthiş bir güç ve insanlar için birçok fayda bulunan demiri yarattık (ki insanlar ondan yararlansınlar). Allah da kendisine ve Rasullerine gayba inanarak yardım edecekleri bilsin. Şüphesiz Allah, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir” (Hâdid, 25).
İslam Şeriatı’nın üç temel direği olan Kitap (Kur’an-ı Kerim), Mizan/Terazi (Adalet) ve Demir’in neleri ifade ettiği konusunda cüzi de olsa bahsetmek, zihinlerin pasını silmek için ihtiyaç olacaktır.
Kitap: Kur’an-ı Kerim (Kitabullah/Allah’ın c.c. kitabı), Allah (c.c.) katındaki Levh-i Mahfuz’dan (korunmuş/muhafaza altındaki levhalardan) indirilmiş, Kur’an-ı (derlenip toparlanmış) Kerim (Allah tarafından kullarına ikram edilmiş) kendisi ve inzal aşamalarında asla şüphe olmayan, içerisinde derin hikmetler barındıran İslam Şeriatı’nın yasasıdır.
Mizan (terazi/ölçü): Adaletin tesisi ve ikamesi için gerekli seriliği ifade eder. Adalet ise bir şeyin olması gerektiği yerde durmasını sağlamak ya da adaletin zıttı; zulmün tesiriyle olması gereken yerden uzaklaştırılmış olan şeyin olması gereken yere tekrar konmasıdır.
Demir: Adaletin uygulanmasındaki keskin kılıçtır. Yani müeyyide ve cezalar demirle yerine getirilir.
e. Dâr’üs Selam:
Dar: Tur atarak (devir ederek) başlangıç noktasına geri dönmektir. Mekân, hane, vatan, yer, mesken… gibi karşılıkları vardır.
Selam: Sıkıntılardan kurtularak, esenlik, güvenlik ve barış… içerisinde yaşamaya erişmeyi ifade eder.
Dâr’üs Selam: İslam yurdu, sadece müslim ve mü’minlerin dünya hayatında gayretleri neticesinde Allah’ı (c.c.) razı ederek hak ettikleri, tüm sıkıntılardan halasa erdikleri, içerisinde herhangi bir nahoş unsurun zerresinin, boş lakırdıların dahi olmayacağı, içerisinde sayılamayacak ve hiçbir aklın alamayacağı, gözün görmediği nimetlerle donatılmış, en ufak endişe, korku, şüphenin yer almadığı, gören gözün, akleden kalbin tereddütsüz hak olarak onayladığı… İlahi rızaya ulaşmış kulların beka âleminde hayatlarını ebediyen sürdürecekleri cennetin diğer ismi olan, Güvenlik Diyarı’dır.
“Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da grup grup cennete sevk edilirler. Cennete vardıklarında oranın kapıları açılır ve cennet bekçileri onlara şöyle der: Size selâm olsun! Tertemiz oldunuz. Haydi, ebedî kalmak üzere buraya girin” (Zümer, 73).
f. Mü’min:
Allah’a (c.c.) ve Rasulune (s.a.v.) iman etmiş ve bunun gereği olarak kalbiyle tasdik, diliyle ikrar etmiş, amelleri ile de bunu kanıtlamış, imanında asla şüpheye düşmemiş, emniyet içerisinde olan, çevresine güven (itimat) veren, nifakı (münafıklığı) üzerinde barındırmayan, ahdine/emanetlere sadık, şaka dahi olsa asla yalan kelam sarf etmeyen, namaz ve zekâtın arasını ayırmayan, Rıza-i İlahi’ye muhalif söz ve fiillerden ateşin dehşetinden kaçar gibi kaçan, kendisini ve Rabbi tarafından kendisine verilen nimetleri tekrar Rabbine Rabbinin arzu ettiği ölçü ve rızaya uygun adayan, adanmış zattır (bkz. Hucurat, 15/Enfal, 2-4).
İlahı, el-Mü’min; davası, İslam; rehberi, el-Emin; hayat tarzı, Şeriat-ı Garrâ ve istikrar bulacağı, itminana kavuşacağı ve her türlü endişelerden halas olacağı yer Dâr’üs Selam olan kişinin adının, namının ve karakterinin mü’min olması, İlahi takdir ve ahdin gereği kaçınılmazdır (Elhamdulillah)!
“Müslüman, elinden ve dilinden insanların güvende olduğu kişi; mümin ise insanların malları ve canları hususunda kendisine güvenilen (itimat edilen) kimsedir” (Hz. Muhammed -s.a.v.-).
5. Yön vermek:
Psikolojinin tarihsel kökleri olsa da modern psikoloji 1879 (MS) tarihinde Wilhelm Wund tarafından laboratuar bazında çalışmaları ve sistematiği kabul görerek başlangıç olarak kayıtlarda yerini almıştır. Psikoloji, dar anlamda insan ve hayvan davranışlarının, münferit ve toplumsal sebep ve sonuç ilişkisini inceleyen davranış bilimi olarak tariflendirilmiş, ampirik sonuçlar ve diğer analizler ışığında özelde sorunlu insan davranışlarının sağaltımını sağlayacak yöntemlere ulaşılmasını hedef alır. Lakin modern psikoloji tekâmülünü hâlâ tamamlayamamıştır. Modern psikolojinin denekler üzerindeki çalışması, yasalar ve ahlaki değerler öne sürülerek, laboratuar çalışmalarının ekseriyetle hayvanlar üzerinde yapıldığı ifade edilse de tarihsel süreç, insanların ve toplumların trajik analizlere maruz kaldıklarına da şahitlik etmektedir. Ayrıca denekler üzerindeki testlerin yasa ve ahlaki değerlerle sınırlandırıldığının ifadesi, şu soruyu da akla getirmektedir. Peki, bahis edilen yasa ve ahlaki değerlerin menşei ne olmalıdır, buna kim karar vermelidir?
Lafı uzatmadan Müslümanlar olarak “Hikmet, müminin yitiğidir” (Hz. Muhammed a.s.v.) düsturu gereği diğer ilimlerde olduğu gibi modern davranış bilimlerindeki bize ait (yitiğimiz olan) ilmi (müspet çalışmaları) almakla mükellefiz. Müslümanlar olarak biliyor ve inanıyoruz ki Allah’a (c.c.) inansın, inanmasın Allah (c.c) ilmi arzu eden (bkz. Tâhâ-114) kişiye, arzuladığı ilmi gayreti ölçüsünde verir, bildiği ile iştigal edene bilmediğini öğretir (bkz. Alak-5).
Hassaten (özellikle) şunu da belirtmek gerekir (elzemdir). Birincisi; vahiy, nübüvvet, akıl irtibatı, ikincisi; Rasul (risalet), Muhammed’in (a.v.s.) insani yönü, vahyin ilk muhatabı ve hikmet sahibi olduğu çözümlenmeden, içselleştirilmeden özelde modern davranış bilimleri ile temas tek boyutlu, materyalist bir düşünceyi hâsıl edecektir ki, böyle bir düşüncenin dokunduğu dokunun eksik, sorunlu hale gelmesi ihtimal dâhilindedir.
Müslümanlar olarak Rasulullah’ın (a.s.v.) kapısına gelip, birtakım ihtiyaç talebinde bulunanları hiçbir zaman boş çevirmediği, elinde o an imkânı yoksa muhtaç olanın ihtiyacının giderilmesi için, imkânı olan ikinci bir şahıstan bir selamla (Rasulullah’ın -a.v.s.- selamıyla) temin edildiği bilinmektedir. Burada, üzerinde bir miktar durmamız gereken husus şudur ki; Rasulullah’ın (a.v.s.) muhtaçlık içerisindekilerin ihtiyaçlarının tedariki ve verilmesi (giderilmesi) sadece maddi boyutla (gıda, üst-baş, güvenlik, evlilik, bakım veya borçlar gibi) sınırlı imiş gibi algılanmasıdır.
Rasulullah’ın (a.s.v.), vahyin ilk muhatabı (insan olarak) ve kendisine hikmet verilmesinin Müslümanlar tarafından yeterince içselleştirilememesi, İslam akidesi ile kavileştirilmemesi (güçlendirilmemesi), O’nun sağlıklı, ufuk açıcı, insan ve topluma dair maddi ve manevi tespitleri, uyguladığı yol ve yöntemleri (v.s.) kesinlikle anlaşılmayacaktır.
Günümüz Müslümanlarının Rasulullah’ı (a.s.v.) gerektiği gibi anlayamamaları, geldikleri aşama olarak münferit yaşantı ve tarzlarından (darmadağın oluşlarından) kaynaklanmaktadır. Muhtemeldir ki Müslümanların bu dumur (körelme/beslenememe/zayıflama), çözülme hali, dünyanın konforuna uyum (dünyevileşme) ve medenileşme adına beşeri ideolojilerle hayata maddi açıdan bakış, zamanla bu bakışın bir inanç haline dönüşmesi, maalesef endişe vericidir!
Evet, Rasulullah (a.s.v.) kendisine geleni, kendisinden isteyeni asla boş çevirmemiş (göndermemiş), isteyeni asla rencide etmemiştir. Çünkü aziz ve cömert Yüce Nebi (a.s.v.), Allah için veren olmanın üstünlük olduğunu ümmetine öğütlemiştir: “Veren el, alan elden hayırlıdır (üstündür)… Kim, insanlardan bir şey istemezse, Allah onu kimseye muhtaç etmez…” (Hz. Muhammed -a.v.s.-). Ayrıca Yüce Nebi (a.s.v.), bir kulun sahip olduğu şeylere bir kriter getirerek, ancak Allah için vermek eyleminin iman ve ihlas eşliğiyle gerçekleşmesiyle mümkün olacağını da yaşantısı ile göstermiştir: “… desene evimizde kalan oğlağın o parçasının dışındakiler bize aittir.” (Hz. Muhammed -a.v.s.-).
Konunun başındaki ilk rivayetin öncülüğünde ‘vermek’ eyleminin anlam ve türevlerini (sadece müspet yönüyle) düşündüğümüzde dahi ‘vermek’ eyleminin kapsamını maddi boyutla değerlendirmenin ne kadar kısır kalacağı anlaşılmaktadır.
Yüce Nebi (a.s.v.), özellikle dava ve davette olduğu gibi, insanların (inansın ya da inanmasınlar), muhataplarının sorunlarının (çözümü için talep etsinler ya da talep etmesinler) giderilmesinde kullandığı yöntemlerin arasında öne çıkan başlıklardan birisi, fertlerin ve toplumların her yönüyle analizi ve tanımlanmasıdır. Fertleri ve toplumları (devlet, kabile, akraba ve aile), en karmaşığından en sadesine kadar incelemiş, irdelemiş, bilgi tedarikinde bulunmuş, mahrem bilgileri kendinde biriktirerek; ümmetine, insanlara ve toplumlara yaklaşırken, tartışılmaz değer ve zenginlikte yol ve yöntemler göstererek hem ümmetine, hem Asr-ı Saadet’teki hem de kendisinden sonra gelecek kuşakların sorunlarının çözümü için pek kıymetli miraslar bırakmıştır. Yeter ki değeri tartışılmaz bu mirasa tek kulvarlı nazardan (at gözlüklerimizden) soyutlanarak ve taklitten mümkün olduğu kadar uzaklaşarak iman, ihlâs ve sabırla tahkik ederek temayüz ettirmenin gerekliliğine inanılsın.
Yukarıdaki rivayete kendi cirmimizin (kapasitemizin/kapladığımız alanın) izin verdiği ölçüde bakarsak; ortaya çok boyutlu eylemler zinciri, bu eylemlerin bileşkesi ile müspet bir sonuca ulaşma çıkacak ve bu sonucun ulaştığı aşama ise muhatabın terapisi (tedavisi) ile hayatın içerisine yönlendirilerek, ihtiyacını kendisinin görmesi sağlanacaktır: “Balık vermeyin, balık tutmayı öğretin” (Çin Atasözü).
Allahualem, Yüce Nebi (a.s.v.), kendisine verilen hikmetle; bu rivayetteki genç adamın direkt olarak ihtiyacının karşılanmasını sıradan/basit pansuman (lokal/günü kurtarır/başından savar) fiillerle gidermek yerine; içerisinde köklü, zahmetli, hikmetli, hayırlı, inanç, mefkure, eylem barındıran bir usulle (yöntemle) muhtacın ihtiyacının giderilmesi ve muhtacın bilkuvve yönü (potansiyeli) yüzeye çıkarılarak, muhtaç aktifleştirilmiş, ayrıca muhatabın kendi potansiyelini görmesinin ötesinde de idraki sağlanarak eyleme geçirilip (bil fiil) kimseye el açmadan, onurlu bir şekilde şahsi ihtiyaçlarını temin edebileceği sağlanmıştır: “Ahirette dilenciler yüzsüz yaratılacaktır” (Hz. Muhammed -a.v.s.-).
Neticede; ihtiyaç içerisinde olduğu düşüncesine sahip genç adam; bu zillet kendisini esir almadan, bünyesinde kavileşmeden Allah’ın (c.c.) keremi ve Yüce Nebi’nin vesilesi (a.s.v.) ile inanç, ihlâs, azim takviye edilerek kendisine gençliği, kuvveti, zekâsı (v.s.) tanıştırılarak, Rıza-i İlahi’ye uygun hayata uğurlanmıştır (yön verilmiştir) (bkz. Enfâl-24). Düşündüğümüzde, İlahi yöntemlerle her insanın istidadına göre bir bir kuşatılması, motivasyonunun sağlanarak oluşturulan toplumun kalitesi, dinamik yapısı, üretkenliği ve gücü ancak İslam’ın Müslüman’a kazandıracağı inanç esasları, tefekkür ve muhayyilesi ile tartışılmaz ihtişamının elde edilebileceği (geri kazanılabileceği), sadece yukarıda rivayet ışığında bakıldığında bile görülecektir.
Sonuç:
Kavramlara; insanların hayatlarının her alanında, dünya ve mana âlemine dair iletişim için; inanç, düşünce, duygu, beklenti, ifade… içeren miktar ve nitelik olarak kullanıldığı ve fertlerin, toplumların ilmi seviyelerine, kültürel yapılarına göre hafıza alanı ve pratik arz eden vasıtalar olarak baktığımızda; özelde Müslümanların, kavramların etimolojisini, ıstılahi ve örfi (varsa) karşılığını, son tahlilde bulunduğu toplumun kaydettiği aşama itibari ile nasıl bir evrilmeye maruz kaldıklarının, meslek ve jenerasyonlarda ne tür jargonlara dönüştürüldüğünün, en azından toplumsal iletişim kuracak seviyede bilinmesinin, Müslüman duruşuna halel (ihlal edilip zarar vermeyecek) getirmeyecek miktar ve üsluba ulaşması önem arz etmektedir.
“Yarım doktor candan, yarım din adamı(!) imandan eder” (Atasözü).
“Cahil, cesur olur” (Hz. Ali -r.a.-).
Çok ilginçtir ve kanaatimize göre üzerinde araştırma yapılması gereklidir! Şu sebepten dolayı; insanlığın tabiatı irdelendiğinde, tarihin hemen her döneminde, türevleriyle geniş yelpazeye sahip ilim dalları arasında tabiplik ve ilahiyat hakkında hemen hemen her insanın (istisnaları tenzih ederiz) bir reçete yazdığına veya ilahiyat içeren söylem ve içtihatta bulunduğuna en azından günümüz insanları olarak şahit olmamak mümkün değil! İbret vericidir ki o kadar ilim dalı arasında tıp ve ilahiyat hakkında bu kadar söylenecek sözün ve söz sarf edecek şahsın olması; mevcut toplumun seviyesini, taşıdığı riski, bu kadar bilen(!) içerisinde, kaybolan(!) ilim ehli ve liyakat sahibinin çaresizliğinin, trajikomedinin (acıklı halin gülünç görünmesinin) devam ettiği bilinmektedir (ağlanacak halimize güleriz!).
“Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül hepsi ondan sorumludur” (İsrâ-36).
Bilgi, kavramlar üzerinden taşındığı gibi, insanlığın kaydettiği aşamadaki araç, gereç ve teknolojiler üzerinden de taşınır. Günümüz telekomünikasyon, internet vasıtasıyla; dezenformasyonun (yanlış, kasıtlı, çarpıtılmış bilginin) bir ahlak haline geldiği, kavramların yozlaştırıldığı, bilgi kirliliğinin kendisini ciddi olarak hissettirdiği, ağzı olanın konuştuğu, asparagasın, rezaletin, fitne ve ifsadın yayılmadaki hız ve kapasitesi, görsel teknik ve imkanlar ile desteklenen bu yayılma düşünüldüğünde, insanlık için ipin ucunun çoktan kaçtığı kabul görecektir. Hususiyetle, Müslümanların mazisindeki tecrübelerine dayanarak, ivedilikle iletişimin sosyal medya ayağı ve türevleri için fıkıh oluşturmaları gerekli hale gelmiştir. Allah’ın (c.c.) inayeti, İslam’ın gücü, Müslümanların samimiyet ve azimleri bu sorunun da üstesinden gelmelerine yardımcı olacaktır.
“İlim, amelin önderidir” (Hz. Muhammed -a.v.s.-).
Pratiklerimize (amel ve eylemlerimize) ışık tutan, ilimdir. Müslüman’ın zihinsel ve kalbi mekânında; taklit, tahkik ve tatbik mefhumları arasında oluşturacağı izdüşüm, bu açıdan çok değerlidir. Çünkü Müslüman’ın hayatına yön veren, onun Müslümanlığını; şahsına ve topluma kanıksattıran, onda içselleşen inancın zahire yansıyan söylem ve pratikleridir.
Müslüman; tek boyutlu kalp, zihin ve amellerin adamı olmaması gerektiğini, sadece konu girişindeki rivayete hikmetle nazar ederek anlar. Bunun için eğer ilmin, amellerine ışık tutmasını istiyorsa, kendisine gelen bilginin kaynağını, yolları ve işaret ettiği noktayı çok iyi tartması gerekir! Bilgi, insana akıl almaz kaynaklardan, akıl almaz şekil ve yolla gelebilir. Gelen bilgiler, söylem ve amellerde birtakım olumlu, olumsuz rotalar çizebilir: “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de yaptığınıza pişman olursunuz” (Hucurât-6).
Şüphesiz sözün en güzeli ve en doğru olanı, Yüce Allah’a (c.c.) aittir. Selam ve dua ile…
Yasin Tekin

GRUBA KATIL