İnsan, sosyal bir varlıktır. Hatta sosyal olmak zorunda olan bir varlık. Bu zorundalık, insanı belli kurallar, kaideler ve bir düzen içinde yaşamaya mecbur eder. Sistemsiz, düzensiz, sınırı belli olmayan ve toplumsal yaşama uyum sağlayamayan insanların olduğu bir toplulukta kaotik bir yaşam kaçınılmaz olur.
Tarih boyunca irili-ufaklı bütün sistemler, belli düzen emir ve yasaklar silsilesi ile yönetilmiştir. Bu yönetimler, yönetim şekillerini; örf, gelenek-görenek, din ya da analojik bir benimseme ile ticaret, savaş hukuku, aile, bireysel ve toplumsal hak ve özgürlükler gibi birçok alanda, yaşadıkları veya hüküm sürdükleri topluluklara eğitim yoluyla benimsetirler. Bu anlamda eğitim, toplumların temel dinamiklerinden biridir. Niteliği ve niceliği hakkında çok spekülasyon olmasına rağmen eğitim, insan için olmazsa olmazdır.
Akıl, insanoğluna bahşedilen en büyük ayrıcalık veya özellik. Bu akıl sayesinde insan olduğunun ve kendisinin ne olup ne olmadığının bilincine varır. Bu bilinç; bireyde, önce kendine, sonra ailesi ve çevresindekilere, daha sonra diğer insanlara ve doğada yaşayan bütün canlılara karşı bir sorumluluğu, senkronize bir hayatı kaçınılmaz kılar. Bütün bu uyumu yakalamanın yegâne yolu, bilinçli toplum ve eğitimli bireyle olur.
Toplum diyorsak akla yığınlar, kitleler gelebilir, doğrudur da; ancak unutmamak gerekir ki toplumlar bir organizma gibidir (“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın.” Al-i İmran, 103). Sürü demiyoruz çünkü sürüde, bireyin bir önemi olmaz, önemli olan sürünün kendisidir. Bazen toplu bir şekilde insanlar tarafından yapılan olumsuz bir davranışı “sürü psikolojisi” diye nitelememiz, bundandır. Çünkü toplumları bireyler oluşturur ve birey, toplumda belirleyici bir unsurdur.
Bu noktada eğitim üzerine konuşmak gerekir ki eğitim, insanın davranışlarını belirler ve hatta doğuştan gelen olmazsa olmaz olan duygularına yön verir. Aldığımız eğitimle öğreniriz bütün değerlerimizi. Daha doğrusu, eğitmenlerin değerleri neyse onu değer biliriz.
Gerçekten değerli olan nedir, bir şeye değer biçen, değer katan nedir? Herhangi bir madde iken altını demirden ayırıp değerli yapan nedir? Maddeye, eşyaya, araç olması gerekirken amaç olana değer katan nedir? Şöyle dersek olur galiba, kalabalıklar ya da çoğunluk değerli derse veya eğitimle bize değerli olduğu öğretilir ise o şey (lider, madde, davranış, eşya) bizim için de değerli olur. Peki, bu yaklaşım doğru mudur? Yani çoğunluk bir şeye değerli derse o gerçekten değerli olur mu?
Ve daha sorulabilecek birçok soru… Bu kadar sorunun içinde birden fazla cevabın olması kaçınılmaz olur. Her düşünce, her inanış ve her ideoloji, kendine yakın olan cevabı kabul eder hatta kendi cevabını verir. Bazen mücadele ettiği fikre karşı atak geliştirir ve amansız bir mücadele sergiler. İşte bu kadar doğrunun içinde mutlak hakikati bulmaktır gerekli olan.
“Karşılıklı fayda”ya dayalı kapitalizmin de bir adım ötesinde olan, tek taraflı fayda sağlamanın yollarını arayan ve dayatan “vahşi kapitalizmin” gerçekliğinde ezilen insan toplulukları, bu sistemin gerçek dediği her ne varsa alıp kabul etmiş ve hatta uygulamaya koymuş durumdadır. “Zamanın şartları” diye de nitelendirilen bu dayatmalar, çoğu inanç sahibine de tesir etmiş ve inancının gerekleri ile çatışma durumunda gerekirse “zamanın şartları”nı tercih etmiş olan “inançlı” bir kitlenin olduğu da bir gerçektir.
Evet, Müslüman halkların kafası daha fazla karışık; çünkü çağın gerçekleri ile İslam’ın hakikatleri arasında bir tercih yapamıyor. Hayatın gerçekliğine kapılmak mı inancının hakikatlerine uymak mı?
“Her kim çarçabuk geçen dünyayı isterse ona yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür. Hepsine, orada da burada da (dünya ve ahirette de) Rabbinin ihsanından veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir. Baksana, biz insanların kimini, kimine nasıl üstün kılmışızdır! Elbette ki ahiret, derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür.” (İsra suresi, 18-21).
Gerçeklik ile hakikat arasındaki farkın en güzel anlaşıldığı bu ayetleri tefekkür etmek, insanı, hakikat bilgisine ulaştıracaktır. “Ey iman edenler. Eğer Allah’tan korkup sakınırsanız O, size iyiyi kötüden ayırt edecek furkan’ı (bakış açısı) verir…” (Enfal, 29).
Gerçek ve hakikat aynı şey mi? Kesinlikle değil. Gerçek dediğimiz şey; sistemlerin, çoğunluğu elinde bulunduranların, güçlülerin, sesi yüksek çıkanların ve mükâfatını göstere göstere peşin verenlerin bir dayatmasıdır. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de buna o kadar çok örnek var ki burada yazmam mümkün değil.
Gerçeklik, bireyin çıkarı uğruna her şeyin yapılabilirliğinin önünü açarken, erdemli tutum, insani duruş, izzet ve şeref gibi gayet insani hakikatleri itibarsızlaştırır ve hatta bu özelliklere sahip insanlarla alay eder. Günümüz insanı, egemen aklın gerçek diye dayatıp yazılı ve görsel medya, internet ya da siyaset aracılığı ile sevdirip kabul ettirilen her şeyi benimseyerek içselleştirmiştir.
“Modern çağın gerçekleri” gibi afilli sıfatlar yakıştırıp insani ve ahlaki olan ne kadar değer varsa gerici ve çağdışı diye adlandırarak insanları kendi istedikleri gibi yönlendirdiler.
Birkaç örnek vererek konuyu daha anlaşılır şekilde izah edelim. Normal şartlarda beslenme, insan için bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, insanın yaşamını sürdürebilmesi için bir hakikattir. Ama günümüz insanı, bu hakikati yarışma programları ile bir gösteri, uzmanlık alanı ve show gibi kavgalı, gürültülü kurgusal bir seyirlik olarak gerçeklik algısı ile seyretmektedir.
Giyinmek de buna benzer bir örnektir. İnsan, doğası ve fıtratı gereği giyinir; bu, insanın hakikatidir. Tabi ki temiz ve güzel giyinmesi olayın estetiği (ki din de bunu böyle ister) farklı olmakla beraber, moda ve tarz programlarıyla bu hakikat zamanın gerçekliğine indirgenmiş ve asli amacının dışına çekilmiştir. Bu, giyinirken marka takıntısı, modaya uygunluğu gibi olmazsa olmazları beraberinde getirdi. Ve tüketim toplumu olma yolunda bir ivme daha kazandırmış oldu.
Şunu unutmamak gerekiyor; bu hayatta hiçbir şey tesadüf değildir. Dünyada olup biten değişimler, bir plan ve program dâhilinde. Bu değişimlerin kime ne kazandırıp kimden neyi götürdüğünü iyi anlamalı ve ona göre tavır alınmalı. Hayatımıza giren şey, hayatımızdan çıkandan daha mı değerli ya da daha mı insani?
Bugün bu “yeniliklerin” hangi toplumların işine geldiğinin, hangi toplumları kimin sömürüsü haline getirdiğinin derin bir bilinçle anlaşılmaya ihtiyacı vardır. Bu bilinç, sorumluluk sahibi olan ya da kendini bu dünyaya, canlı-cansız, bitki, hayvan her şeye karşı sorumlu hisseden insanı, ölçülü davranmaya mecbur edecektir.
Hakikati silemiyorsan içeriğini değiştirerek ya da genetiği ile oynayarak istenilen noktaya getirip gerçek bu, diye sunmak. Bu, hakikat ile gerçeğin kavgası. Kimi gerçeğin peşine takılıp hakikati görmezden gelir kimi de hakikat yolunu tutar ve toplumun gerçeklerine rağmen mutlak olana tabii olur. Çoğunluğun tutumu, meşru göstermede oldukça belirleyici ve etkilidir, ne kadar kötü bir tutum olursa olsun çoğunluk yaparsa yapamayana cesaret verir.
Kötülük; bir virüs gibidir, hızlı yayılır ve bulaşkandır. İyilik de yayılır fakat kötülük kadar hızlı olmaz. Bu yüzden doğru olanı, hakikat olanı, mutlak bir kabul ile kabullenip nesillere ulaştırmak, kesin olana inananların asli görevidir.
“Asra and olsun ki insan hüsrandadır. Ancak iman eden, salih amel işleyen, hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna” (Asr suresi). “İçinizde, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun” (Al-i İmran, 104). Her Müslüman için bu ayetler, Hakikatin ve mutlak olanın bilgisidir.
İnsan, bilgiye (eğitilmeye) üç yolla ulaşır; görsel (görerek, izleyerek, örnek alarak, okuyarak), işitsel (duyarak, kulağımıza gelen seslerin beyin tarafından yorumlanmasıyla) ve kinestetik (yaparak, deneme yanılma yoluyla). Bilimsel verilere göre insanın görsel öğrenme oranı diğerlerinden daha çok fazladır. %65 ile insan en fazla görsel yolla öğrenir. Bu da toplumun birbirinden etkilenme oranının ne kadar yüksek olduğunu gösterir.
“… Kalpleri vardır bununla kavrayıp anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler…” (A’raf, 179). Bundan dolayı Allah (c.c) gönderdiği kitapları, uygulayıcı ve öğretici bir peygamberle göndermiştir. Ve peygamberin eğittiği topluma, biz, asr-ı saadet diyoruz.
Öğretmenin en etkili yolu, örnek olarak verilen eğitimdir. Hiçbir eğitimci, kendinde olmayanı başkasına veremez. Eğer bugün erdemli bir toplum istiyorsak ilk muhatap, bireyin kendisi olmalıdır. “… Deki: Bana, Müslüman olanların ilki olmam emrolundu…” (En’am, 14). Bu ayet, her iman etmiş Müslümana farklı bir misyon yüklemiştir.
Temiz nesiller yetiştirmenin yolu, temiz bir yol tutmakla mümkün olur. Hz. Peygamber’in (s.a.v) eğitim metoduna bakıldığında, O’nun ilk önce “yaparak ve yaşayıp yaşatarak” öğrettiğini görürüz. Aldığı bütün emirleri, önce kendi tatbik eder, sonra çevresindekilere aktarırdı. Hz. Peygamber, bütün emirleri kendinde hayata geçirir, o uygulamaya yaşanabilirlik katardı. Bugün ise en kolay olan, konuşmak. Bu kadar konuşmalara, hutbelere, vaazlara rağmen neden etki göstermiyor söz?
Sözün gücünün kalmadığı yerde gücün sözü geçer. Oysa İslam, bize, sözü anlamanın ve doğrusunu yanlışından ayırmanın Müslümanın bir vasfı olduğunu bildirir. “Sözü dinleyip en güzeline uyanlar var ya; işte onlar, Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar, akıl sahiplerinin ta kendileridir” (Zümer, 18). Her sözü dinleyip aralarından en güzelini seçip alabilmek, ciddi bir bilinç, akıl ve birikim gerektirir. Önce kendini yetiştirebilmek, bu açıdan çok önemli.
Şimdi, hepimiz, evimizde yetiştirdiğimiz çocuklarımız, can parelerimize bakarak kendimiz hakkında bir sonuca varalım. Hayatlarına ne kadar müdahil olabiliyoruz, ne kadar örnek oluyoruz? Bizde bulamadıklarının yerine sokakta ne kazanıyorlar?
Hz. Peygamber’in bir diğer yöntemi, yavaş yavaş ve özümseyip içselleştirerek öğretmesi. Özümsemek… “Neden ahlaklı olmalıyım?” sorusuna kabul edilebilir ve şüpheye yer bırakmadan cevap vermektir özümsemek. Ve merhametle öğüt vermek. Hz. Lokman’ın oğluna verdiği öğüt, Kur’an-ı Kerim’de taptaze ve bütün merhametiyle duruyor.
Hayalini kurduğumuz ideal toplum için her birimize görevler düşüyor. İnsanın insana, insanın Allah’a ve insanın doğaya karşı sorumlu olduğu bir hakikattir. Bu hakikati en iyi tesis edecek olan, tartışmasız İslam’dır. İslam’ın vücut bulduğu nesillerin yetişmesinde vebal, her birimizin boynundadır: “Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun” (Tahrim, 6).
Erdal TUĞRUL