Arşiv Genel Yazarlar

Tevekkülü Doğru Anlamak

Baktığımız her cisimde bize, kudretini ve iradesini gösteren Allah’a (cc) hamd olsun. O (cc) ki insanı yarattı, güzel bir suret verdi, anılmaya değecek bir varlık değilken onu yeryüzüne halife kıldı. Görebilmesi için göz, işitebilmesi için kulak, kavrayabilmesi için akıl, sorumluluklarını bilmesi için şuur; sevmesi, merhamet etmesi ve hakikate giden yolu bulması için kalp verdi. İnsana değer verdiğinin delili olarak peygamberler ve kitaplar gönderdi.

Kutlu ve övülmüş olan Hz. Muhammed’e (sav), güzide ailesine ve seçkin arkadaşlarına selam olsun.

İnsan için her şey, bir olan Allah’ın (cc) “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demesi ve irade buyurması ile başladı. Öyle bir canlı ki bu insan, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp kan da dökebilir, orayı imar edip adaletle, barış ve güvenlik içinde de yaşayabilir.

Yaradılışı itibari ile muhtaç olmasına rağmen, dik başlı; aciz olmasına rağmen, kibirli ve fani olmasına rağmen, ölümsüzlük özlemi taşıyan bir canlı türü olan insan, yaradılıştan gelen meziyetleri sayesinde istediği istikamette yol tutabilir. Allah; insana, bütün yolları ve sonuçlarını açık bir beyan ile bildirerek seçme hakkını yine kendisine bırakmıştır.

Seçimlerini uygulamada irade sahibidir ve insan, yaptıklarından sorumludur. Mesela hayvanlar, davranışlarında özgürdür. Bir hayvanı sergilediği bir tutumdan dolayı kınayamaz ya da sorumlu tutamayız, ondan daha dikkatli olmasını isteyemeyeceğimiz gibi, ahlaklı davranmasını bekleyemeyiz, davacı olup onu mahkemeye veremeyiz, versek bile ona cezai müeyyide uygulatamayız. İşte insanla diğer canlılar arasında böyle net bir ayrım vardır. Bu da insanı diğer canlılardan ayırarak ona sorumluluk bilinci yükler.

İnsanlardan kimi, Allah’ın (cc) iradesini bütün iradelerin üstünde görerek, acizliğini bilerek rab olarak Allah’ı (azze ve celle) kabul edip iman etmiş, kimi de inkâr yolunu tutup asilik etmiş, nefsini ya da nefsine hoş gelen şeyleri rab edinmiştir.

İman edenler, bir ve ortaksız olan Allah’ın (cc) rablığını kabul ederek Onun (cc) yasalarına, iradesine ve emirlerine gönülden boyun eğmişlerdir. Bu boyun eğiş, gelişigüzel ve yüzeysel olamaz çünkü Kur’an-ı Kerim ile muhatap olan her mümin bilir ki Allah (cc), kullarına şah damarından daha yakındır ve sinelerin özünde olanı bilir.

Müslümanların hayatlarının merkezinde Allah (cc) vardır. Her işinin başında ve sonunda mutlaka Allah (cc) ile diyalog içindedirler. İşe başlarken besmele ile başlar, bitirince hamd ve şükrederiz.

İmanımız gereği onun (cc) iradesini kabul ederiz. Bu, bir zorlama değil; tercih ve gönülden bağlılıktır. Müslümanlar, sadece Allah’ı (cc) razı etmenin gayretindedirler. Bu yüzden yaptıkları her işte hayrı arar ve güzel ameller peşinde koşarlar.

Bizim için dünya hayatı bir imtihan yeridir ve asıl yurdumuz ahirettir. Bu dünyada sergilediğimiz tutum, yaşadığımız hayat ve işlediğimiz fiiller, ahiret yurdundaki sermayemizdir. Allah’ın (cc) rızasının arandığı her amel, sonucu iyi olsun olmasın, Allah (cc) katında makbuldür. Burada Müslümanların yapmaları gereken en önemli şey, Allah’ın (cc) onlara verdiği imkânları (mal, kuvvet, zaman, akıl, irade, şuur, kalp, iman, vb.) yine Allah’ın (cc) rızasını kazanmak için çıktıkları yolda, sonuna kadar kullanmaktır. Allah’ın (cc) davasında başarısızlık denen şey yoktur. Her sonuç, Müslümanlar için başarıdır. Kaldı ki bizler, başarının sadece maddi göstergeler olmadığını biliriz.

Her işin hem bu dünyada hem de ahirette ve Allah’ın (cc) nazarında karşılığı ve değeri vardır. Müslümanların ölçü olarak aldıkları ise Allah’ın (cc) katındaki değer ve ölçüdür. Yani rabbimiz neye değer veriyorsa o, bizim için değerlidir. Neye değer vermiyorsa o, bizim için değersizdir. Ölçüyü, her şeyin yaratıcısı ve mutlak hâkimi olan Allah (cc) koyar. Bu ölçü, sağlam ve insan için en güzel ölçüdür. Diğer sistemler ve ideolojiler bir şekilde işi döndürüp, dolaştırıp kendi menfaatlerine getirirler. Allah’ın (cc) sisteminde ise adaletsizlik, sömürü ve sınıfsal ayrım söz konusu değildir.

İslam’da dereceyi, takva belirler. Ne maddi güç ne soy ne doğduğumuz topraklar ne de ırk… Bizim için üstünlük göstergesi, takvadır: “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız ona itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah, her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat 13).

Sakınmak için ise sakınacak kişiyi tanımak, bilmek ve ona gönülden iman etmek, onu hakkıyla takdir etmek gerekir. Bundan ötürü olsa gerek, Kur’an-ı Kerim’de Müslüman ve mümin birbirinden ayrı kategoride değerlendirilir: “Bedeviler, iman ettik, dediler. Şunu söyle, henüz iman gönüllerinize yerleşmediğine göre sadece teslim (Müslim) oldunuz. Bununla beraber Allah’a ve resulüne itaat ederseniz yaptığınız hiçbir şeyi boşa çıkarmaz. Allah, çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” (Hucurat 14).

Mümin ise iman eden, demektir. Sözlükte “güven içinde bulunmak, korkusuz olmak” anlamındaki emn (emân) kökünden türeyen iman, “güven duygusu içinde tasdik etmek, inanmak” demektir. “Sağlamlaştırmak, kesin karar vermek, tasdik etmek” manasındaki akd kökünden türeyen i‘tikad da “iman” karşılığında kullanılır. Allah (cc) gibi eksiksiz ve münezzeh olan bir rabbe iman eden kişi, tam teslimiyet göstererek bu imanını hayatında sergilemiş olur. Eksik, marazlı ve kendi icat ettiği şeyleri ilah edinen insanların hayatlarında, bu kesin teslimiyete yer yoktur ve esasen olması da mümkün değildir.

Her işinde Allah’a (cc) tevekkül etmek, sağlam bir imanın neticesidir. Vekl kökünden türeyen tevekkül; “birinin işini üstüne alma, birine güvence verme, birine işini havale etme, ona güvenme” manasına gelir. Birine güvenip dayanan kimseye mütevekkil, güvenilene de vekil denir. Vekil, Allah (cc) olunca mütevekkilin tereddütleri, kaygıları, şüpheleri ve korkuları, güvendiği ve dayandığı rabbinin gücü nispetince kolaylık ve güven bulur.

Günümüz dünyasında korkular, kaygılar, tereddütler ve şüpheler artmışsa bunun sebebi ya insanların rab bildiklerinin gücü her şeye yetmiyor; bilgisi, planı ve programı, adaleti, merhameti vs. eksik ya da rabbini hakkı ile tanımamış, takdir etmemiş, yanlış anlamış, işine geldiği gibi inanmış demektir.

Müminler ise en çok Allah’a (cc) güvenip dayanırlar. Bilirler ki göklerin, yerlerin ve ikisi arasında olanların dahi bilmedikleri nice âlemlerin rabbi, şeriki olmayan Allah’tır (cc). Aklı başında, hesap kitap yapabilen, etrafında ve tabiatta olup bitenleri görüp hakkıyla yorum yapabilen her insanoğlunun Allah’ın (cc) rabliğine boyun eğmesi, doğal bir sonuç değil midir?

“Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın, hani bir kavim size el uzatmaya yeltenmişti de Allah onların ellerini sizden çekmişti. Allah’tan korkun! Müminler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” (Maide 11).

“Hem bize yollarımızı dosdoğru göstermişken neden Allah’a tevekkül etmeyelim? Bize yaptığınız eziyetlere de mutlaka sabredeceğiz. Tevekkül edenler ise artık ancak Allah’a tevekkül etsin.” (İbrahim 12).

“Onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah’a güvenip dayanırsa Allah ona yeter. Allah, buyruğunu mutlaka gerçekleştirir. Allah, her şey için belli bir ölçü koymuştur” (Talak 3).

Tevekküle teşvik eden ve mütevekkili öven birçok ayet-i kerime yazmamız mümkün.

Mütevekkil, yaptığı ya da yapacağı işte arkasına yaslanıp olacakları seyreden; iradesi, aklı, bilinci yokmuş gibi davranan kişi olmadığı gibi, tevekkül de böyle bir şey değildir. Tedbir almak, işi hakkıyla ve doğru bir şekilde yapmak, Allah’ın (cc) koyduğu ölçülere göre hareket edip işin sonucunu yine Allah’a (cc) bırakmaktır, tevekkül etmek. Tedbir ve takdir konusu konuşuluyor ise konu kadere gelmiş demektir. Kader konusunda insanın çok net bir bilgi sahibi olduğunu düşünmüyorum şahsen. Bu konuda geçmişten, ta İslam’ın ilk asırlarından süregelen birçok kelami tartışma mevcut.

Bize, tevekkülün ne olduğunu ve mütevekkilin nasıl davrandığını en doğru anlatabilecek olan, Allah’ın (cc) mesajına ilk muhatap olup kavramları bizzat yaratıcıdan öğrenen ve uygulayan Allah’ın (cc) elçileridir.

Hz. Musa (as), İsrailoğullarını, Firavun’un zulmünden kurtarıp yola koyulduğunda İsrailoğullarının bin bir nazı ile uğraşıp Mısır’dan çıkarmıştır. Hz. Musa, bu süreçte bir insan olarak elinden geleni sonuna kadar yapıp Allah’a (cc) tevekkül etmiştir. Bütün imkânlarını kullanarak Kızıldeniz kenarına kadar ulaşmıştı. Bundan ötesi tevekkül etmek. Arkasında Firavun ve ordusu, önlerinde koca bir deniz… Yüce Allah (cc), Musa’nın (as) bu çabası sonucu geldiği noktada kulu ve elçisine yardım edip “Musa’ya, asanı denize vur, diye vahyettik. Deniz, hemen yarıldı. Her bir parçası büyük, yüksek bir dağ gibiydi.” (Şuara 63). Denizden bir yol açarak Musa’yı (as) ve milletini kurtarıp Firavun ve ordusunu suda boğmuştur.

Hz. Muhammed de (sav) Mekke’den Medine’ye hicret için yola koyulduğunda bir insan olarak Allah’ın (cc) bahşettiği bütün meziyetlerini kullanmış, hicretini gizlemiş, bilinen yönün tersi istikamete gitmiş ve alabileceği bütün tedbirleri alarak Allah’a tevekkül etmişti. Uzun bir yolculuktu. Sıcak ve zorlu çöl şartlarında gerçekleştirilen bu hicrette, müşrik ve zalimler izini sürmeye başlamışlar ve tam yetişecek gibi olmuşken Allah’ın (cc) elçisi ve yol arkadaşı, bir mağaraya sığınmışlardı. Artık yapacak bir şey kalmamıştı, Allah’a (cc) tevekkülden başka. Yol arkadaşı, yakalanma ve öldürülme korkusuna kapıldığında “Siz, ona (peygambere) yardım etmezseniz Allah, ona yardım etmiştir. Hani kâfirler, ikiden biri olarak onu (Mekke’den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: ‘Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir.’ Böylece Allah, ona huzur ve güvenlik duygusunu indirmişti, Onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkâr edenlerin de kelimesini (inkâr çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah’ın kelimesi, yüce olandır. Allah; üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe 40) diyerek kulunun ve elçisinin yardımına yetişmiştir.

Gayretin olmadığı bir işte tevekkül etmek, kolaycılıktan başka bir şey değildir. Böyle bir beklenti içinde olmak, iradenin ve aklın inkârı olur. İmtihan dünyası dediğimiz bu âlemde, gayretsiz ve çabasız beklenti içine girmek, hüsrandan başka bir şey getirmeyeceği gibi, imtihanın da bir anlamı olmayacaktır.

Bu konuların konuşulduğu bir ortamda sözün kadere gelmesi, yüksek bir ihtimaldir. Kader meselesine gelince geçmişten beri çokça tartışılan bir konu olmasına rağmen, kesin bir sonuç ya da mutlak doğru budur, diyebileceğimiz bir açıklama olduğu söylenemez. Bu tartışmalar, ilk nesil Müslümanların uzak durduğu konulardı. Çünkü Allah resulü (sav) aralarındaydı ve Hz. Peygamber, ashabını, neticesi alınamayacak bu tür meselelere dalarak fitne ve fesada sebep olabilecek akide bozukluklarından sakınmalarını emrediyordu.

İlk dört halife dönemi, sahabenin hâlâ bulunduğu dönemlerdi ve İslam akidesi saf bir hâlde yaşanıyordu. Sonraki dönemlerde fetihlerin artması, İslam’ın yeni kültürler ve coğrafyalara ulaşması ve köklü, farklı inançlara mensup insanların İslam’a girmesi ile birlikte (özellikle Emeviler Dönemi) bazı kelami konular gündeme gelmiş, farklı fikir akımları başlamıştır. Cehm İbn Safvan’ın öncülüğünü yaptığı “cebr” (cebriyye) akidesine karşı ortaya konan “kaderiyyecilik”, Mutezile âlimlerince de benimsenmiş ve bu durum, bu akidenin yayılmasına ve daha uzun soluklu olmasına katkı sağlamıştır.

Bu tartışmalar Müslümanların gündemini hâlâ meşgul etmesine rağmen, bu konuda bir mutabakat sağlanamamış ve ciddi bir enerji israfı olmuştur. Bilmediği, belki de asla bilemeyeceği meselelerin ardına düşüp gerçek ve elzem gündemleri perdelemek, İslam ümmetine her zaman zarar vermiştir. Belki kader hakkında yeterince fikir sahibi değiliz, belki de asla olamayacağız. Bu konu hakkında isabetli inanışlarımızın olabileceği gibi yanlış inançlara da sapmış olabiliriz. İnsan, bazen asla bilemeyeceği şeylerin peşine düşebiliyor: kader, gayb gibi… Belki de bakış açımızda problem vardır, kaderi bilemesek de kaderi araştıran, merak eden ve direkt olarak kaderin konusu olan insanı tanıyoruz. İnsan, kendini bilir; gücünü, iradesini, seçtiklerini ve reddettiklerini bilir. Aslında insan da farkında sınırlarının. Bu farkındalık üzerine çalışmalar yapmak yerine, kaderin ne olup olmadığı gibi meselelerin peşine düşmek, ümmeti parçalamaktan ve fırkalara bölmekten başka bir şeye yaramamıştır.

Müslümanların mücadeleleri, kadere karşı değil; zalimlere, müşriklere Allah’tan (cc) başkasını ilah edinip yeryüzünü kana, zulme ve sömürüye boğanlara karşı olduğunda, bütün imkânlarını bu uğurda seferber ettiklerinde muhakkak ki Allah’ın (cc) yardımı gelecektir.

Bildiklerini aktarmak varken bilmedikleri hakkında zan ile hareket etmekten vazgeçtiklerinde Allah’ın (cc) yardımı yakındır.

Vekil olarak sadece ama sadece Allah (cc) bilindiğinde, üzerimize düşen ve bize emredilenler hakkı ile yerine getirildiğinde, mücadele edenlerin terinin son damlası yere düştüğünde Allah’ın (cc) yardımı pek yakındır.

“Allah’ın yardımı ile birlikte fethi geldiği zaman, insanların akın akın Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde Allah’ı hamd ile tespih edip bağışlanmayı dile! Muhakkak ki Allah, çok bağışlayandır.” (Nas \1-3).

Erdal TUĞRUL

Exit mobile version