6-7 Eylül Olayları Bir Kontr-Gerilla Tertibi İdi – II
Arşiv Yazarlar

6-7 Eylül Olayları Bir Kontr-Gerilla Tertibi İdi – II

Mah Mensupları İş Başında
6-7 Eylül olaylarında en etkin rolü, Milli Emniyet Hizmeti (MAH) üstlenmiştir. MAH, bu eylemleri, çeşitli dernek ve partiler içinde bulunan uzantıları kanalıyla gerçekleştirmiştir. Nitekim aylar önce, iktidardaki Demokrat Parti (DP) ile muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Osman Bölükbaşı’nın Cumhuriyetçi Millet Partisine mensup milletvekilleri, Rum aleyhtarlığını kışkırtacak önergelerini vermeye başlamışlardı. Siyasilerin en büyük yardımcısı ise Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) ile Kıbrıs Türktür Cemiyeti (KTC) idi. KTC Başkanı, Hürriyet gazetesi yazarı ve Avukatlık yapan Hikmet Bil’di. Hikmet Bil, 1952’de Adnan Menderes ve Fuad Köprülü’nün Atina ziyaretinde resmî heyete davet edilecek kadar iktidara yakın biriydi. Bu Cemiyetin yönetim kurulu üyelerinden Kâmil Önal ise MAH (Milli Emniyet Hizmeti) üyesi bir başka gazeteciydi. Cemiyetin diğer önemli isimleri Dr. Hüsamettin Canöztürk, Orhan Birgit, Ahmet Emin Yalman, Dr. Ziya Somer, Nevzat Karagil gibi CHP’ye yakın isimlerdi. Devletin maddi yardımda bulunduğu bu örgütlerle hem DP teşkilatlarının hem de tekstil, şişe-cam, motorlu taşıtlar, deri-kundura, tütün-içki, gemi, su gibi çeşitli işkollarında faaliyet gösteren sendikaların ilginç ilişkileri vardı.
Kıbrıs Türktür Cemiyeti, 6-7 Eylül 1955’teki yıkma ve yağmalama olayların öncesinde de olaylar esnasında da başrolü oynamıştır. Bu cemiyetin tanınmış üç üyesi A. Emin Yalman, Orhan Birgit ve Ali İhsan Göğüş’tü. Orhan Birgit ve Ali İhsan Göğüş, uzun yıllar CHP’nin ağır topları olarak görev yapmışlardı. Bu ikili daha önce de birlikte bulunmuş ve görev yapmışlardır.
6-7 Eylül Olaylarının en ilginç ismi, orgeneral rütbesinden emekli olmuş, tuğgenerallik rütbesinde Özel Harp Dairesi (ÖHD) başkanlığı yapmış, bu konuda eserleri olan, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu’nda üst düzey görevlerde bulunmuş Sabri Yirmibeşoğlu’nun (daha sonra inkâr etmekle birlikte), gazeteci Fatih Güllapoğlu’na söyledikleriydi:
“Bak, ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’teki Kıbrıs Harekâtı. Eğer ÖHD olmasaydı, o harekât yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? (…) Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al…
– Pardon Paşam, anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı?
– Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?
– E, evet Paşam!”
Sabri Yirmibeşoğlu’nun Fatih Güllapoğlu ile yaptığı bu konuşma, 6-7 Eylül olaylarının devlet tarafından organize edilen bir provokasyon olduğunu açıkça göstermiştir. Bu eylemde en etkin rolü oynayan örgüt ise Sabri Yirmibeşoğlu’nun da belirttiği gibi ABD’nin kurdurduğu Kontrgerilla/Gladyo yapılanması olan Seferberlik Tetkik Kurulu (sonradan 1965’te Özel Harp Dairesi/ÖHD ismini aldı) idi.
Sabri Yirmibeşoğlu, bu olaylarda Özel Harp Dairesi’ni, Gökçin Sipahioğlu ise MAH’ı (Milli Emniyet Hizmeti) işaret etmiştir.
Peki, hangisi doğru söylüyordu?
İkisi de.
Bu Eylemlerde Siyasi İktidarın Rolü
Bu iki kurumun da (MAH ve ÖHD) siyasi iktidardan bağımsız hareket etmeleri mümkün değildir. Nitekim Fatin Rüştü Zorlu, konferans başlamadan bir gün önce yani 28 Ağustos’ta Başbakan Adnan Menderes’e Londra’daki Türk Büyükelçiliği’nden şifreli bir telgraf çekmiştir.
Bu telgrafta:
“… İngilizler Kıbrıs’taki anlaşmazlığı çözmek için, son çare olarak Yunanistan’a ödün verip Kıbrıs’ta kendi kendine yönetime izin verebilirler… Burada haklarımızı ne ölçüde savunabileceğimiz konusunda tereddütler vardır. Gerçi bu sabahki görüşmeler nazik geçti ama insafsızdı. Onlar haklarımızı savunmak konusunda ümidimizi kıracak açıklamalar yapmadı. Yine de ısrarımız konusunda onları ikna edebileceğimize inanırsak hata etmiş oluruz. Bu hususta önümüzde yapılacak çok iş olduğunu görüyoruz. Biz ve gazetecilerimiz gayret göstermeyi sürdüreceğiz. Bu konuda ilgili yerlere sizin vereceğiniz emirlerin çok işe yarayacağına inanıyoruz.”
Zaten Türkiye kamuoyu yavaş yavaş hazırlanmış ve en küçük bir işaretle sokağa dökülebilecek konuma getirilmişti. Nitekim 16 Ağustos’ta KTC Başkanı Hikmet Bil, Kıbrıslı Türklerin lideri Dr. Fazıl Küçük’ün “adadaki Yunanlıların Türk azınlığa karşı katliam hazırlığı içinde olduğuna dair” mektubunu tüm şubelerine göndererek, üyelerinden “Londra ve Atina’nın korkacağı erkekçe bir ses çıkarmaya” davet etmişti. 24 Ağustos’ta Adnan Menderes, Liman Lokantası’ndaki yemekte, Yunanistan ve Kıbrıs aleyhine gayet sert bir nutuk atarak ‘çarşambanın gelişini’ müjdelemişti. Ardından İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği, Yunan pasaportlu Rumların mallarının müsadere edilip yurtdışına çıkarılmalarını talep ederken, gazetelerden Kıbrıslı Türklerin zor durumda olduğunu okuyan vatandaşlar, Kıbrıs’a gitmek için TMTF’ye kitlesel başvurular yapmaya başlamışlardı. İddialara göre İskenderun şubesine 23 bin, Adana şubesine 15 bin başvuru yapılmıştı.
Başbakan Menderes, olayların başlamasından bir gün önce Kıbrıs Türktür Cemiyeti Başkanı Hikmet Bil’le görüşerek Dışişleri Bakanı Zorlu’dan telgraf aldığını ve Londra’da zapt edilmeyen bir Türk kamuoyundan bahsedilmesini istediğini anlatmıştır. Bu bilgi, aynı gün Hikmet Bil tarafından Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin şubelerine iletilmiştir. Sonraki gün de olaylar başlamıştır.
200 bin kişilik güruhun katıldığı tahmin edilen bu yağmada, ölüm olaylarının az olması ve saldırganların en ufak bir direnişte geri çekilerek başka hedeflere yönelmesi, hükümetin bir katliam planlamadığını, amacın başta Rumlar olmak üzere gayrimüslimleri ekonomik olarak güçten düşürmek, sonra da korkutarak ülkeden kaçırtmak olduğunu düşündürüyordu. Nitekim iddialara göre, Celal Bayar, İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce, etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “Galiba dozu kaçırdık” demişti.
Zaten bu kadar organizeli bir eylemin siyasi iktidardan habersiz yapılması mümkün değildi. Bu organize, siyasi iktidarın emir ve talimatıyla Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) dâhil Milli Emniyet ve Milli Emniyet’in devşirdiği/görevlendirdiği ajan/provokatörler öncülüğünde birlikte gerçekleştirilmiştir. Siyasi iktidarın bu eylemlerdeki rolünü, Devlet Bakanı Mükerrem Sarol ile İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay arasında geçen diyalog da açıkça göstermektedir:
“- Vali Beyefendi’ dedim, ciddiyetini anlasın diye, ‘İstanbul yakılıp yıkılırken nasıl gönlünüz razı oluyor da orada polislerin size sağladığı emniyet içinde oturuyorsunuz’ dedim. ‘Ayıp değil mi’ dedim. ‘Bu büyük bir felaket. Milli bir felaket.’ ‘Yanımda Dahiliye Vekili var, onu veriyorum’ dedi. Telefonu Namık’a [Gedik] verdi. Namık dedi ki, ‘Öyle milli felaket filan değil.’ ‘Bu milli bir isyan. Gençliğin milli kıyamı.’ ‘Namık’ dedim, ‘Bunu senden duyduğuma çok üzüldüm. Bu gerçekten milli bir felaket. İstanbul’da devlet yok, emniyet yok, can güvenliği yok. Beyoğlu’nda mağazaları yağma ediyorlar ve sen buna ‘Milli gençlik kıyamı’ diyorsun.”
Bu Eylemlerde İngiltere’nin Tahriki
Kıbrıs Adasının İngiltere için Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da büyük bir stratejik önemi bulunmaktadır. Bu nedenle 1878’lerden beri bu ada üzerindeki emperyal menfaatlerini derinleştirerek -halen de- devam ettirmeye çalışmaktadır. Nitekim Orta Doğu’daki neredeyse bütün İngiliz mevcudiyeti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tedricen sona ermesine rağmen adadaki İngiliz üsleri Kıbrıs’ın stratejik önemi bağlamında varlıklarını korumuştur. Zira Kıbrıs, eskiden “imparatorluk yolu” olarak adlandırılan ve bugün de Birleşik Krallık’ın Orta Doğu ve Uzak Doğu’daki üslerine ulaşan güzergâhta yer almaktadır. Bu bakımdan adadaki İngiliz üslerinin konumu oldukça dikkat çekicidir. Bunların biri, Dikelya, Orta Doğu’nun tam karşısında yer alırken diğeri, Ağrotur, Süveyş Kanalı’na doğrudan hâkim bir konumdadır. Nitekim Egemen Üs Bölgeleri’nin meşruiyet kaynağı olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1960’taki kuruluş antlaşmasına göre Birleşik Krallık’ın bu üslerdeki haklarının devredilemez ve belirli bir zaman dilimiyle sınırlandırılamaz olduğu kayıt altına alınmıştır.
İngiltere, Kıbrıs üzerindeki bu haklarından vazgeçmek istemiyor. Ancak gerek Kıbrıs’ta ve gerekse Yunanistan’daki gösteriler, İngiltere’nin de adadan çekilmesi için yapılmaktaydı. 1971’de kurulan EOKA’nın (Ethniki Organosis Kipriaoü Agönos’tir. Anlamı ise Kıbrıs Mücadelesi Ulusal Örgütü’dür.) kuruluş amacı, Kıbrıs’ta Britanya yönetiminin sonlanması ve adanın Yunanistan’a bağlanması idi. İngiltere bu nedenle, Yunanlılarla Türkiye’yi karşı karşıya getirerek kendisi aradan çekilmek ve iki toplumu karşı karşıya getirmek için çeşitli senaryolar düşünmekteydi. Nitekim İngiltere Dış İşleri Bakanı Antony Eden, Konferanstan (Londra) önce, Ankara hükümetine gönderdiği telgrafta, “Türkiye’nin Kıbrıs’ı Yunanlılara bırakmayacaklarını açık açık söylemesini” istemişti. İşin ilginç yanı Türk Dış İşleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu’nun, Konferansta bu doğrultuda davranmış olmasıydı.
6-7 Eylül olaylarının arka planında, emperyal bir ülke olan İngiltere’nin gizli planları bulunmaktaydı. Nitekim İngiltere Atina Büyükelçisi Ağustos 1954’te, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evde gerçekleşecek bir olay nedeniyle Yunan-Türk ilişkilerinin kötüleşeceğini öngörmüştü:
“Zannediyorum ki Türkler durumdan endişe duymaya başladılar. Aynı zamanda yakın bir arkadaşım da olan Türk meslektaşımı dün akşam gördüğümde, olayların gidişatından kaygı duyduğunu açıkladı. Mesajımda da belirttiğim gibi, ilişkiler şu anda pek de iyi değil ve görünürdeki Yunan-Türk dostluğunun kırılgan olduğu çok açık, çok küçük bir şok bile verebilir. Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin duvarına tebeşirle slogan yazmak gibi önemsiz bir olay bile bir kargaşanın çıkmasına yeter.”
Saldırıların hemen ertesinde Rum basını, İngiliz hükümetini 6 Eylül 1955 olaylarının sorumlusu olarak göstermiştir:
“İstanbul ve İzmir’deki olaylar, Londra Konferansının sonuçlarıdır. (…) Bir yoruma göre, medeniyet öncesi dönemde Hıristiyanların uğradığı korkunç kovuşturmaları andıran ve Yunan-Türk dostluğunu zedeleyen İstanbul ve İzmir’deki olaylar, düşündüğümüz gibi, İngiliz diplomasisinin planlarının ani biçimde patlak vermesinin ürünü değildir, bizzat İngiliz diplomasisinin planladığı ve başarmaya çalıştığı bir şeydir.”
Resmi Rum makamları dahi, Atina’daki bombalama eylemini İngiliz gizli ajanlarının yaptığını düşünmüştür.
İngiltere’nin amacı, Kıbrıs’ta iki toplumu birbirine düşürerek kendi menfaatlerini elde etmekti. Türkler ve Rumlar karşı karşıya getirilecek, İngiltere aradan çekilecek, Londra Konferansı ile sorun dünyaya Türk-Rum sorunu olarak sunulacaktı. İngiltere Savunma Bakanı Selwyn Llyod boşuna, “Müzakereler süresince amacımız, Yunanları, ENOSİS’i kabul etmeyi reddeden Türklerle karşı karşıya getirmek ve böylece hâkimiyeti bırakacak bir çözümü kabul etmelerini sağlayacak bir ortam meydana getirmek olmalıdır” dememişti.
T.C. Hükümetinin Özür Dilemesi
Olaylardan hemen sonra 8 Eylül günü hükümet yaşananlardan üzüntü duyduğunu ve özür dilediğini belirten bir açıklama ile zararların tazmin edileceği sözünü vermiştir. 9 Eylül günü de Maliye Bakanlığı mağdurlara vergi kolaylığı, ucuz inşaat malzemesine erişim olanağı, cam ithalatı, banka borcu olanlara geri ödeme ve banka kredisi alma kolaylığı sağlanacağını açıklamıştır.
Ayrıca 24 Aralık 1955 tarihinde 6-7 Eylül Olaylarından zarar görenlerin, zararlarının tazmin edilmesine dair 5 maddelik bir kanun layihası hazırlanmış ve 28 Şubat 1956 tarihinde de 6685 sayılı Kanun çıkartılmıştır. Zarar görenler tespit edilerek tazminatlar ödenmiştir. Vergi muafiyeti, ucuz inşaat malzemesi tedariki ve banka borcu olanlara da kolaylıklar sağlanmıştır.
Bu yapılanlarla da yetinilmemiş, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın himayesinde Başbakan’ın fahri başkanlığında önde gelen sanayicilerden oluşan bir komite oluşturulmuş ve yoğun katılımın olduğu yardım kampanyaları başlatılmıştır. Yine Cumhurbaşkanı tarafından, 6-7 Eylül 1955 tarihlerinde İstanbul’da ve 6 Eylül’de İzmir’de meydana gelen olaylar sonucunda zarar gören hayır binaları ve kiliselerdeki hasarların Vakıflar Umum Müdürlüğü tarafından tespit edilerek tamir edilmelerini bildiren 4/7804, 4/10155 ve 4/12837 sayılı (tespit ettiğimiz) üç ayrı kararname yayınlanmıştır.
Fener Rum Patriği Athenagoras, Başbakan’a bir mektup yazmış ve 11 Eylül 1955 tarihli bu mektubunda üzüntüsünün yanında, yeniden güven içinde yaşanabilmesi için ülkede gereken şartların bir an önce oluşturulması gerektiğine vurgu yapmıştır.
Hasarın yekûnunun o zamanki parayla asgari 100 milyon sterlin (150 milyon dolar) olduğu hesaplanmıştır. Hükümet, 8 Eylül’de bir özür beyanı ile zararın tazmini, vergi kolaylığı, ucuz malzeme verme ve ithalat, banka borçlarının tehiri sözü vermiştir. Reisicumhur Celal Bayar’ın önayak olmasıyla bir yardım kampanyası açılmıştır. Buna iştirak eden 100 kadar firmanın yarıya yakınının gayr-ı müslimlere ait olması dikkat çekicidir. Toplanan 9 milyona, hükümet de 60 milyon ilave ederek zarara uğradığını tescil ettirenlere tazminat ödemiştir. (Devam edecek…)

GRUBA KATIL