Sürüden ayrılanı kurt kapar. Bilimsel bir kural olmasa da toplum açısından kabul görmüş, genel geçer bir kuraldır. Aileye, gruba, hizbe, topluluğa bağlı değilsen şayet yalnızsındır, yalnız ve güçsüz. Türkiye’de mevcut durum bu şekilde. Mevkiin, arkan, paran, adamların varsa güçlüsün ve senden daha güçlü biriyle karşılaşmadığın sürece istediğini yapabilir, elde edebilirsin. Kanun da hâkim de polis de sen oluveriyorsun. Medeni yahut İslami kanunlara göre değil de orman kanunlarına göre ya da külhanbeylerinin uydurdukları delikanlılık kurallarına göre muhakeme edilir ve onların belirlediği cezalarla cezalandırılırsın. Menfaatleri tehlikeye düşmediği ya da işin ucu kendilerine dokunmadığı sürece siyasiler, zenginler, bürokratlar da bu duruma ses çıkarmaz. Böylece yeni bir düzen kurulur: güçlülerin hukuku. Kanunlar, cezalar gücü olmayan bireyler için işletilir. Hâl böyle olunca ülke, örtülü bir anarşiye teslim olur. Çeteler türer, sayıları artar ve güç, konuşmaya başlar. Kanun gücüyle kendini savunamayan bireyler de güç devşirme peşine düşer ve kendi grubunu, kitlesini oluşturur.
Mahallenin iri yarı, kuvvetli çocukları birlik olur, kaba kuvvetle diğer çocuklara tahakküm kurmaya, zorbalık yapmaya başlar. Küçük, savunmasız olanların ise yapabileceği çok bir şey yoktur esasında. Annelerine, babalarına söylerler durumu. Ebeveynler de ya gözlerini karartıp bir meydan savaşına girişirler, tabii güçlerine güveniyorlarsa ya da mevcut durumu kabullenip sineye çekerler. Çünkü bu adaletsizliği giderecek herhangi bir mekanizma, otorite yoktur ya da bu kuvvetler, böylesine basit insanların, basit meseleleri için kendini rahatsız etmez. Oysa aynı durumu bir bürokrat, siyasi, zengin yaşarsa durum hiç de öyle olmaz. Bütün mekanizmalar, bu önemli şahsiyetlerin önemli meseleleri için harekete geçirilir.
İşte, daha küçük yaşta ve dar çevrede bu acziyeti gören çocuğun da aslında çok fazla seçeneği yoktur. O da zorbalığı, gücü seçmek veya olan biteni sineye çekmek arasında bir seçim yapmak durumundadır. Aslında bu durum, bir seçim yapmanın ötesinde kişinin gücüyle, vicdanıyla, ahlakıyla ilgili bir durumdur. Başkalarına zulmetmek, zorbalık yapmak, kaba kuvvetle birilerinin hakkını gasp etmek, kolay kabullenilecek bir şey değildir. Fakat hayatın gerçekliği penceresinden bakıldığında Allah korkusunun, mümin ahlakının varlığından söz etmek artık çok zor. İnsanlar Allah’ı hayatlarından çıkaralı hayli zaman oldu. Mümin de mümin ahlakı da artık tatlı tatlı dinlenen hikâyelerde yaşıyor sadece. Cuma hutbelerinde, kandil gecelerinde, ramazan konulu televizyon programlarında insanlara anlatılan küçük hikâyelerde okunan, edebî metinlerde sembolize edilen birer kavram olmanın ötesine geçemiyor artık iman, mümin vb. Kimsenin de buna benzer kavramlara ihtiyacı yok zaten. Ya nefislerin hoşuna giden tarzda bir yaşam sürülüyor, ticaret yapılıyor ya da orman kanunlarıyla (racon) idare ediliyor her şey. Ortada bir toplum yoksa birey de yok olup gidiyor esasında. Sadece bir arada yaşamak zorunda kalan fakat birbirlerinin hukukuna riayet etmeyen bir güruhtan, insan kalabalığından söz edilebilir ancak. İnsanların bir arada yaşamasını sağlayan, hiç kimsenin bir başkasına haksızlık etmesine müsaade etmeyen; kuralları, töreleri bulunan bir toplum inşa edilememişse şayet, bireyin de varlık göstermesi, varlığını devam ettirmesi mümkün olmuyor. Hele ki güç bakımından yetersizse bu birey, onun türlü haksızlıklara maruz kalması, başkalarına hizmet etmeye mahkûm olması kaçınılmaz oluyor.
Aslında ulus ve ümmet arasındaki bağlantı da bunun gibidir. Hakikatlerin farkına varılan bir şuurla bakıldığında bu iki olgu, var oluşlarını birbirlerine borçludur Zira ulus dediğimiz, ümmetin var olmasında etkili olan yegâne ögedir. O olmazsa ümmetin oluşumundan söz edemeyiz. Aynı şekilde güçlü, birlikteliğini esaslı bir şekilde tesis etmiş bir ümmet de ulusun, uluslararası düzlemde hamisi, sözcüsü, varlığının güvencesidir. Küresel, global, emperyalist -adına ne derseniz deyin- dünya, ihtirasların kutsallaştırıldığı, isteklerin elde edilmesi için her yolun mubah sayıldığı bir vahşet sahnesi âdeta. Her ulus, daha müreffeh bir hayat elde etmek için, diğer ulusları hor görme, yok sayma, yok etme gibi her türlü yola başvurabilecek düzeyde acımasızlaşabiliyor. Bu acımasızlık, kimi zaman, bir milleti topyekûn yok etme derecesine kadar varabiliyor. Tarihin tozlu, kirli, vahşi sayfalarını çok fazla karıştırmaya gerek yok. Yakın tarih, günümüz bu türden vahşetlere çokça sahne oluyor, şahitlik ediyor.
Avrupa’nın orta yerinde, sözüm ona demokrasinin, medeniyetin göbeğinde kendi ulusundan olan (Slav) ama kendi ümmetinden olmayan (Hıristiyan) Boşnakları, tüm dünyanın gözleri önünde katleden zihniyet, işte tam da bu düşüncemizin ispatıdır. Çünkü ümmet olmayı bir şekilde başarabilmiş olan Hıristiyan âlemi ki bunu Avrupa Birliği, NATO, Papalık gibi vesilelerle sağlıyor, kendi ümmetinden olmayan Boşnakları aynı ulustan olmalarına -Boşnaklar da Avrupa milletlerinden biri olan Slav üst kimliğine sahiptir- aldırış etmeden onları yok etme çabası içine girmişlerdir. Her fırsatta insan haklarından, farklılıklardan, özgürlüklerden dem vuran Avrupa’nın, bu vahşet karşısında nasıl da kör, sağır ve dilsiz kesildiğini gördük. Sırp katiller Müslüman Boşnakları sinek gibi avlarken, toplu halde katlederken hiçbir şey olmuyormuş gibi davranan Hıristiyan Batı, aslında kadim bir ümmetler arası savaşın, hilal-haç savaşının devam ettiğini, yüzümüze haykırıyordu. Diğer tarafta ise kuvvetli ümmet bağlarını bir tarafa bırakıp uluslaşmaya, yalnızlaşmaya doğru koşan Müslümanların, bu vahşet karşısında ne ümmet ne de ulus refleksi gösterdiğini gördük. Deyim yerindeyse hiçbir devlet, siyasi veya askeri anlamda ciddi bir adım atmadı. Hatta herhangi bir adım atmaya bile yeltenmedi. İslam’ın kutsallarına saldırıları, her fırsatta düşünce özgürlüğü adı altında kamufle etmeye çalışan iki yüzlü Batı, İsrail’in yaptığı katliamları eleştirmeyi, haberleştirmeyi yahut protesto etmeyi, düşünce özgürlüğü olarak görmedi ve bu türden eylemleri topyekûn yasaklama cihetine gitti. Müslüman Gazze halkının yiğitleri birer birer, onar onar katledilirken ses çıkarmayan, tam tersine bu katliamları İsrail’in meşru müdafaa hakkı olarak gören Batı, kutsal İslam değerlerine saldıran Charlie Hebdo dergisi olayında tüm dünyaya Hıristiyan ümmetinin gücünü gösterircesine birlik olmayı ve ses çıkarmayı bildi. Kendi din kardeşlerinin kanına giren, kutsalına hakaret eden yobaz Batı’nın Hıristiyan dayatmasına ses çıkaramayan İslam (!) ülkelerinin liderlerinin de bu iki yüzlü eylemde Batı’nın yanında yer aldığını gördük. Kendi ümmetinden üç beş kişinin öldürülmesine tahammül edemeyen Batı, bütün dünyayı kendilerinin yanında olmaya çağırdı, yanlarında olmadıklarında karşılarında olacaklarını utanmadan, korkmadan, cesurca yüzümüze yüzümüze haykırdılar. Peki, nereden geliyor Batı’nın bu yüzsüzlüğü, pervasızlığı, korkusuzluğu? Elbette kendi ümmetinin birbirine olan koşulsuz ve sınırsız desteklerinden güç alıyorlar. Ve bunu görmek istemeyen, İslam ümmetinin dağılmasını, ulus devletler kurulmasını büyük bir işmiş gibi gören Müslüman (!) ulus devletleri, hâlâ Batı’yı medeniyet abidesi olarak görmeye devam etmektedir. İşte bu yüzdendir ki FKÖ, Müslüman kardeşi katledilirken olaya sadece siyasi rakibinin, Hamas’ın devre dışı bırakılması olarak bakabiliyor ya da İslam coğrafyasına yeniden liderlik etmek iddiasında olan Türkiye’nin siyasilerinin hâlâ katillerle el sıkışmasına, ticaret yapmasına şahit olabiliyoruz. Yine başka Türk siyasilerin, Ben Türk’üm, Filistin diye bir sorunum yok, diyebilecek kadar gözünü karartmış bir ırkçılığın etkisinde kalabildiğini görüyoruz. Hasılı ümmet yoksa ulus devletin uzun soluklu olması pek mümkün görünmüyor. Eninde sonunda diğer güçlerin, emperyalistlerin sofrasında ya meze olur ya da yutulacak kolay bir lokma, farklı bir sonuç beklemek safdillik olur.
Taşkın ÖNEL
19/03/2024 Akhisar