Yani (Demek ki/Sözün Kısası/Doğrusu)
Arşiv Yazarlar

Yani (Demek ki/Sözün Kısası/Doğrusu)

Rivayet odur ki: Kâni adında Müslüman bir adam, gönlünü, Rum bir dilbere (gönül çelen, güzel bir kadına) kaptırır. Sevdası, Kâni’yi kasıp kavurduğu gibi, Kâni elinde, avucunda ne varsa meftunu için düşünmeden de savurur. Artık beş parasız, mecnun gibi ortalıkta biçare kala kalmıştır. Kâni, şöyle bir ara kendini toparlar ve sevdiceğine(!) izdivaç teklifinde bulunur. Lakin Rum güzeli, çok kurnazdır! Kâni’ye der ki: “Bir şartım var; ağabeylerim ve babam Müslüman bir adamla evlenmeme rıza göstermeyecekleri gibi, sorun da çıkarırlar! Dolayısıyla eğer Hıristiyan olursan seninle evlenmemizde sorun çıkmaz!”

Garibim Kâni, sevdası uğruna “tamam” der demesine de! Kızın ailesi, ilginç, bir o kadar da tuhaf olan; Hıristiyanlığa geçişte bir çeşit vaftiz ritüelinin muhakkak uygulanması gerektiğini ifade eder. Vaftiz için geniş ve beyaz bir çarşaf getirilir, Kâni, çarşafın içerisine yatırılır. Çarşafın dört bir yanından ailenin erkek üyeleri tutup kaldırırlar. Kırk defa çarşafla birlikte Kâni’yi bir o yana bir bu yana sallarlar. Bir yandan da ritüel gereği, her sallama seferinde “Kâni oldu Yani!” deyimini terennüm ederler! (Osmanlı döneminde ‘Yani’ isimli gayrimüslimlerin olduğu söylenir.)

Ritüel biter ve çarşafla beraber Kâni’yi yere bırakırlar. Fakat ilginç bir şekilde Kâni’nin aklı başına gelir. İçerisinde bulunduğu bu durum çok ağrına gitmiştir. Büyük bir nedametle, Rum dilberine olan sevdasından vazgeçerek, şu manidar kelamı sarf eder: “Kırk yıllık Kâni, olur mu Yani?!”

İmtihanın çeşitliliği, hikmetleri, nitelikleri ve kişilere göre değişkenliklerine bakıldığında (bkz. Bakara, 214); Kâni de şahsi kalibresine göre sınav dairesinden geçmiş, zahiren paçayı ucuz sıyırmıştır (kurtarmıştır). Müslümanlar olarak kalplerin Allah’ın elinde evirilip çevrildiğinin inancını diri tutarak, hadiselere ibretle temaşa etmemizin gerekliliği, bir kez daha gün yüzüne çıkmış bulunuyor. Kâni’nin başına gelenlere ister adanmışlık-aldatılmışlık ya da kara sevda veya aptallık deyin, fark etmez! Çünkü insan olmamız dolayısıyla başımıza birçok şey gelebilir. Başımıza gelen hadiselerin çekim alanına kapılabiliriz. Sanılanın aksine bu dünya, hiçbirimiz için güvenli mahal değildir. Unutulmamalıdır ki başımıza gelen o şeyler(!), bir miktar daha söylem ve eylemlerimizin şekillendirdiği biyografimize (amel defterimize) kusurdan uzak, itinalı, adil ve hassas kalemler tarafından kayda geçirilmektedir.

“Kınamayınız; kişi, kınadığı şey başına gelmeden ölmez!” (Hz. Muhammed a.s.v.)

Genelde insanın karakter düşüklüğünün en önemli emarelerinden birisi de bir başkasını kınamaktır. Kınayan açısından; karşısındaki kişi uygunsuz, kerih, çirkin ya da ayıp söz sarf etmiştir veya davranış içerisine girmiştir. Tabiidir ki(!) kınayan kişi, kınadığı zatı kınamakla kalmaz. Kamuoyu oluşturur, kendince mahkeme kurar ve mahkemenin ilgili organlarınca (o şey/kınanan şey) karara bağlanarak, verilen müeyyidelerin, ilgili mercilerce yerine getirilmesine salık verilir! Kim, uğraşacak yaraları sarma işiyle, düşküne el uzatmayla, masumiyetin tespitine kim, zaman harcayacak! Kim, zifiri karanlığın ayıpları gizlediği gibi ayıpları örtmeyle uğraşacak! Değil mi?! Düşen açışından ise Hoca Nasreddin’in; hadiseyi toparlama olarak “zaten inecektim!” veya ahvalini anlayabilecek kişinin ancak “bana düşen birini getirin!” sözlerindeki manidar yöntemler, günü kurtarmak için kullanılabilir.

“Kim, bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve ahirette ayıbını örter.” (Hz. Muhammed a.s.v.)

Oysaki İslam’ın, Müslüman’ın tekâmülüne katkısı göz önüne alındığında; ne zafiyet göstereni, ne hata içerisinde olanı hatta (abartı gibi gelebilir kimilerimize) ne de kınayıcıyı kınaması yoktur; kâmil bir Müslümanın iman, tefekkür ve eylem platformunda! Çünkü onun taşıdığı davanın amacı, sığlıklarda dolaşmak değildir. Kendisine tevdi edilen vazife gereği muttaki ve muvahhid bir Müslüman olmanın yanı sıra İslam’a davet, insanlığın tekâmülüne müspet katkı ve ötelere (ahirete) dair; korku, ikaz ve müjdeler de bulunmaktır. Bir yönüyle dünya Müslüman için ibretlerin, hayretlerin ve hikmetlerin bir kısmını içerisinde barındırdığı için; ömrünü sarf edeceği yer değil, kendisine emanet edilen hesabı sorulacak vakitlerinin varlığının bilincinde olması gereken yerdir! Müslüman, hadiselere bu nazarla bakmalıdır. Evet, kolay değildir Müslüman’dan istenen nazar! Zaten Müslümanlık da kolay değildir! Zora talip olmak her babayiğidin harcı da değildir! Sen (nefsin) zor, minder (dünya) zor, rakiplerin zor, tur atlamak zor, yol zor, yolculuk çetin! (bkz. İnşirâh, 5-8).

“Doğrusu Biz, sana taşıması ağır bir söz vahyedeceğiz” (Müzzemmil, 5).

Müslümanlarca malumdur ki insanlık tarihinin cennetle başlayıp, dünyaya gönderiliş serüveniyle devam eden ve küçük kıyameti (ölümü) ile ya da nihayetinde büyük kıyametle noktalanacak olan bu bölümü, ahdinin test edildiği türlü türlü sınavların, suret ve siret, nitel ve nicel karakter çeşitliği yönünden, günümüze kadar ki zaman dilimine ve cevelângâhına (dolaştığı/iz bıraktığı yerlere) baktığımızda âcizane bizde bıraktığı kanaat, epeyce geniş bir alanı kapsayacağı ve içerisinde de epeyce inanç barındıracağı düşüncesidir (Allahualem)!

Yine Müslümanlarca malumdur ki İslam’ın onu (Müslüman’ı) kendi haline/hevasına bırakmayacağı gerçeğidir (bkz. Furkân, 43). Ve bu hakikatin onun üzerinde oluşturduğu muhabbet, İlah’ının (c.c.) gazap edeceği algısını da birlikte taşımasını gerekli kılar. Kurtuluşa ereceği realitesine gelince; samimi gayret, uyanıklık ve azimet ile inancına olan şaşmaz itimat, ümit ve teslimiyetiyle elde edeceği hedefi, Rıza-i İâhi’dir.

Ve yine Müslümanlarca bilinen bir gerçeklik de İslam ıstılahı ile ifade etmek gerekirse; dünyevi ve uhrevi sahada genelde tüm insanlığı, özelde ise Müslümanları tehdit eden şerrin varlık ve hakikatidir. Şer; varlığıyla, davasıyla, stratejisiyle, kıyamete kadar aldığı ruhsatla, ilmi ve hasmını (insanı) tanımadaki birikimiyle, temin ettiği gaybi ve dünyevi uşakları ile davasına dört kolla sarılmış olduğu muannit huyunun tehlikeli gerçekliğidir (bkz. Nâs suresi). Ve ibretliktir ki bu şerrin kaynağı, Allah’ı (c.c.) takdis eder, yolun hakikatine ve doğruluğuna şehadet eder. Daha korkunç olanı ise Allah’a karşı mağlup olacağı savaşını, Allah adına and içerek başlatır.

“Beni azdırdığın için and olsun ki Senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım; sonra önlerinden, ardlarından, sağ ve sollarından onlara sokulacağım; çoğunu Sana şükreder bulmayacaksın, dedi” (A’râf, 16-17).

Şerr; İslam’ın dolayısıyla hayrın karşısındaki her söz, fiil ve düşünce diyebiliriz. Daha sarihleştirmek gerekirse; zulüm, kötülük, zarar-ziyan vermek, kendisinden kaçınılan şey, iyiliğin zıttı… olan şeyler tanımlaması yapılır.

İblis’in karşısına, Âdem (a.s.) bünyesinde insan çıkarılıp ondan secde etmesi istendiğinde, içerisinde var olan şerle mücadele etmesi gerekirken; şer, İblis’i tuş ederek müstekbirliğini ilan etmesine neden olmuştur. İblis’in insanı ilahi yoldan/ hayırdan çevirecek kadar tanıması ve kendince stratejiler ortaya koyması çok büyük ibretliktir ki şeytani huyun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Burada insan, İblis için bir turnusol görevi görmüş, Allah’ın (c.c.) testini geçemeyerek bulunduğu mevkiden tard (sürülmüş/ kovulmuştur) edilmiştir. Allah (c.c.), hikmeti gereği vesileleri de yaratan kendisidir. Şüphesiz Cenab-ı Mevla, en doğrusunu bilir ya! İblis’i şeytanlaştıran vesile, insanın vasıflarıdır. İblis’in hasedi, insana hasım kesilmesine ve Allah’a (c.c.) itaat etmeyerek isyan etmesine neden olmuştur.

Elbette ki insan da birtakım vesilelerle sınavlara tabi tutulmuş ve mevcut bulunduğu mekân, zaman ve imkân muvacehesine (yüzleşme/karşılaşma) göre de sınavları devam etmektedir. Bu ibretlik manzara gereği, pürdikkatli olunmalıdır ki; insanın kıyamete kadar ya da dünyaya veda edeceği ana kadar karşılaştığı her ahval (olaylar/haller/sınavlar) İblis’in şeytani, şerir stratejilerinin devreye konması için malzeme oluşturabilirler! Ancak Müslüman’a sunulan ‘ümitvar olma’ imkânı mülkün yegâne sahibinden gelerek, onun (Müslüman’ın) kırılma yaşama imkânını ortadan kaldırır (bkz. Yûsuf, 87). Özellikle yolun çetinliğinin, Müslüman yolcu üzerindeki hüzün verici tesirini de ortadan kaldıracak, kalbinde sekine meydana getirecek İlahi müjde yetişiverir.

“Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmrân, 139).

İstisnaları tenzih ederek dikkat edilmesi gereken belki de en önemli mevzulardan birisi de tedrice (aşamaya/dereceye) riayetin gerekliliğidir. Eğer bu dünya hayatında canlı cenaze gibi yaşamak istemiyorsak sünnet olan tedricle aşama aşama dirilmenin olmazsa olmaz gerekliliğidir. Çünkü bu din, hayatın kendisi olduğu gibi hayat veren şeylere davet eder, Müslüman’ın hayatına canlılık, anlam ve derinlik katar (bkz. Enfâl, 24). Ayrıca dünyada ölü gibi yaşarken; dirilmenin, yeniden doğmanın ne demek olduğu idrak ve şerefine kendi beden ve kalbi mekânında tecrübe ederek nail olur. Hz. İbrahim’in (a.s.) yeniden diriltilmeyi müşahede ettiği ve hakkâ’l-yakin’e dönüşen örneğinde olduğu gibi (bkz. Bakara, 260). Müslüman’ın tedrici yaşamayı, hayatının her alanına sirayet ettirmesi, alışması ve anlayış olarak da ilmi bir gerçeklik zeminine oturtmasının gerekliliğinin değerli olduğuna inanmasıdır.

Malumdur ki insanoğlunun içerisinde bulunduğu zaman, mekan ve imkanın; kaos ve anarşiyle sofistike (çok gelişmiş/çok karmaşık) hal almış, adeta kundaklanmış, sarılıp sarmalanmış durumuna pat diye gelmemiş olması gerçeğinin göz ardı edilmemesinin bilinmesi gerekliliğidir! Çünkü İblis de şeytani ve ifsadi mücadelesini tedrici yapmaktadır. Bireylere, toplumlara, karakter ve sosyal yapıya ya da herhangi bir dokuya vereceği maraz; o bölgenin zafiyetini keşfetmek ve o boşluktan şerrini gerçekleştirdiğinin idrak ve bilinciyle hareket ettiğidir.

Müslüman’ı teskin eden şöyle ilahi bir müjde daha gelir; lakin Hududullah dairesinde iman, söylem ve eylem uyumuyla devam etmek ve bu müdavimliği istikrarlı bir şekilde sürdürmek, kayıt ve şartıyla İlahi koruma ve güvence yetişir.

“Allah da buyurdu ki: İşte bana varan doğru yol budur (halis kulların yolu). Şüphesiz sapmışlardan sana uyacak isyankârlar dışında kullarım üzerinde senin hâkimiyetin olmayacaktır” (Hicr, 41-42).

Stratejik hamleler ve bulduğu karşılıklara dair örneklemeler:

Her iki taraf (Hakk ve batıl) mücadele ve mücadele teknikleri verirken birtakım istikbal hedeflerleri ortaya koyarlar. Bu hedefler üzerinden stratejik hamleler yaparak adım adım hedeflerine giden yolda ilerleme kaydederler. Batıl; İlahi kodları kendi istikbarını hedefe koyarak basamak yapar ve bile isteye (özellikle) istikbarı için istikbalini perperişan ederken, planlarını da bu dünyaya göre endeksler. Müslüman ise; Rıza-i Bari’yi (mükemmel yaratıcının rızasını) hedefe koyar ve İlahi kodları kurtuluşuna vesile kılmaya azmeder, planlarını da uhrevi (gerçek/öte/ kalıcı) âleme göre tesis eder.

Müslümanlar, davanın özüne uygun bireysel ve sosyal olarak kaydettikleri her nitelikli aşamada; hasımlarınca birtakım engellemelere, aşağılamalara, davalarından vazgeçmeleri için teklif-tehdit hatta garez ve gadre varan şedit teröre maruz kalmışlardır. Batıl; yol ve yöntemlerine, katliamlarına hâlâ kılıfları ile birlikte geliştirmiş olduğu mücehhez (donanmış/cihazları ile tahkim edilmiş) yeni versiyonlarıyla farklı alanlarda, zulüm ve mücadelelerine hız kesmeden devam etmektedir. Özellikle Müslümanların dikkat etmesi gereken konu; batılın en öne çıkan çelmesinin (ayak oyununun) Müslüman’ı bulunduğu çağın batıl yapısına entegre etme gayret ve stratejisidir. Maalesef batıl, bu konuda ciddi yol kat etmiştir.

  1. Müslümanlara, Rasulullah (a.s.v.) bünyesinde davalarından vazgeçmeleri karşılığında, Utbe bin Rebia’nın temsil ettiği o günün batıl akımı; “yöneticilik, zenginlik, şuh kadınlar ve sağlık desteği” vadiyle karşılarına çıkmış ve tekliflerini sunmuşlardı. Bu dünyaya münhasır, insanı celp eden ve amiyane ifade ile insanın içini gıdıklayan bu albenili teklif ve içeriği; o günün batıl aklı için, Müslümanların davalarında kaydettiği aşamaya karşılık gelen, gerekli olan bir strateji idi. İlginç olan, batılın teklif ettiği şeylerin kendi mülkünün bir parçası gibi sunması; uyanıklık ve gafilliğinden kaynaklanan becerisi, şeytani zekâsının bir ürünü olmasıdır!
  2. Davasının ona kattığı feraset, basiret sahibi ve izzetli Müslüman, bunu yemez! Batılın karşısına davasının kodlarını takip ettiği stratejiyle çıkar. Yine Allah Rasulü (a.s.v.) bünyesinde; muvahhid, inkılabi kıyam ve söylemle şu ifadeler sergilenir: “Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler; davamdan vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar yahut ben, bu uğurda can veririm.” İlahi davanın en önündeki Şahıs (a.s.v.) bu aşama için stratejik hamlesini kavi imanıyla Müslümanlara göstermiştir. Allah Rasulü’nün (a.s.v.), kıyamında sarf ettiği sözü âcizane biraz değerlendirirsek:

“Güneş’i … ve Ay’ı da … verseler” ifadesinde; Güneş ve Ay’ın kendi mülkü olmadığı gibi, sevk ve idare edemeyeceği, mülkü kendisine ait olmayan bir şeyi yaratamayacağı, yaratamayacağı şeyler üzerinde tasarruf hakkının ve gücünün olmasının muhal (olması, gerçekleşmesi imkansız) olduğu hakikati ortaya çıkar. Muhal olan bir şey, niçin stratejik bir hamle olarak kullanılmış olabilir? Istılahi ve örfi olarak karşılıklarına kısır bir tarifle baktığımızda; cihetlere (sağ ve sol yönlerin/bkz. Bakara, 115) ve el’e sahip olmanın, muktedirlik olarak anlam yüklediğimiz takdirde, ortaya iki sonuç çıkacaktır. Batıla sergilenen tavırla şu mesajlar iletilmiştir: Birincisi; Hz. İbrahim’in (a.s.), Nemrut’a verdiği cevap örneğinde olduğu gibi, batılı ambale etmek (aptallaşarak, şaşkın hale getirmek) (bkz. Bakara, 258) ve ikincisi; vaad ettiklerinin kendilerine ait olmadığını ve ancak Allah’ın (c.c.) Rasulullah’a (a.s.v.) vaat ettiği nimetlerin mutmain edecek gerçeklikte, nitelikte, şüphe götürmeyecek ebedilik ve nezihlikte olduğunun inancıyla; Utbe bin Rebia’nın dolayısıyla avanesinin (yardakçıları ya da kafa denklerinin) dünyevi teklifini/tekliflerini reddiyesinden ibarettir. Allahualem?!

Batıl, kendi hükmü altında olduğu vehmindeki şeyleri verebileceği düşüncesine sahiptir. Hükmü altındaki şeylerin miktarı mucibince gubarır (istikbara kalkar). Ne yazık ki dünyevi havası; balonun atmosferde kaydettiği irtifanın, iç ve dış basınç farklılıklarının getirdiği genleşmeyle şişerek patlayacağı ana kadardır! Nihayeti, yere çakılmaktır. Utbe bin Rebia, Rasulullah’ın (a.s.v.) imkânsızı talep etmesi karşısında muhtemeldir ki yine ölçüp biçecek, vücut dilini halden hale koyarak, soluğu Daru’n-Nedve’de alacak, bir sonraki aşama için meclis üyeleri ile birlikte müşavere edecek, bir dahaki aşamanın plan ve stratejilerini hedeflerine ulaşmak için devreye koymuş olacaklardır! Küresel çapta tüm ağları ile birlikte düşündüğümüzde, günümüz Utbe bin Rebia ve Daru’n-Nedve versiyonlarının kat ettikleri irtifa, ürkütücü boyut ve çaptadır!

  1. Aziz Allah’ın (c.c.) batılın karakteri hususunda Müslümanlara verdiği işaretlerden yekdiğeri de; bilmeleri gerekir ki Müslümanlar inançlarını, hayat tarzlarını, söylemlerini hatta tahayyüllerini, kısaca onları Müslüman yapan ne kadar faktör ve değer varsa; resetleyip (sıfırlayıp), batılın hevasına göre yeniden şekil verip başlatmadıkça, Müslümanlardan asla razı olmayacağı uyarısıdır. Aziz Allah’ın (c.c.) Kitab’ı (Kur’an-ı Kerim) ve hikmeti (sünnetin) ilmi hakikat olarak ikram ettiği, ardından İslam’la nurlandırdığı herhangi bir Müslümanın; küfrün arzu ve hevasına göre hareket etme eğilimi içerisinde olması, zülfiyare dokunmasına neden olacaktır (Allah’ın ağrına gidecektir). Müslümanların batıla meyli arttıkça zaman içerisinde İslam; bu kategorideki Müslümanların(!) bünyesini istila eden batıl anlayışın verdiği tahribatla, tarihi bir anı ya da şartların getirdiklerine göre İslami data aktaran ukala bir mekanizmaya dönüşecekleri realitesidir. İşte o vakit, tam da o vakit midir, bilinmez? Rabb (c.c.) olarak ilmek ilmek eğitip donattığı, ilmin hakikatini ikram ettiği, belirli periyotlarla ikazlarda bulunduğu, batıla evirilmiş/batıl olmuş Müslüman kuluna(!) ültimatom vererek, üzerinden dostluk kalkanını kaldırıverir.

“Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar. De ki: ‘Allah’ın yolu asıl doğru yoldur.’ Sana gelen ilimden sonra, eğer onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki Allah’tan sana ne bir dost, ne bir yardımcı vardır” (Bakara, 120).

  1. Elbette ki Müslümanlar da bir nefis taşıyorlar. İslam’a dolayısıyla Müslümanlara karşı; batılın hadsizce, fütursuzca (çekinmeden, umursamadan), denklik gözetmeden yapmış olduğu; tahkimat, tahribat, istihza, ayak oyunlarıyla ve edevatıyla (savaş silahları, ekonominin kontrolünün ellerinde olması, medya v.s.) imha girişimleri karşısında en azından hüzünlenmemeleri, imanları gereği imkânsızdır. Kimse Müslüman’dan Polyanna eğilimi içerisinde olmasını beklemesin! İslam tarihi, Müslümanların izzetli tarihiyle doludur. Batılın tarihi karartmaları, Müslümanların inşaa ettiği mekân ve eserleri yakıp yıkması, bir bölümünü yaptığı şakilikle (haydutlukla) çalması dahi esas hedefine ulaşamadığını gösterir. Arzu eden, izzetin ne demek olduğunu anlamak için İslam coğrafyasının tarihine, dönüp bakabilir!

Lâkin batıl, bu tavırlarıyla Miguel de Cervantes’in Donkişot’u gibi gölgesiyle savaşmaktadır. Çünkü Allah’a karşı, savaşta asla güç yetiremeyeceklerinin imkânsızlığını onların da biliyor olmalarıdır. Ama dünyevi hâkimiyetlerinin ellerinden gitmemesi için Müslümanlarla mücadelelerini çok cepheli sürdürmelerinin nedeni; birincisi, Müslüman olmayan mustazafların uyandırılmaması, ikincisi ise Allah’ın göndermiş olduğu İlahi Mesaj’dır. Zor olan, ihyadır. İhya da Müslümanların işidir. Kolay olan, imhadır. Batılın işi de imha etmektir. Müslümanlar, zoru teklif edeni hatırlattığı için, Müslümanları imha; batıl için en kolay yöntem görünmektedir (bkz. En’âm, 112-113).

“Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz; doğrusu onlar, seni yalancı saymıyorlar; fakat zalimler, Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlar” (En’âm, 33).

  1. Kelamın söylenecek bu kısmı, çok can yakıcı olacaktır!

“Küfür tek millettir” (Hz. Muhammed a.s.v).

Küfür, millet, kelam ve can mefhumlarını deşip asıl mecramızdan uzaklaşmadan şöyle devam edelim. Canın yanması türlü türlüdür. Lakin en ağırı (sığınırız İzzet sahibi Rahman ve Rahim olana) şok dalgasıyla gelip, hasar veren, hasarı kalıcı ve kendi içsel döngüsü içerisinde azabı devam eden yangıdır. Bu yangı ise ancak batılın savaştığı Zat’ın (c.c.) verdiği azap yangısıdır. Ve bu yangı ancak batıla ulaşacak bir yangıdır (bkz. İlgili azap ayetleri).

Müslümanların hassaten bilmeleri ve hatırlamaları gereken hususlardan yekdiğeri de bu din, Allah’ındır. Ve Allah’a ait olanın; dünyevi menfaatler karşılığında, birtakım yerlere şirin görünmek uğruna beşeri ideoloji ve jargonla tariflendirmeye, -hâşâ- eksiklerini gidermeye ya da beşeri tandanslı herhangi bir sistemle simetrik hale getirmeye hiçbir Müslüman(!) kimseye yarar sağlamayacağı gerçeğinin bilinmesinin gerekliliğidir. O (Allah c.c.), yaratıp ihtiyaçlarını her an giderdiği ve es-Samet (muhtaç olmayan ve ihtiyaçları gideren c.c.) gücüyle her türlü ihtiyaçlarını gidermeye ara vermeksizin devam ettiği kuluna mı bırakacak, kendisini ve İslam’ın ne olup olmadığının mahiyetini! Allah (c.c.), dinini tamamlamış, bizim için beğenmiş, kurtuluşumuzu vesile kılmış, çerçevesini ve tanımlamasını kendisi belirlemiştir (bkz. Mâide, 3).

“Allah katında din, şüphesiz İslam’dır. Ancak kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini kim inkâr ederse bilsin ki, Allah, hesabı çabuk görür” (Âl-i İmrân, 19).

Allah’ın (c.c.) sınırlarına kast ya da nasslarını tebdile yeltenme, kişiyi nazarı İlahi’de çizginin ötesine geçirmeye yetecektir. Kişinin bu cesareti ona el-Ekber (c.c.) olanın hasımlığını kazanmasından başka bir işe yaramaz. Allah (c.c.), kendisine ait olanın korumasını da Yüce Zatı üzerine almıştır. Böyle Âl-i Muhafız (el-Hafîz) ve mahfaza altında tutulana nasıl bir gadr ulaşabilir?

“Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz” (Hicr, 9).

Allah’ın (c.c.); “Deki: Ey kâfirler!” (Kâfirûn, 1) diye başlayan ayeti; ayağımızın altındaki zeminden arşa kadar şiddetli zelzele niteliğinde sarsan ültimatomudur. Çünkü Rasulullah’ın (a.s.v.) lisanı ve kıyamıyla kâfirlere söylenmesi gerekenler vardır. Mü’minler de gelinen aşama itibari ile Rasulullah’ın (a.s.v.) bir parçası ve neferidirler. Bu manzara ile birlikte saflar netleşmiş; gruplar İlahi tasnif ve tanımla ile kesişmesi imkânsız isimler almışlardır. Akla gelebilecek her şey farklıdır artık; hukuk, ahlak, ferdi ve sosyal yapı, referanslar, ritüeller vs. Varlığıyla, inancıyla, uygulamalarıyla, muhayyile-mefkuresiyle, dava-hedefiyle, dünyevi ve uhrevi istikbalindeki kazanacağıyla (bkz. Kâfirûn suresi)! Farklı iki yaka! Yakanın birinde İslam milleti, diğerinde küfür milleti vardır! İki yakayı birbirinden ayıran vadi zifiri karanlık ve sınırsız derinliktedir! İki yaka arasındaki mesafe de kapanmamak kaydıyla mahşer meydanına kadar uzatılmıştır!

“De ki: Ey Kâfirler! … Sizin dininiz size, benim dinim banadır” (Kâfirûn, 1 ve 6).

Netice:

Müslüman olmamız, birtakım yalpalamalara maruz kalmayacağımız anlamına gelmemelidir. Sınavın hikmetlerinden birisi de bu dünyaya meyilli olmamızdır. Bu meyildir, dünyevi curcunanın çekimine maruz bırakan! Ve karşı taarruza geçmesindeki bilkuvve yönü aktifleştiren, murakabenin (otokontrolün) Müslüman’ın eline geçmesini sağlayan İslam’dır. Ancak Müslüman anlayabilir; irade sahibi olmak, nefsinin dizginlerini elinde tutmak, teslim ve özgür olmak, ne demek! Bu hürriyet, onun (Müslüman’ın) her haline yansıyarak yükselişine neden olur. Meyve veren ağaç gibi taşlanması kaçınılmazdır. Kaydettiği seviyeye göre dostları arttığı gibi düşmanları da artar. Ve Müslüman, düşmanlarıyla test edildiği gibi, kendisine ikram edilen nimetlerle de test edilebilir. Bunlar; inancı, nefsi, dostları, eli-avucundaki dünyalıklar, makamı-mevkisi-ilmi… vs. olabilir. Dikkat etmezse kendisine verilen bu ikramlar, şirkin ansızın ve “olmaz nasıl olur” denilen yerden geldiğini müşahede eder.

“Sizin için korktuğum şey, şirkin gizli olanıdır. …” (Hz. Muhammed a.s.v.)

Sınavlar türlü türlüdür, demiştik. Peygamberlerin, sahabilerin, sadıkların, salihlerin… sayamayacağımız sayıda ve nitelikteki Ademoğlunun verdikleri sınavlar, bizim için ibretlik ders olmasının yanı sıra edinilen tecrübenin bilgisiyle hedefe bilgece, pürdikkat kesilmek gerekir. İnşaallah bunca kaydedilen tecrübe ve birikim, Müslüman’ların yeniden ferden ve cemian silkinişlerine, toparlanmalarına vesile olur. Allah, kuluna taşıyamayacağı yükü yüklemez ümit ve temennisiyle!

Buralarda (yaşadığım yerde) söylenen bir deyimle nihayete erdirmek gerekirse: “Yüce dağların boranı çetin olur!”

Şüphesiz sözün en güzeli ve en doğru olanı Yüce Allah’a (c.c.) aittir. Selam ve dua ile…

Yasin TEKİN

30 Temmuz 2022 Cumartesi, 1 Muharrem 1444

GRUBA KATIL