Akla Gelen – 9: Vermek II
Arşiv Yazarlar

Akla Gelen – 9: Vermek II

Nifak fiili ve münafık failinin derecelerinin varlığı da bilinmelidir (bkz. ilgili kaynaklar). Bizim için ‘güven vermek’ eyleminin karşısındaki fiil ve failin bir miktar izahı, inanıyoruz ki ‘mü’min’ failine ciddi açıklık getirmiştir. ‘Güven’, ‘mü’min’ mefhumunun sade bir şekilde tanımlanması, ayrıca inanç ve pratikte ‘mü’min’ olmaya talip muhatapların istidatları, geçirdiği evreleri, bu evrelerdeki etmenleri asla göz ardı etmemek gerekir. Gerekir ki mü’min’in inşa süreci ve âlem için değeri anlaşılsın (gerçi altının kıymetini sarraf bilir ya!).
Mahlûklar, fıtratlarına göre hayatlarını idame ettirecek her yönüyle güvenli bir ortam ararlar; nemli bir toprak arayan, bulduğunda içerisine sokularak kaybolan, tüm yaşam parametrelerine kavuşan bir solucan örneğinde olduğu gibi. İnsan da yapı itibari ile canını, malını, aklını, neslini ve değerlerini (inancını) güvence altına almak ister. İnsan, sıraladığımız bu şartlara, en azından bir kısmına yaklaştığında, kendisini o alana bir şekilde ulaştırmaya gayret eder. Esasen insanın bu arayışı, fıtri (yaratılıştan gelen) bir unsur olmakla beraber, fıtratın bu eğiliminden de (ilminin derecesine göre) büyük oranda farkında değildir.
“İslam, fıtrat dinidir” (Hz. Muhammed -a.v.s.-).
Dünyaya gönderilen insan, dünyaya veda edeceği güne kadar eğer fıtratını tamamlayan, itminan bulacağı (güveneceği, inanacağı, sakinleşeceği, ikna olacağı, her türlü vehimden kurtulacağı v.s.) bir bağ bulur (bkz. Ra’d-25); bu bağla kuşanırsa ne âlâ. Lakin gerçek şudur ki; insanın, dünyevi nihayetine kadar bilsin veya bilmesin bütün çabası, hesapları, kurguları, mücadelesi (v.s.) bu bağı arayışa endekslidir!
An itibari ile insanoğlunun geldiği noktayı dikkatle tahlil edersek, insanlığın dünyevi başlangıcından itibaren bu kadar hercümerç (kargaşa/allak bullak/darmadağınıklık) içerisinde olduğu ihtimaldir ki görülmemiştir. Özgürlükler adına fıtratın deforme edildiği, fuhşun, kumarın, hilenin yaygınlaştığı cana-mala-ırza-dine-nesle ve akla kast edildiği, intiharların-cinnet vakalarının arttığı, arsızlığın, hırsızlığın, hainliğin, dalkavukluğun yaşamın her alanında hissedilip itibar gördüğü, katlin-katliamların naklen yayınlandığı, günahın aşikâr edildiği, günahkârlığın alenileştiği, medeniyetleşme adına toplu katliamların yapıldığı, masumun- masumiyetin kadre (zulme, haksızlığa) uğradığı, ailenin yapısı hedef alınarak tahrip edildiği, kadın hak ve özgürlüğü-erkek egemenliğine karşı duruş adına; kadının, dolayısıyla erkeğin tabiatına verilen zararın getirdiği içtimai enkaz… Dilimiz döndüğünce saydıklarımız yanında, günümüz dünyasına dair sayamadığımız trajedilerin hüzün verici, izi hiçbir zaman silinmeyecektir.
İnsanlık, İlahi yönlendirmeye teslimiyetin dışında; ne bu dünyada ne de istikbalde (ahirette) güven içerisinde olacaktır. Çünkü beşeri inanç ve ideolojiler; vaat, söylem ve kurgularını pratiklerinde hiçbir zaman gerçekleştirememiş (ya da bizzat gerçekleştirmek istememiş), insanlık için hüsranla sonuçlanan ütopyaların (gerçekleşmesi imkansız hayallerin) varlığından başka bir şeye dönüşmemişlerdir. Gerçek şu ki kökleri ve kalkış noktası beşeri tandansa (akıma) sahip yapılar, kesinlikle insanoğluna huzur ve mutluluk getirmemiş ve asla getiremeyecekler de!
Ancak şüphesiz, cümle kâinatın olduğu gibi insanın da sahibi olan el-Ekber’den (Allah’tan c.c.) başkası iki cihan saadet ve güvenini veremez. Vicdan sahibi her insan, kafasını çevirip maziye baktığında İslam aydınlığının inşa ettiği dünyayı, insanlığı ve insanlığa kattığı saadeti, güveni temaşa edecek, bu bakışla İslam’ın kitap, söylem ve pratikte ortaya koyduğu simetrinin varlığının asla inkar edilemez, ütopik bir inanç sistemi olmadığı düşüncesi bünyelerine hakim olacaktır. Asr-ı Saadet gerçeği, dipdiri durmaktadır!
“Allah, iman edenlerin velisidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri de tağuttur; onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, cehennemliklerdir. Orada ebedi olarak kalırlar” (Bakara-257).
Tarihin ve yaşanılan çağın şahitliği insanoğluna; şahsını ve değerlerini koruyacak, güvence altına alacak, kim ve nasıl bir gücün güven vereceği konusunda, bunca tecrübesine rağmen hâlâ yön bulamamış ve karar verememişse ki öyle gözüküyor (müstesna bir zümre hariç), insanlığın dünyevi ve uhrevi akıbeti perişan demektir.
Hakikat şudur ki insanoğlunu; can, mal, akıl, nesil ve din emniyetine kavuşturacak, koruyacak, insanlığın bu hassasiyetlerinin yıkımına teşne (çok istekli) olacak her türlü musibete karşı mukavemet gösterecek unsurlar; ancak İslam’ın bünyesindedir. İslam, aşağıda belirtilen gücüyle her türlü musibete karşı koyar, dünyada korunma talebinde bulunan mazlumları kendi güvenli alanına çekerek sözünü yerine getirir. Lakin Allah’ın (c.c.) izni ve keremiyle, İslam’ın bu gücünün tezahür etmesi, mü’min şahsiyetlerin oluşturduğu kavi toplumla gerçekleşebilecektir!
A. El-Mü’min:
Allah (c.c), güven verendir (bkz. Haşr-23). Asla sözünden (ahdinden) dönmez. İnansın ya da inkar etsin yarattığı kuluna rızık verir, kulunun ihtiyaçlarını giderir, bu dünyada tüm kullarını kuşatır ve sürekli yaratma halindedir, asla kullarını başı boş bırakmamıştır, iyiliği emreder, kötülükten nehyeder. En önemli ahdi ise mü’minler için ahirette hazırladığı, hiçbir havsalanın (zihin ve kavrayışın) alamayacağı, kapsamda nadide hayretler barındıran cennetlerde sırlıdır (bkz. İlgili ayetler).
B. İslam:
“Kuşkusuz Allah katında din, İslâm’dır…” (Âl-i İmrân- 19).
İslam; Allah’ın (c.c.) ,Hz. Âdem (a.s.) ile Hatemü’l-Enbiya (son Nebi/son Peygamber) Hz. Muhammed (a.s.v.) dâhil, arası tüm peygamberlere gönderilen, tüm insanlığı muhatap alan, kendine davet eden; ancak insanlığın güvenlik ve huzuru için şartsız Allah’a (c.c.) teslimiyetin kesin gerekliliğini kendine has usul, üslup ve vesileler ile haykıran hak dinin adıdır. Müslüman olduğunu iddia edenlerce(!) unutulmamalı ve akılda tutulmalıdır ki; Allah’ın (c.c.) dini İslam, “kelime-i şehadet getirdim (tamam oldu bu iş!)” söyleminin ötesinde; inanç esasları, pratikler barındıran, hayatın her alanına müdahale eden (bkz. En’am-162), imanın farklı zaman ve şartlara göre test edilmesiyle (bkz. Bakara-214) mü’min ve diğerlerinin ortaya çıkarılarak neticelenecek, netice karnesi ile de azap veya mükâfatın verileceği (bkz. Zilzâl 7-8) değişmez/değiştirilemez gerçekliktir!
İslam; barış, selamet, esenlik, teslimiyet, emniyet, saygı duyarak boyun eğme, bağlanmak, içtenlik, ticari alışveriş, ahit… gibi anlamlar içerir. İslam’a iman eden şahsa, Müslüman; Müslümanların oluşturduğu topluma, İslam toplumu denir. Maalesef acıdır ki; ihtimal dâhilidir (tözsel bağları iğdiş edildiğinden) son birkaç jenerasyonun bilmediği, hatırlamadığı veya utandığı(!) mazisi, bir asır öncesine kadar üzerinde bu coğrafya ve civarı, İslam’ın ve Müslümanların oluşturduğu İslam toplumunun son demlerini (son anlarını) yaşadığı sahnelere tanıklık etmiştir. Bir asır öncesi ve daha öncesi Asr-ı Saadet’le karşılaştırıldığında (kıyaslamak muhal); şimdi söylemleri İslam(!), pratikleri ile farklı manzara arz eden bu coğrafya ve civarındaki insanlığın ekseriyetinin, hangi nitelikte bir toplum tanımlamasının yapılacağı konusuyla ilgili vicdan sahibi ilim ehlinin (İslam, tarih, siyaset, toplum bilim… üzerine liyakat sahibi zevatın) izahatı ile temayüz edecektir.
İslam; kozmostaki (kevni âlemdeki) zerresinden kürresine kadar tüm yaratılmışların teslim olarak uyduğu şaşmaz ölçülere sahip İlahi düzendir. Kozmostaki kusursuz bu ölçü ve intizam, evrenin güvenliğini sağlar (bkz. Yunus 5-6).
“Dahası O, duman halinde olan semaya iradesini yöneltti; ardından ona ve arza, ‘isteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!’ buyurdu. İsteyerek geldik, dediler” (Fussilet-11).
C. el-Emin:
21. y.y.da emperyalizm, küresel bir güce ulaşmıştır. Bu gücüyle insanlığı her yönden kuşatarak, kendisine entegre etmeye çalışmaktadır. İnsanlık, hızlı bir şekilde; düşünceleri, inançları, kültürleri, alışkanlıkları, dilleri, örfleri… kısacası insanlığın köklerine ve insan olmaya dair ne varsa; artık tek tip anlayış, alışkanlık, sistemin ürettiği yeni mankurtlar sürüsüne dönüştürülmeye doğru gitmektedir. Bu değişim ve dönüşümde en çok insanlığın etkilendiği nokta; çok çeşitli kültürel-tarihsel köklerin ve alışkanlıkların yok edilmesidir. Bu yok oluştan etkilenen kültürlerden birisi de insanoğlunun isimlendirilme merasimleridir. Tarihte toplumların yeni doğan çocuklarına, farklı tarz ve ritüellerle de olsa isim koyma birikim ve yöntemlerinin dünya ölçeğinde mozaik oluşturduğu gerçektir. Lakin küresel sömürü, kaydettiği aşama itibari ile kendine has bu mozaiği de dönüştürmeye başlamış, form ve boyasıyla tek tipleştirmektedir!
İnsanlara isimler verilirken, insanlığın toplamda kültürel birikimine; detaya dalmadan ve isim koyma ritüellerini konu etmeden tarihe baktığımızda; başta inanç, örf, aşiretin veya ailenin (günümüzde dayatılan/resmedilen dört kişilik topluluktan daha büyük, asgari seksen-doksan kişilik kapasiteye sahip yapının) en büyük-itibarlı ve hürmete layık olanı karar verirdi. Ayrıca bazı toplumlarda çocuk, belli bir yaşa gelene kadar isim konmaz, gösterdiği; akıl, cesaret, olgunluk, ahlaki davranışlar, kişiliğindeki ilmi göstergeler… ile topluma kendini kanıtlamışsa ya da toplumun, çocuğun bu temayüllerine aşinalık kazanımıyla isim verilirdi.
O günkü toplumlar, sanıldığının aksine sadece müspet isim vermez; atalarının toplumdaki namları veya isim konulacak kişinin namı, akli ve ahlaki yönüyle de toplumda bir karşılık bulur; ona, öyle hitap edilerek isimlendirme (lakap) yapıldığı olurdu…
Rasulullah (a.v.s.) döneminde isim koyma yöntemlerinden birisi; şahsın ilk doğan erkek çocuğu ile ünlenmesi ve isimlendirilmesidir. Arapların bu örfü ile o günkü toplum, Rasulullah’a (a.s.v.) Ebul Kasım/Kasım’ın Babası diye hitap etmişlerdir (Kasım, Rasulullah’ın -a.s.v.- ilk erkek çocuğudur).
Peygamber Efendimiz doğduğunda, dedesi Abdülmuttalip/Şeybe (aşiret reisi ve ailenin büyüğü olarak) o günkü toplumda hiç konulmamış bir isim verdi O’na: “Muhammed (a.s.v.)” (medh edilmiş/övülmüş/övülmeye layık) dedi/dediler/dedik! Elbette ki Efendimizin (a.s.v.) isimleri, isim verenler, kullanıldıkları mekânlar ve yerler bu kadarla sınırlı değildir (Mahmud, Ahmed, Yasin, Taha… gibi. İlgili kaynaklara bkz.).
Konu itibari ile önem arz eden ‘el-Emin’ isminin üzerinde bir miktar durulmalıdır. Rasulullah’ın (a.v.s.) fıtri istidadı ve Yüce Mevla’nın (c.c.) muhafazası altında karakteri çok özel şekillenmiş, yakınları ve Mekke toplumu tarafından O’na (s.a.v.) ‘el-Emin’ ismi verilmiştir. Ahdine sadakatiyle, akrabasını-mazlumu-masumu, öksüzü-yetimi gözetmesiyle, yalan-riya-aldatma- hile… gibi davranışların kendisinden asla sadır olmamasıyla, İbrahimi (a.s.) geleneğin özünü devam ettirmesiyle, putlara asla herhangi bir iltifat ve tevessülde bulunmamasıyla, zekasıyla ve bilgeliyle (Hacerü’l-Esved’in yerine konmasında), cesaretiyle (Hilfu’l-Fudûl’da), ticaretteki ahlak ve güvenirliğiyle… Risaletten evvel Mekke halkının kalbini fethetmiş, Mekkeliler de O’na (a.v.s.) ‘el-Emin’ (işte en güvenilir kişi) ismini koymuşlardır.
“Yiğit, namıyla anılır” (Atasözü).
Rasulullah (a.v.s.), ‘el-Emin’ vasfından hiçbir zaman ödün/taviz vermemiştir. Risalet yıllarında Efendimiz (a.v.s.) ve Müslümanlar, bu vasfın ciddi boyutlarda semeresini almışlardır. Yukarıdaki göstergelerin işaret ettiği noktayı okuduğumuzda; Müslüman’ın ait olduğu toplumda yapması gereken ilk ve en önemli unsur; eminlik vasfını kuşanması olacaktır (eğer Efendimiz’in -a.v.s.- örnekliğini gerekli görüyor ve buna iman ediyorsa!). İlginç ve ibretliktir ki; risaletin Mekke yıllarında, müşrikler, birbirlerine emanet edemedikleri değerli eşyalarını hasım/kanlı bıçaklı oldukları Efendimiz’e (a.v.s.) emanet ediyorlardı.
d. Şeriat-ı Garrâ (parlak, nurlu şeriat):
Şeriat lügatte; yasa, kanun, düz yol, insanı su kaynağına götüren yol, manası taşımasının yanında, İslam dininin diğer adıdır da. O halde şöyle diyebiliriz; insanı, kendi hakikatine götürecek ve kavuşturacak, susuzluğunu giderecek, huzur-mutluluk ve itminan bulacağı, nezih-berrak-halis kaynağa götürecek, ona (insana) güvenlik, esenlik sağlayacak düzlükte, fıtratına en uygun dosdoğru yol (Sırat-ı Müstakim) İslam Şeriatı’ dır.
“Kuşkusuz Allah katında din, İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki hak tanımazlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidir ki Allah’ın hesabı, çabuktur” (Âl-i İmrân-19).
Ne hazindir ki kendilerini Müslüman addeden birtakım zümrenin(!), özellikle İslam coğrafyasında birtakım fırsatları ve konjonktürel (dalgalanma/şartların oluşturduğu hali) havayı fırsat bilerek, şeriata küfür kelam ve kindar pratiklerle zulmün her türlüsünü sergiledikleri, bir vakıadır. İslam ulemasına göre; şeriata küfür, İslam’a dolayısı ile İslam şeriatının Şari’ine (kanun koyucusuna) yani Allah’a (c.c.) karşı küfür olduğundan, İslam dairesinden çıkarlar. Bu zavallı güruhun korkularının, panikle dışa vurduğu cahilane kelam ve eylemler, İslam’ın bina edeceği İslam Toplumu’ndan başka bir yapı değildir.
“Onların içlerinde size karşı duydukları korku, Allah’a olan korkularından daha şiddetlidir. Böyledir; çünkü onlar, anlamayan bir topluluktur” (Haşr-13).
İslam Şeriatı’ndan kimler korkar, durum ve şartlara göre kimler karşı bir duruş sergilerler, bellidir! Müstekbirler, beşeri ideoloji düşünür-kurucu ve müntesipleri, arsızlar, hırsızlar, zaniler (zina edenler), yalancılar, sahtekârlar, dalkavuklar, paraya-kadına ve dünyaya kul olanlar, tefeciler, sapkınlar, putperestler, münafıklar, müfsitler, mülhitler…
Beşeri sistemler, bir alanda hâkimiyetlerini ilan ettikten sonra; önce hukuklarını, daha sonra ahlaki yapılarını devreye koyar, tebaaları üzerinde pratize ederek hayatlarını sürdürmeye çalışırlar. İslam Şeriatı, bunun aksine usul izleyerek; insan tabiatını (yaratılış ve fıtratını ) baz (temel/esas) aldığı için, insan fıtratının en derin, ücra noktalarını dahi gözden kaçırmaz, değer verir. Bu değeri, söylem ve pratiğinde de en ince detayına kadar gösterir. İslam Şeriatı’nın hedefi, insanın iki dünyada da saadete ulaşmasını sağlamaktır.
İslam Şeriatı’nın insanı ve İslam Toplumu’nu inşa aşamaları (bir kısmı);
– Öncelikle ona, insan olduğunu, yaratılış evrelerini hatırlatır.
– Yaşadığı beşeri sistemi, sistemin içerisindeki yerini (entegrasyonunu) ve sistemin ona verdiği değeri gösterir.
– Peygamberlerin örnekliği eşliğinde, kendisinin (yani İslam’ın) tek güvenli liman olduğunu belirterek insanı kendisine davet eder, kendisinin tahkik edilmesine müsaade eder.
– Peygamberler vasıtasıyla İslam ahlakının bünyelere oturmasının önemine güçlü vurgular yapar (bkz. Ahzâb-21). “… O’nun (Hz. Muhammed’in -a.v.s.-) ahlakı, Kur’an’dır” (Hz. Aişe -r.a.-). “Ben, güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” (Hz. Muhammed -a.v.s.-).
– İslam toplumunun her aşamasında insana, insan olduğu hatırlatılır ve İslam toplumu güçlendikçe onu (insanı) suça itecek unsurları birer birer ortadan kaldırır. Daha sonra onun (insanın) onurlu yaşaması için aşama aşama imkânlar sunar (vaatlerini yerine getirir).
– İslam toplumu niteliği artıkça ibadetler, emir ve yasaklar tedricen topluma vaaz edilir.
– İslam davetini kabul etmiş; insanca, ahlaklı, güvenilir, izzetli… kendisine yetebilir İslam toplumu oluştuktan sonra, aşama aşama hukukunu ve hukukun gereği müeyyideleri devreye koyar. İslam; Asr-ı Saadet gibi bir toplumun inşası, inkar edilemez varlığı ile dünya tarihinde beşeri sistemler gibi gerçekleşmesi imkansız ütopik bir sistem olmadığını göstermiştir. (Devam edecek…)

GRUBA KATIL