Hamd, övgü, sena, teşekkür âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’a; salât ve selam da biricik örneğimiz, rehberimiz, önderimiz, öğretmenimiz olan Hz. Muhammed’edir.
Dünden bugüne ve hatta yarına yüreğimizin tâ ortasında, yangın yeri olarak duran Gazze, Kudüs, Mescid-i Aksa… Bunlarla ilgili yazmak… Kolay değil. İçimizi kanatan elim vakalar ile zihnimiz, gönlümüz, kalbimiz tarumar… Bir yazı ile de olsa Filistin’e, Gazze’ye, Kudüs’e, Mescid-i Aksa’ya, aziz şehidlere karşı sorumluğumuzu yerine getirmek… Yapılması gereken şeylerin çok olduğunun bilincindeyiz; özellikle de malî yardımlar ön planda elbette ki. Hepsinin yanında, yazarak da küfrün, zulmün ve Siyonizm’in beyninin çatlamasını, içinin yanmasını ve düzenlerinin yerle bir olmasını diliyoruz Rahman, Rahim, Aziz ve Kahhar olan Rabbimiz Allah’tan (azze ve celle).
Dünden bugüne devam eden bu vahşeti, Kerim Kitabımızın bazı ayetleriyle ilişkilendirerek değerlendirmek istiyoruz. Malumunuz olduğu üzere Bûruc Süresinde, Allah’a olan bağlılıklarından ötürü, içinde ateşler yakılan çukurlara atılan müminler konu edilmektedir. Biz, yalnızca 8. ve 9. ayeti alıyoruz konumuzla ilgili olarak:
“Onların müminlere bu işkenceyi yapmalarının tek sebebi, müminlerin göklerin ve yerin tek Hâkimi, Aziz ve Hamîd olan Allah’a iman etmeleri idi. Allah her şeye şahiddir” (Buruc Suresi, 8-9).
O müminler, kızılacak, kendilerinden intikam alınmaya kalkışılacak başka bir şey yapmıyorlar, ancak Allah’a inanıyorlar ve o iman ile gitmek istiyorlardı. O Allah ki Aziz, bütün yücelik ve kuvvet onun, kimse onun yücelik ve kuvvetine karşı gelemez; Hamid, bütün hamd onun, kimse onun karşısında hamd ve saygıya layık olamaz. O ki bütün göklerin ve yerin mülk ve saltanatı hep onun, hepsinde dilediği gibi işini yürütür. İşte o müminler, ancak o Allah’ın mülküne, izzetine ve gücüne, onun hamde layık olduğuna inandıkları ve bu imanlarında devam etmek istedikleri için, o Ashab-ı Uhdud (hendek sahipleri) onlara kızıyor ve yaptıklarını yapıyorlardı. Oysa Allah, her şeye şahittir. Her şeyin yanında hazır ve görücüdür.[1]
Evet, görüyor musunuz suçu? Neymiş suçları? İşte Allah anlatıyor ki bunların bütün suçları Allah’a inanmak. Allah’a inanıyorlardı bunlar. İşte en büyük suç, budur kâfirin gözünde. Bugün de kâfirlerin gözünde en büyük suç, budur: Allah’a iman etmek. Kâfirlerin gözünde en büyük suç, budur. “Ben Müslüman’ım” diyen kişi, “ben Allah’a iman ediyorum,” “ben Allah’ın istediği biçimde yaşamak istiyorum” diyen kişi, dünyanın en büyük suçlusudur. O, mürtecidir ve kesinlikle yok edilmelidir.[2]
Siyonist İsrail’in Filistin üzerine yaptığı amansız zulüm ve vahşetler, bu ayetler çerçevesinde değerlendirildiği vakit, zulmün ve hakkı inkâr etmenin ideolojisinin ne olduğunu daha derinlikli bir şekilde anlayabiliyoruz. Ve Hakkın şahidliğini yapma derdinde olanların, her devirde böylesi olmazlıklara dûçar kılınacaklarını öğreniyoruz. Filistin, Suriye, Yemen, Irak, Arakan, Afganistan, Doğu Türkistan, Çeçenistan vs. işte bu haldedirler.
Ayetlerin ifadesine dikkat ederseniz onlar, bizden farklı inanmışlar da onun için yakılmışlar. Bizden çok farklı bir imanla inanmışlar da onun için hendeklere gömülmüşler. Kâfirlerin bu kadar gazaplanmalarının sebebi, onlar bizim gibi yamuk inanmamışlar. Onlar, Allah’a Allah’ın istedikleri gibi iman etmişler. Allah’a inanmışlar ama nasıl bir Allah’a inanmışlar ya da inandıkları Allah’ı hangi sıfatla bilmişler? Bakın Allah diyor ki:
Bu Müslümanlar, Aziz olan bir Allah’a inanmışlar. Ya da inandıkları Allah’ı Aziz bilmişler de onun için yakılmışlar. Eğer bugün kâfirler tarafından bizim karşımıza da bu tür hendekler kazılıp diri diri yakılmıyorsak, eğer şu anda kâfirleri bu kadar gazaplandırmıyorsak, eğer şu anda kâfirler bizden rahatsız değillerse, eğer şu anda kâfirlerle kol kola bir hayat yaşıyorsak kesinlikle bilelim ki bizler, eksik inanıyoruz da ondan. Allah’a, Allah’ın istediği şekilde inanmıyoruz da ondan. Eğer böyle olmasaydı, eğer bugün bizler de o müminler gibi inanmış olsaydık o zaman bu kâfirler karşısında bizim durumumuz da onlarınkinden farklı olmayacaktı. Çünkü tarih boyunca kâfirler hiç değişmemiştir. Değişen, onlar değil Müslümanlardır.[3]
Filistinli kardeşlerimiz, imanlarının aslını yaşama gayretinde olduklarındandır ki böylesi mezalimler, üzerlerinde kara bulutlar gibi hiç kaybolmuyor yıllar yılı. Ve tabi ki, aynı şeyi, diğer sıcak savaşın devam ettiği coğrafyalarımız için de söyleyebiliriz.
Bakın bu surede, bahse konu olup yakılan Müslümanlar, farklı inanmışlar. Allah’ı Aziz bilmişler, Aziz olan bir Allah’a inanmışlar da onun için kâfirleri gazaplandırmışlar. İnandıkları Allah, Aziz olan bir Allah’tı. Aziz, izzet sahibi demektir. Aziz, mutlak güç ve kudret sahibi, mutlak egemenlik sahibi, izzetine kimsenin toz konduramayacağı, sahasına kimsenin giremeyeceği, aldığı kararlarını kimsenin gözden geçiremeyeceği, göklerde ve yerlerde tek hâkimiyet sahibi, tüm varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde olan, mutlak tasarruf sahibi varlık demektir. Hayata hâkim olan, herkesin arzularına boyun büktüğü, yenilmez ve yanılmaz varlık demektir. Sadece kendisine kulluk edilen, sadece kendisi dinlenilen, sadece kendisinin yasaları uygulanan varlık demektir. İşte bu Müslümanlar, böyle bir Allah’a inanmışlar. Hayatın her alanında, kendilerinden kulluk isteyen bir Allah’a inanmışlar. Hayatlarında, Allah’tan başkalarına karışma alanı bırakmamışlar da onun için sahte rableri, yapay tanrıları kızdırmışlar.
Eğer onlar, şu anda bizim yaptığımız gibi sadece Allah’a inanıp da hayatlarına karıştırmasalardı, hayatlarının bazı bölümlerine Allah’ı karıştırıp öteki bölümlerine karışacak başka ilahların varlığını kabul etselerdi inanın yakılmayacaklardı. Kâfirler tarafından affedileceklerdi. Evet, inanılan ama hayata etkinliği olmayan, inanılan ama hayatına karışmayan, kılık kıyafetlerine, eğitimlerine, hukuklarına, ekonomilerine, yemelerine-içmelerine, kazanmalarına, harcamalarına, okumalarına-yazmalarına, sofralarına, mutfaklarına, ev tefrişlerine karışmayan, dünyadan el etek çekmiş bir Allah’a inansalardı inanın burunları bile kanamayacaktı. Rahat bir hayat içinde yaşayıp gideceklerdi. Ya da Ebu Cehil’in inandığı Allah’ı gibi yeryüzünde kendisine imanla birlikte birtakım putların, birtakım yardımcıların, birtakım sahte Rablerin, sahte efendilerin varlığına ve kullarının onlara da kulluğuna göz yumacak, ses çıkarmayacak uyuşuk bir Allah’a(!) inansalardı kesinlikle ölmeyecekler, öldürülmeyeceklerdi. Ama onlar, böyle inanmamışlar. Allah’ı böyle tanımamışlar. Allah’ı tek Rab, tek İlah bilmişler. Allah’tan başka Rab ve İlah kabul etmemişler. Tüm sahte Rablerin rububiyyetini reddetmişler.
Aziz olan, güç kuvvet, hâkimiyet, otorite sahibi olan, yerde ve gökte yegâne söz sahibi, izzet sahibi bir Allah’a inanmışlar. Hükmünde, gökleri ve yeri idaresi konusunda hiçbir ortağa rızası ve ihtiyacı olmayan bir Allah, işte böyle bir Allah’a inanmışlar ve yakılmışlar. Eğer bugün bizler de böyle bir imanla kâfirlerin karşısına çıkabilsek, Allah’ı böylece kabullenip O’nun dışındaki sahte Rableri reddettiğimizi bir ilan edebilsek, hayatımızda Allah’tan başkalarının söz sahibi olmadığını bir ortaya koyabilsek eminim kâfirler, bize de tahammül edemeyecek ve aynı akıbetle bizler de karşı karşıya geleceğiz.[4]
İşte Filistinli, Gazzeli kardeşlerimizin yaşadıklarına şahidiz. Kâfir ve Siyonist İsrail’in son saldırıları sonucunda binlerce şehid ve yaralı kardeşimiz var. Bu, Gazzenin imanının imtihanıdır. Yalnızca Rabbe dayanmanın ve Onu, tek yâr kabul etmenin bilânçosudur şimdi Gazze sokakları, semaları.
Demek ki kişi Allah’a, Allah’ın istediği gibi inanmıyorsa bu imana iman denmez. Allah’a, Allah’ın istediği şekilde inanmayan kişi, istediği kadar kendisinin Müslüman olduğunu iddia etsin, bu iddia boştur.
Yakılan mü’minler Allah’ı Aziz bilmişler. İzzeti ve şerefi Allah’ta bilmişler. Allah’tan başkalarında izzet, şeref, güç kuvvet, otorite, egemenlik, hâkimiyet görmemişler. İzzeti ABD’de, Avrupa’da, İsrail’de, malda, makamda, koltukta, rütbede, parada değil Allah’ta ve Allah’a imanda, Allah’a kullukta görmüşler.[5]
Allah’a kulluğu canlarıyla ibraz eden Filistinliler, bugün bize bir öğretmendirler. Her türlü fedakârlığa yönelmemiz gerektiğinin çağrısında bulunmaktadırlar. Candan ve maldan geçmenin vaktinin tam üzerinde olduğumuzu haykırmaktadırlar. Rahat bir ahiret hayatı yaşayabilmek için, dünyada rahatsız olmayı kâr saymamızı ifade ediyorlar. Yüce Allah’ı, Rasulullah’ı ve Allah yolunda mücadele etme sevgisini, her türlü sevginin üzerine çıkarmamızın olmazsa olmazlığını öğütlüyorlar.
İsrail ve onun yolundakiler, bir gün azabın en şiddetlisine çarptırılacaklar, Amenna! Aslolan, biz geride kalanların, zulme seyirci mi yoksa kahredici mi olduğumuz! Bütün bu hunharlıklara rağmen, hala yerimize çakılıp kalabiliyorsak, “aman işimden, aşımdan olurum.” diyerek köşelerimizde oturabiliyorsak, bu imtihanda yerimizin neresi olacağını varıp biz düşünelim! Karınca misalinde olduğu üzere, İbrahim aleyhisselam’a taşıdığı suyun, ateşe kâfi gelmeyeceğini ne kadar biliyorsa da, “en azından safım belli olsun.” düşüncesiyle hiçbir fedakârlığı küçümsememeliyiz ve fedakârane tavırlar sergilemeliyiz. Hiçbir şeye gücümüz yetmiyorsa da son kertede, kalbimizle buğz etmeyi bir vakit bile unutmamalıyız.
Dualarımızı bir çığ gibi büyütmenin vaktidir artık. Niyazımız Rabbimizden odur ki, İsrail’in ocağına birer füze olsun dualarımız! Nefeslerimizin kuvveti, Siyonizm’in sütunlarını çatlatır mahiyette olsun diye yakarmalıyız, yakarışlara tek cevap mercii olan Rabbimiz Yüce Allah’a.
Mümin yüreklerin dudakları, duadadır şimdi. Değerimiz, dualarımızdır. Değerlerimizi, zalimlerin üzerine bir bomba niyetiyle Rabbimize yükseltiyoruz.
Rabbimiz, senin yolunda olan kullarını muzaffer kıl. Yolunun kadim düşmanlarını da zelil ve perişan eyle. Âmin…
Fatih PALA
fatihpalafatih@gmail.com
[1] Yazır, Elmalılı M. Hamdi; Hak Dini Kur’ân Dili, c: 9, s: 105, Azim Dağıtım, 2012, İst.
[2] Küçük, Ali; Besâiru’l-Kur’ân, c: 12, s: 23, Beka Yayıncılık, 2019, İst.
[3] A.g.e., s: 23
[4] A.g.e., s: 24
[5] A.g.e., s: 25
[i] Yıllar önce yine bir Gazze saldırısı üzerine kaleme aldığımız bir yazının, gözden geçirilip eklemeler yapılmış halidir.