Arşiv Genel Yazarlar

Zamanın İsmailleri

“Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona, ‘Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?’ dedi. O da, ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.’ dedi.” (Saffat, 37/102) İbrahim’in (as) oğlu sabırla, metanetle teslim olmuştu babasının söylediğine, rabbinin buyruğuna. Küçük yaşına rağmen sergilediği şuurlu tutum, onun salihlerden olmasına bir işaret, bir vesileydi. Aklını tam da kullanması gerektiği şekliyle kullanmış ve ilahi emre karşı çıkmayı aklından bile geçirmemişti. Yani öyle, akılperestlerin dediği gibi aklını bir kenara koymamıştı. Tam tersine, aklını sonuna kadar kullanmıştı ve görmüştü ki kâinatın, tabiatın her zerresinde, varlığı mutlak anlamda tezahür eden zat-ı zülcelalin inkârı; akıl nimetinin heba edilmesi, aklın büsbütün yanlış kullanılmasının apaçık bir göstergesi olurdu. İşte sırf bu yüzden Allah’a karşı durmayı, emirlerini yerine getirmemeyi düşünmedi. Bir an bile tereddüt etmeden boyun eğdi. Emrin gereğinin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Bunun ise zor olacağının farkındaydı ve inşallah beni sabredenlerden bulacaksın, derken dikkatleri bu zorluğa çekiyordu. Mutlak kudret sahibi olan Allah, ondan emanetini geri istiyordu hem de öyle kolay bir biçimde değil, en zorlu yollardan biriyle vermesini istiyordu: boğazlanarak. Acı ne kadar büyükse teslimiyet, iman ve metanet de o kadar büyük.

Aynı imtihanla değil de belki onun onda biri hatta yüzde biri oranında bir imtihanla karşı karşıya kalırsak ya da kalırsa ümmet, yeni bir İsmail ya da İsmailler çıkar mı ortaya? Böyle bir teslimiyet görebilir miyiz? Bu soruya farklı açılardan bakacak olursak elbette ki farklı cevaplar, sonuçlar görürüz. Öncelikle örneğine az rastlanır sahnelerden başlamak, işi kolaylaştırır. Zira zamanın İsmailleri, tarih boyunca hep oldu, Allah’ın izniyle olmaya devam edeceklerdir. Yoksa Ashab-ı Uhdud’un ateşe diri diri atılırken sergiledikleri kuvvetli imanı görmeyen, basiretsiz âmâlardan oluruz. Ashab-ı Kehf hiç yaşamamış gibi davranmış oluruz ki bu tutum da ahmaklığımızın herkesçe malumu anlamına gelir.

Peki ya Gazze’nin yiğit evlatlarının her gün azar azar, parça parça yok edilirken gösterdikleri şecaat ne olacak? Allah (azze ve celle) onların destansı duruşları ile bize ne kadar dünyevileştiğimizi her gün haykırırken onların aslında olmadıklarını, azınlıkta kaldıklarını, Müslümanları ve İslamı temsil etmedikleri yalanlarına mı sarılacağız, sığınacağız? Yani onlar akıllarını kullanmıyorlar da biz kullanıyoruz öyle mi? Yenilmez ordulara sahip İsrail’e saldırmakla ellerine ne geçti şimdi, Müslümanları yok etmek için Yahudilere gerekçe verdiler, mi diyeceğiz? Sizin gücünüz, kuvvetiniz ne ki İsrail’i, ABD’yi, Avrupa’yı, Hristiyan âlemini karşınıza aldınız, diye akıl vereceğiz, nutuk atacağız kibirlenerek değil mi? Vallahi unuttuğumuz, yozlaştırdığımız ne kadar ilahi hakikat varsa yüzümüze yüzümüze vuruyorlar. Allah’ın izniyle nice az olanlar, çok olanlara galebe çaldı, unuttunuz mu, unuttuk mu?

Bedir yiğitleri, sadece üç beş dizede, birkaç hikâyede anlattığımız esatirden mi ibaret? Kesada uğramasından korktuğumuz ticaretimiz, konforlu hayatımız, ölüm korkusu, yaşamaya olan tutkumuz birer prangaya mı dönüştü? Hani, Allah bize yeterdi? Yani dilerse bu dünyada muzaffer kılar, galibiyeti tattırır, dilerse şehadeti şerbet eyleyip ahiretlerimizi mamur kılar? Hasbunallah ve nimel vekil ve kefa billahi vekila, Allah ne güzel vekildir; o, bize vekil olarak yeter? Siz ey ehli dünya, gaflet uykunuzda kalmaya devam edin, diyorlar bize. İşte onlar, bu zamanın İsmailleri, yiğitleri…

Bedir’de Resulün yanında saf tutanlardır Gazzelliler. Uhdud’da ateşe diri diri atılanlardır. İbrahim’in kör bıçağının altına teslimiyet ile yatanlardır. Onlar ki sözlerini tuttular, geride kalanlar ise sıralarını bekliyor.

Bir de zamanın desiseleri arasında yollarını kaybeden diğer cenaha bakalım. Hani, aklını her şeyin üstünde tutan, aklına âdeta tapan akılperestlere bakalım. İsmail’i nasıl okuyorlar, nasıl anlıyorlar, nasıl sorguluyorlar? Pozitif bilimlerle uğraşanlar, ilimde derinleştikçe farklı kişiliklere bürünüyorlar. Zamanın Firavunları, Nemrutları, Kisraları hayat buluyor âdeta. Allah’ın lütfettiği aklın nimetleriyle ulaştıkları ilmin girdabına yakalanıp boğuluyorlar. Öyle olmasaydı şayet, kendilerini Kaf Dağı’nda görürler miydi acaba? Dev aynasından kendilerine bakıp nefislerini kabartırlar mıydı bu kadar? Küçücük akıllarının bütün dünyayı, kâinatı kuşattığı yanılgısına düşmezlerdi böyle. Birkaç teori, bir iki makale, üstüne de ufak bir ispat ekleyince ilim deryasının bütün kapılarını açtıklarını düşünüyorlar belli ki. Öyle bir serabın etkisi altında kalıyorlar ki kendilerine mutlak doğru gibi gelen teorilerinin, belki birkaç yıl sonra başka akılperestler tarafından çürütülebileceğini akıllarına bile getirmiyorlar. Yahut çokça güvendikleri akıllarının, bir gün kendilerini terk edebileceği ihtimalini yok sayıyorlar. Belki de akıl terk edip gidecek onları. Yani Mecnun, aşkın kitabını yazan Kays’ın, çıldırmış hâli değil miydi ya da John Nash en büyük matematik formüllerinin belini kırarken şizofreni ile pençeleşmiyor muydu? Cahit Sıtkı Tarancı, hayali arkadaşı Abbas’a, şiirlerinde yer vermiyor muydu? Hepsi de mükemmel akıllarının, kendilerini asla yolda bırakmayacaklarına inanıyordu.

Zamanın İsmailleri, Allah’ın emirlerine ne kadar içten ve sorgusuzca teslim oluyorlarsa Kabiller de bir o kadar gurur peşinde savruluyorlar. Öyle, baban dedi, diye kör bıçakların altına yatmak olur mu hiç? Hangi zamanda yaşıyoruz, biraz aklınızı kullanın. Biz öyle, körü körüne teslim olacak kadar koyun ya da yobaz değiliz, itirazları bayraklaşır Kabillerin dilinde. Öyle ya, İbrahim’in rabbi, ona en büyük nimet olan aklı bahşetmemişti(!). Akıl, sadece kendilerinde bulunan bir ayrıcalıktı. Onlar, bu zamana kadar hiç kimsenin akledemediği şeyleri akletmiş, göremediğini görmüştü. Onlar, bilgi çağının altın kuşağıydı. Elde ettikleri her bilgiyi, laboratuvarda ispatlayabiliyorlardı. İşte kesin bilgi bu, onlara göre. Yani teknoloji, onları asla yolda bırakmaz, akılları onlara asla yalan söylemez. Çünkü onlar; kozmostan, evrenden, tabiat anadan veya ispatlanamayan enerjiden tam bir güvence almışlardı. En doğru onlardaydı ve kendilerinden başka hiç kimsede bu kudret yoktu. Değil mi ki tanrı, laboratuvara indirilemiyor, öyleyse onun olmadığını söylemek, çok kolaydı onlar için. Çünkü ispat yoksa bilgi yok, işte bilgiyi elde etmenin tek yolu, işte küstahlığın zirvesi, işte Firavunlaşan nefisler. Hey gidi İsmail, İbrahim, Musa, Nuh, Âdem! Siz ki aklın nimetlerinden mahrum kalmışsınız da farkında değilsiniz. Siz ki akledemediniz, körü körüne kabullendiniz Allah’ı. Siz ki modern insan kadar nasipli değildiniz, aklı onlar kadar kullanamadınız. Siz ki nefsinizi, aklınızı, ömrünüzü kurban ettiniz âlemlerin rabbine, kurbet için.

Men aklımdan isterim delalet (ipucu)

Aklım mana gösterir dalalet (sapkınlık)

Fuzuli

Biz aklımızı kullanıp aklın da nefsin de ilmin de âlemin de yaratıcısı olan Allah’ı; mutlak irade, ilim sahibi, yaratıcı biliriz. Akletmenin gereği de neticesi de bunu gerektirir, vesselam.

15.05.2024

Taşkın Önel

Akhisar

Exit mobile version