Arşiv Yazarlar

Sevr’den Montrö’ye Boğazlar Meselesi – I

Cumhuriyet tarihinde, tarihi gerçeklere ulaşmak, ‘yedi dağı aşmak’tan daha zor ve daha yorucudur. Her şeyden önce tek parti zihniyetinin oluşturduğu mevzuat ve bu çerçevede oluşturulan ‘korku ortamı’, gerçeklere ulaşmayı zorlaştırmakta hatta engellemektedir. Bu korku ortamını besleyen ise, bürokratik sivil ve askeri -‘Kemalizm’in askerleri’nin oluşturduğu- vesayet anlayışıdır. Dolayısıyla bu anlayış, resmî ideolojinin/tek adam/tek parti anlayışının dayattığı ‘resmi tarih’in, tek ve inkâr edilmez ‘doğru’ olarak bilinmesini zorunlu kılmaktadır. Oysa dayatılan bu resmi tarih anlayışı ise ‘siyahı beyaz, beyazı da siyah’ gösterecek tarzda yalan ve kurgulardan ibarettir. Bu anlayışa aykırı söylenecek ya da yazılacak her tarihi gerçek, ya 5816 sayılı kanun ya da anayasanın başlangıç ilkeleri ve cumhuriyeti koruyan ve kollayan vesayet ve despotik anlayışına çarparak mahkûm edilmektedir. Bu baskının neticesinde ya zindanlardan bir zindana atılırsınız ya da yedi köyden kovulur hale getirilirsiniz. İşin daha da ilginç yanı, düne kadar Kemalizm’e ve Kemalist anlayışa karşı olan hatta reddeden ve kendilerini İslam’a nisbet eden bazı Müslümanlar tarafından da linçe tabi tutulmanızdır. Düne kadar bu anlayış çerçevesinde yazan, konuşan, konferans veren hatta kitap yazan bu kimseler, ellerine geçirdikleri güç ve iktidar uğruna, anadan doğma Kemalistlerden daha sert bir şekilde eleştirmeye ve ötekileştirmeye çalıştıklarını görmekteyiz. Bu türedi, sonradan Atatürkçülüğü keşfeden bu zavallılar, ne yaparlarsa yapsınlar, esasında/temelde Kemalist olanlara kendilerini asla kabul ettiremeyeceklerdir. Her ne kadar ‘at izi ile it izi’ birbirine karışmış gibi gözükse de izler bellidir ve basiret sahipleri tarafından bu izleri karıştırmak, asla mümkün değildir.

Neden bu hale geldik? Korkularımız; makam, mevki, edindiğimiz sosyal statüler, bizleri bu hale mi getirmeliydi? Paranın, pulun, makam ve mevkiinin karşısında bu kadar mı eğilmeliydik?[1] Şahsiyetimizi, kimlik ve kişiliğimizi ayaklar altına alacak kadar çok mu kıymetliydi, bu imkânlar? Bunlar, hazinelerinin anahtarlarını bile kervanların taşımakta zorlandığı Karun’ların (28/76), “Benden başka Rabbiniz mi?” var diyen Firavunların (79/24;26/29), “Ben de öldürür ve diriltirim” diyen Nemrut’ların (2/258) akıbetini hiç mi düşünmüyorlar? Yoksa sahip oldukları imkânlar, güç ve iktidar, kendilerini ölümsüz kılacağını mı zannediyorlar? Oysa insanlık tarihi, yaratılmış hiçbir varlığın ölümsüz/ebedi olduğuna dair bir olayı bize nakletmemiştir. Kur’an-ı Kerim ise, her nefsin mutlaka öleceğini (21/34-35), ölüm vaktinin bir an bile geciktirilmeyeceği ya da öne alınamayacağını (7/34) bize bildirmektedir. O halde bu kesim, dün söylediklerinin tam tersini hatta küfür olarak gördüklerini, bugün nasıl daha da yücelterek/kutsayarak savunabiliyorlar, anlamak mümkün değildir. Dün, Atatürkçü olmayanlar hatta karşı olanlar, bugün Atatürkçülüğü yeni keşfetmişçesine hakkında mersiyeler, şiirler düzerek ‘İzmir Marşı’nı okuyarak savunmaları, psikolojik bir vak’adan başka bir şey değildir.

Bu nedenlerledir ki, yakın tarih/resmi tarih üzerinden şu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen, tarihi gerçekler gün yüzüne çıkarılabilmiş değildir. Hala bu alan, birçok engelle, mayın tarlalarıyla korunmaya çalışılmaktadır. Üzülerek belirtelim ki, bu koruyuculuk görevini, dün başkaları yaparken bugün ise, “dünün İslamcıları(!)” üstlenmişlerdir. Ama kim ne yaparsa yapsın eskilerin deyimiyle yalancının mumu yatsıya kadar yanacaktır. Çünkü artık mızrak, çuvala sığmamaktadır. Nitekim resmi ideologların, geçmişlerini unutarak bu bloğa dâhil yeni türedi Atatürkçülerin bütün engellemelerine rağmen, bazı tarihi gerçeklerin gün yüzüne çıkması engellenememektedir.

Bu yeni türedi Atatürkçüler, tek parti dönemini yine eleştirmektedirler. Ama bu eleştirilerini, genellikle 1940’lı yıllardan sonraki dönem için yapmaktadırlar. Amaçları, Mustafa Kemal’in dönemini es geçerek ‘tek parti dönemi’nde yapılan zulümleri, baskı ve dayatmaları hatta katliamları, sanki sadece İsmet İnönü döneminde olmuş gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa ‘tek parti dönemi’, 1923’ten itibaren özellikle de Mart 1925’de çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ve bu kanun gereği İstiklal Mahkemeleri’nin kurulduğu dönem ile başlamıştır. Üstelik İnönü, Mustafa Kemal’in emir eriydi; yani Mustafa Kemal’in her yaptığını itiraz etmeden kabul eden ve 1925-1937 yılları arasında Mustafa Kemal tarafından Başbakanlık görevinde tutulan ikinci adam konumundaydı. Şevket Süreyya Aydemir, boşuna İnönü ile ilgili üç ciltlik “İkinci Adam”[2] kitabını yazmamıştır. Dolayısıyla 1925-1938 arası dönemi masum gösterip, olup biten bütün kötülükleri sadece 1940’tan sonra olmuş gibi suçlu göstermek, ne derece ahlakidir.

Yakın tarih denildiği zaman ‘Sevr Sözleşmesi’ tu kaka edilmekte (edilmeli de), ‘Lozan Sözleşmesi’ ise zafer olarak değerlendirilmektedir. Böylece bütün suç, Sevr’e, onu imzalayanlara ve haliyle Osmanlıya yüklenirken, Osmanlı’nın parçalanmasına neden olanlar ise temize çıkarılmaya çalışılmaktadır. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasında, üzerine yemin edilip namus sözü verilen Misak-ı Milli/Milli And’ın içinin boşaltılmasında ve ülkeyi daracık sınırların içine hapsedilmesinde tek suçlu, Lozan’ı imzalamak için saltanatı ve arkasından da Birinci Meclis’i bir darbe ile feshedenler idi. İşte Sevr ve dolayısıyla Osmanlı suçlanarak, bu gerçeklerin üzeri simsiyah bir şal/örtü ile örtülmüştür. Ama güneş balçıkla sıvanmaz. Gerçekler, er ya da geç bir gün mutlaka bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacaktır.

İşte bu çerçevede, son zamanlarda yeniden ısıtılarak gündeme getirilen Montrö sözleşmesi ile ‘resmi tarih’in yalanlarının üzeri örtülmeye çalışılmaktadır. Montrö ya da benzeri tarihi bir konu tartışıldığında mutlaka Kemalistler tarafından Sevr’in parçalanışı ve arkasından da Lozan’da kazanılan zaferler gündeme getirilmektedir. Siz, aleyhte bir şey söylediğiniz zaman yalan yanlış bilgilerle ve Kemalist zırhla size karşı çıkmaya ve sizi susturmaya çalışmaktadırlar. Peki, bu konudaki gerçek nedir? Gerçekten Kemalistler, Montrö Sözleşmesi’nde bir başarı hikâyesi çıkarabilirler mi? Ya da bu, Kemalist aktörlerin başarısı ve bilek gücüyle kazandıkları bir başarı mıdır? Bunlarla ilgili zaman zaman gerçekleri ortaya koyan sağda, solda ve İslami kesimde bazı isimler olmuştur. Biz de bu isimlere ve tarihi diğer kaynaklara dayanarak, bu olayın kısmen de olsa aydınlatılmasına kapı aralamaya çalışacağız. Çünkü bu konular, makalelerle aydınlatılacak konular değildir.

Önce Sevr ile ilgili söylenen yanlışların düzeltilmesi gerekmektedir. Her Kemalist, “Sevr’i, Padişah Vahdeddin onayladı, Mustafa Kemal parçaladı” tarzında yalan ve yanlış bilgilerle toplumu susturmaya ve dolayısıyla da kandırmaya çalışmaktadır. Oysa Sevr’in Vahdeddin tarafından onaylanması, asla söz konusu değildir. Hatta Sevr’le ilgili olarak “padişahlığıma mal olsa bile imzalamam” diyen bir Padişah’tır Vahdeddin! Bütün tehditlere ve baskılara rağmen onaylamamakta direndiğini, her vicdan sahibi tarihçi ortaya koymaktadır.

Vahdeddin, Sevr’i Onaylamamıştır

Sevr, Kemalistlerin dilinde pelesenk halinde, oturup kalkıp Padişah’ı suçlamak için bir aparat olarak kullanılmaktadır. Konuyla ilgili bilgisi olan da konuşuyor, olmayan da! Bilgisi olanlar, resmî ideolojinin yani yalan söyleyen tarihin demagoglarıdır; doğruları çarpıtarak, kendi yalan ve yanlışlarını doğru göstermeye çalışmaktadırlar. Algı operasyonu ile halkı kandırmaya, yalanlarına inandırmaya çalışmaktadırlar. Üzülerek söyleyelim ki bunda başarılı da olmaktadırlar. Ama artık mızrak çuvala sığmıyor, “yalanın ömrü yatsıya kadar” özdeyişi gereği, artık kimse bu yalanları yutmuyor. Şimdiye kadar baskıyla, dayatmayla oluşturulan korku ortamıyla kabul ettirmişlerdi. Ama artık buraya kadar! Bunların ömürleri, kendilerine ‘muhafazakâr demokrat’ diyenler tarafından biraz uzatılsa da, artık, bu yalanlara aklı başında olan hiç kimse inanmamakta ve ‘kralın çıplak’ olduğunu görmekte ve göstermeye çalışmaktadır.

Sevr Sözleşmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkım fermanı olarak da bilinen bir sözleşmedir. Mondros Mütarekesinden[3] sonra Osmanlı İmparatorluğu, emperyal ülkeler arasında paylaşılmış, buna yasal bir statü kazandırmak için toplantılar, konferanslar düzenlenmiştir. Bu çerçevede Ahmet Tevfik Paşa başkanlığında ilk heyet, Paris’e görüşmeler yapmak üzere gitmiştir. Aslında sözleşme metni ve maddeleri, önceden hazırlanmış ve yapılan toplantıda görüşme yapılmadan Osmanlı heyetinin kabulüne sunulmuştur. Bu antlaşmanın kabul edilebilir bir yanı yoktu. Dolayısıyla bu sözleşmenin maddeleri ile ilgili olarak Ahmet Tevfik Paşa, 12 Mayıs’ta İstanbul’a bir telgraf göndermiştir. Ahmet Tevfik Paşa, bu telgrafta: Antlaşma maddelerinin “İstiklal ve hatta devlet mefhumları ile katiyen kabil-i telif” edilemeyeceğini, 17 Mayıs’ta Damat Ferit Paşa’ya gönderdiği mektupta ise bu antlaşmanın aynen kabul edilmesinin mümkün olmadığını belirtmiştir. Ahmet Tevfik Paşa riyasetindeki heyet, kısa bir süre sonra bu sözleşmeyi de imzalamadan görüşmelerden çekilerek İstanbul’a dönmüştür.[4] Heyet görüşmelerden çekilince, İngilizler, bu antlaşmayı Osmanlı’ya kabul ettirmek için Yunan sopasını kullanmaya başlamışlardır. Hazır bekleyen Yunan kuvvetleri, Ege içlerine sürülerek Balıkesir, Bursa, Uşak ve Trakya’yı işgal ettirilmeye başlanmış, bu işgal ve saldırılar, İmparatorlukta, İstanbul’un da elden çıkacağı ve işgal edileceği endişesine neden olmuştur. Aslında Sevr Antlaşmasının kabul edilebilir hiçbir tarafı yoktu. Çünkü bu antlaşma, Anadolu topraklarının başka devletlerce tamamen paylaşılmasını öngörüyor, geriye ise devlet olabilecek bir hal bırakmıyordu. Yunan sopası işe yaramış ve 433 madde ve eklerden oluşan bu antlaşma, Damat Ferit Paşa başkanlığında Paris’e giden ikinci heyet tarafından 10 Ağustos 1920’de imzalanmak zorunda kalınmıştır.[5] Çünkü sözleşmenin imzalanması için 24 saat süre tanınmış, imzalanmaması halinde ise heyet, savaş ve işgallerin devam edeceği tehdidi ile karşı karşıya bırakılmıştır. Ancak Sevr’in yürürlüğe girmesi için sadece heyetin imzası yeterli değildi; önce Meclis-i Mebusan ve sonra da Padişahın onaylaması gerekmekte idi.[6] Çünkü Osmanlı Anayasası’nın 7’nci maddesi[7], barışla ilgili anlaşmanın yürürlüğe girebilmesi için mecliste onaylanmasını şart koşuyordu; ama ortada meclis yoktu. Ayrıca Sultan Vahdeddin, “Sevr’i kabul ederler” endişesiyle ekseriyeti İttihat ve Terakki mensubu olan Osmanlı Meclisi’ni de feshetmişti. Ardından 22 Temmuz 1920’de memleketin seçkin insanlarından oluşan bir Saltanat Şurâsı toplamıştı; ancak Sevr’in lehine bir karar çıkacağını anlayınca, bu Şurâyı, bir iradeyle dağıtmıştır.

Sultan Vahdeddin’in Mabeyn Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi, Saltanat Şurâsı’nı terk eden padişahın o esnadaki halini şöyle tasvir eder:

“Müşarünileyh (Sultan Vahdeddin), meclisten çıkarak Abdülmecid Efendi de koltuğuna girerek, orta kattaki daire-i hususiyyelerine avdet etmek üzere melul ve mahzun bir halde servis merdiveninden inerken iki gözünden yaş akıp ‘Karılar gibi ağlıyorum’ diyordu.”[8]

Murat Bardakçı, Sevr’in Halife Vahdeddin tarafından onaylanmadığını Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde “Hiç endişelenmeyin, Sevr’i biz zaten onaylamamıştık”[9] başlıklı yazısında:

“Milletlerarası bir anlaşmanın imzalanmış olması, bugün olduğu gibi, o zamanlarda da metnin yürürlüğe girmesi için kâfi değildi. Metin imzalanır ve devletler kendi kanunlarının öngördüğü şekilde onayladıktan sonra ‘teati ederler’, yani onay belgelerini karşılıklı olarak birbirlerine verirler ve anlaşma, ancak bundan sonra yürürlüğe girerdi. Sevr’in 433. maddesinde, ‘Onay belgelerinin Türkiye ve üç müttefik devlet tarafından en kısa süre içinde Paris’e gönderilip bir tutanak hazırlanmasından sonra yürürlüğe gireceği’ yazılıydı. Türkiye ise anlaşmayı onaylamadı, onay belgelerinin gönderilmesi ve teatisi diye bir şey söz konusu olmadı, dolayısıyla da Sevr, bizim açımızdan hiçbir şekilde resmiyet kazanmadı” diyerek bu hususu, gayet güzel bir şekilde izah etmiştir.

Birçok tarihçi, Sultan Vahdeddin’in, bu anlaşmayı hiçbir zaman imzalamadığını açıkça teyid etmektedir. Sultan Vahdeddin, daha sonra yazdığı hatıralarında, “Sevr, kötülüğün baştan aşağı ta kendisiydi. (…) Mecburi ve geçici imza taktiğiyle biraz zaman kazanmaya çalıştım. (…) Eğer işler kötü gider ve oyalamayı başaramazsam, anlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmekte kararlıydım” diyecekti.[10]

Sultan Vahdeddin, Paris’te atılan imzanın gereğini yerine getirmeyeceğini hem o tarihlerde hem de sonradan hatıratında açıkça ortaya koyuyordu: “(…) O Sevr ki ilk defa elime aldığımda keskin bir acı ve korkulu bir ürperti hissettim… Sevr, bana göre ne bir antlaşma ne de bir paktı. Kötülüğün baştan aşağıya ta kendisiydi. Bu belge elime geldiğinde, mecburi ve geçici bir imza taktiğiyle (delegelerin imzasıyla) biraz zaman kazanmaya çalıştım. Eğer işler kötü gider ve bu oyalamayı başaramazsam antlaşmayı imzalamaktansa tahtan feragate kararlıydım.”[11]

Tarihçi Ayşe Hür ise, Sevr’in fiilen uygulanmasının mümkün olmadığını ve hiçbir zaman da yürürlüğe girmediğini şu sözlerle ifade ediyor:

“Antlaşmaya göre, Çatalca’ya kadar bütün Trakya, Ege adaları ve İzmir, Yunanistan’a; Suriye ve Çukurova, Fransa’ya; Irak ve Filistin, İngiltere’ye; Antalya ve havalisi İtalya’ya veriliyor; İstanbul ve Boğazlar, İngiltere ile müttefiklerinin işgali altına giriyor, Boğazlar’ın yönetim ve denetimi, milletlerarası bir komisyona devrediliyordu. Doğuda bağımsız bir Ermenistan, Güneydoğuda Kürdistan kurulması planlanıyordu.

Prof. Sina Akşin, “İç Savaş ve Sevr’de Ölüm” isimli eserinde de Sultan Vahdeddin’in Sevr’i hiçbir zaman onaylamadığını yazmıştır.[12]

Hükümetin antlaşmayı kabul etmemesi, Londra’yı kızdırdı. Padişah, bir yandan galip düşmana tahttan çekilme tehdidinde bulunurken, bir yandan da onları oyalama siyaseti takip ediyordu. Anadolu’dan muvaffakiyet haberleri geldikçe, sulh müzakerelerinde elinin daha da güçleneceğini umuyordu. Ancak İngiltere, ondan bir adım ileri giderek Anadolu hareketi ile anlaşıp saltanatı gözden çıkarmayı tercih etmiştir.

Ankara, artık kendisine ihtiyaç duymadığı saltanatı kaldırarak istiklalini ilan etti. Ardından da Lozan’a, sulh müzakereleri için bir heyet gönderdi. Hayatında yurt dışında bulunmamış, hiçbir diplomasi tecrübesi olmayan, üstelik kulağı işitmeyen, ancak sadakati ile temayüz etmiş İsmet İnönü, heyetin reisi idi. 1923 Temmuz’unda sulh antlaşması imzalandı. Meclis, gürültülü celselerin ardından antlaşmayı kabul etti.

Bazılarının “paçavra” diye lanetlediği Sevr ile bazılarının zaferi olan Lozan, aslında birbirine benzer iki anlaşmadır. Sadece toprak kaybı ve bazı askerî sınırlamalar cihetiyle farklılık gösterir.[13]

“Sevr’i, Vahdeddin imzaladı” demek, tarihi gerçeklere asla uymaz, iftira atılmış olur. Zaten gerek Meclis gerek Vahdeddin tarafından onaylanmadığı için Sevr yürürlüğe girmemiştir. Sevr ve dolayısıyla Vahdeddin ile ilgili yalan, yanlı ve iftiralarda bulunanlar, “devleti sattı” diyenlerin, Lozan’ı imzalamalarını zafer olarak nitelemeleri, kimin ülkeyi parçaladığını ve sattığını açıkça göstermektedir.

 

Lozan, Sevr’in Hafifletilmiş Halidir

 

Lozan’ı zafer olarak görenler ve gösterenler, bizleri de kendi yalanlarına inanmaya zorlamaktadırlar. Oysa Lozan’da, ülke açısından elde edilen bir zafer değil, tam anlamıyla bir hezimetti. Çünkü Lozan ile İngilizlerin istekleri doğrultusunda, Osmanlı İmparatorluğu’nu bir arada tutan -geleneksel de olsa- İslam, sadece toplumsal hayattan değil bireysel hayattan da uzaklaştırılarak vicdanlara hapsedilmiştir. Halbuki bu durum, Lozan’ın daha ağırlaştırılmış hali olan Sevr ile de dayatılmış, ancak kabul görmemişti. Dolayısıyla Lozan Antlaşması ne kadar zafer olarak değerlendirilirse değerlendirilsin, Sevr’in hafifletilmiş halinden başka bir şey değildir. Lozan’ın imzalanmasına gerekçe olarak ülkenin içinde bulunduğu zor şartlar ve Batılı devletlerin savaş tehdidi gösterilmektedir. Hâlbuki Sevr paçavrası dayatılırken ülkenin içinde bulunduğu durum, daha ağır şartlar ve tehditlerle karşı karşıya bulunmakta idi. Çünkü Sevr’i imzalamayan ilk heyetin yurda dönmesinden hemen sonra İngilizler, Yunan sopasını devreye sokarak bir taraftan Ege’den İzmir’e, diğer taraftan da Trakya’dan İstanbul’a yönelik saldırılarını yoğunlaştırmışlardı. Ayrıca Sevr’in imzalanması için de 24 saat süre vermişlerdi; Osmanlı, ya bu paçavrayı imzalayacaktı ya da İstanbul’un işgal edileceği tehlike ve tehdidi ile karşı karşıya kalacaktı. İşte böyle bir vasatta, zaman kazanmak için Vahdeddin, giden ikinci heyetten imzalamasını istemiş ama kendisi onaylamayacağını açık bir şekilde söylemiştir. Üstelik Sevr Sözleşmesi, Yunanistan hariç hiçbir ülkenin parlamentosunda onaylanıp da yürürlüğe girmiş değildir.[14]

“Sevr’i, Mustafa Kemal parçaladı” diyenler, “Benzeri şartlarla imzalanan Lozan’da niçin aynı tavrı göstermemiştir?” sorusuna cevap veremezler. Bu kesimler, hem Lozan’ı hem de 1936’da imzalanan Montrö Sözleşmesini zafer olarak değerlendirmektedirler. Bu, bir çelişki değil midir? Çünkü Lozan’da elde edilemeyen, Lozan’la Türkiye’yi, bir müstemleke ülke haline getiren bazı konular, Montrö ile yine bazı devletlerin lütfu ve menfaatleri doğrultusunda düzeltilme yoluna gidilmiştir. Peki, bunun neresi zaferdir? Çünkü Lozan ile boğazlar, tamamen emperyal devletlerin egemenliğine bırakılmış, Türkiye, boğazlar konusunda etkisiz ve yetkisiz hale getirilmiştir. Sadece boğazlar mı? Ya Musul, adalar, Batı Trakya, Suriye sınırı ve daha da önemlisi Misak-ı Milli’de namus ve şeref olarak değerlendirilen sınırların Lozan’la, dönemin küresel güçlerine altın tepsi içerisinde sunulmasının neresi zaferdir? Ulusal güçler, kanla, şehadetle kazanılan toprakların “haraç mezat” emperyal ülkelere peşkeş çekilmesinin karşılığında, yine bu emperyal işgalci güçlerin istekleri ve inisiyatifleri doğrultusunda bir devletçik kurmuşlardır. Bu, yetmez mi? Varsın olmasın Hatay, Musul gibi petrol bölgeleri ya da burnumuzun dibindeki adalar, stratejik önemi olan boğazlar ya da Trakya? Ne önemi var, Kemalistlerin öncülüğünde bir devlet kurulmuş ya? Bu yetmez mi? İşte gerçek zafer, budur!

Acaba dönemin emperyal işgalci devletleri, Sevr’le ne istemişlerdi? Sevr’de istenip verilmeyen ve Lozan’da imzalanan ve zafer olarak değerlendirilen anlaşma ile ne verilmiştir? Yukarıda da belirttiğimiz gibi Lozan,-Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin deyimiyle- Sevr’in hafifletilmiş şeklidir. Yani dönemin küresel güçleri, Osmanlı’ya Sevr ile ölümü göstermişler ama Lozan’da ise onu, sıtmaya razı etmişlerdir.

 

Sevr sözleşmesi ile ne istenmişti?

 

A- Boğazlarla (madde: 37-61) ilgili olarak:

1- Çanakkale ve İstanbul Boğazı, Marmara da dâhil olmak üzere, Boğazlardan geçiş, barışta ve savaşta, hangi devlete ait olursa olsun, her türlü harp ve ticaret gemilerine ve ticari veya askeri nitelikteki uçaklara açık olacaktır, (mad.37)[15]

2- Bu serbestinin temini için, Osmanlı, Boğazların kontrolünü geniş yetkileri olan bir Boğazlar Komisyonuna bırakacak, komisyonun bağımsız bir bayrağı ve bütçesi olacaktır. Komisyon üyeleri ise: Britanya, Fransa, İtalya ve Japonya’dır. Rusya, Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan da Milletler Cemiyetine üye olurlarsa Komisyona girebileceklerdir,

3- Komisyon Başkanlığı, iki yılda bir dört büyük devlet arasında değişecektir.

4- Fransa, Britanya ve İtalya; Türk Boğazları dolaylarındaki silahtan arınmış bölgede müştereken asker bulundurabileceklerdir.[16]

B- Sınırlarla (madde: 27-36) ilgili olarak:

Edirne ve Kırklareli dâhil olmak üzere Trakya’nın büyük bölümü Yunanistan’a; Ceyhan, Antep, Urfa, Mardin ve Cizre kent merkezleri Suriye’ye (Fransız Mandası); Musul vilayeti en kuzeydeki kazası İmadiye dâhil tamamen El Cezire’ye (Birleşik Krallık Mezopotamya Mandası, sonradan Irak) İstanbul Osmanlı Devleti’nin başkenti olarak kalacak,

C- Adalar: (Kıbrıs, mad.116; 12 ada mad.122) ilgili olarak:

Türkiye, Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından vazgeçer. (mad.116)

Türkiye, Ege Denizi’nde İtalya işgalinde bulunan 12 Ada ile ayrıca Caztellorizzo adası üzerindeki bütün haklarından İtalya lehine feragat eder. (mad.122)[17]

Türkiye, Ege adaları üzerinde hiçbir hak iddia etmeyecek.[18]

Yukarıda da belirttiğimiz gibi 433 maddeden oluşan bu Sevr Sözleşmesi, Vahdeddin tarafından onaylanmadığı için yürürlüğe girmemiştir. Sevr’de geçen maddeleri Osmanlı’ya kabul ettirmek için İngilizlerin, öteden beri sinsi planları vardı, bu planları gerçekleştirmek için her türlü çareye başvurmaktaydılar. Osmanlı, bu haliyle devam ettiği müddetçe böyle bir sözleşmenin kabul edilmesi mümkün değildi. Çünkü Osmanlı, tamamen parçalanıyordu ve yerine küçük küçük devletçiklerin kurulması hedeflenmekteydi. Bu nedenle saltanatın devre dışı bırakılması gerekiyordu. Ve çok uzun sürmeden, bu konuda ciddi adımlar atılarak 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmıştır. Osmanlı Meclis-i Mebusan’da kabul edildikten sonra Büyük Millet Meclisi’nde de kabul edilen Misak-ı Milli, Mustafa Kemal’in çabaları ile delinmiş ve Osmanlı’nın parçalanmasının ilk adımı atılmıştı.

 

Ali KAÇAR

[1] Ebû Hureyre’den (r.a) rivâyet edilen bir hadiste Peygamberimiz (s.a), şöyle buyuruyor: “Dinar’a ve dirheme kulluk yapanlara lanet edilmiştir” (İbn Mâce, Zühd: 8).

[2] Remzi Kitabevi tarafından yayınlanan bu üç cildin birinci cildi, 1884-1938; ikinci cildi, 1938-1950; üçüncü cildi ise 1950-1964 dönemini kapsayacak şekilde hazırlanmıştır.

[3] Mondros Mütarekesi’ni imzalayan, Mustafa Kemal’in bir zamanlar en samimi arkadaşı, başbakanlık da yapmış olan dönemin Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf Orbay’dır. 25 Maddeden oluşan bu mütareke, özellikle de 7 ve 24. Maddeleriyle Osmanlı’nın yıkım ve parçalanma fermanıydı. Ama nedense Kemalistler, bu mütarekeyi çok da gündeme getirmemektedirler. Maddeleri için bkz; https://antlasmalar.com/mondros-ateskes-antlasmasi/

[4] Mustafa Budak, İdealden Gerçeğe Misak-ı Milli’den Lozan’a Dış Politika, Küre Yayınları, 1. bsk. Nisan 2002, İstanbul, s. 200; https://www.dunyabulteni.net/tarihten-olaylar/sultan-vahdettin-sevri-onaylamaktansa-tahttan-cekilirim-h222469.html

[5] Murat Bardakçı, Sevr Andlaşması’nı Damad Ferid Paşa’nın imzaladığı şeklinde yaygın bir kanı mevcuttur ama andlaşmanın altında Ferid Paşa’nın imzası yoktur! Ferid Paşa, andlaşmanın imzalanması sırasında sadrazamdır, yani başbakan idi ama delege değildi; dolayısıyla andlaşmaya imza koymamıştı. Sevr’i, Türkiye adına imzalayanlar üç kişiydi: O zamanlar “Meclis-i Ayân âzası” yani “senatör” olan Hâdi Paşa ile şair Rıza Tevfik ve Türkiye’nin İsviçre’deki ortaelçisi Reşad Halis Beyler…

[6] Antlaşmanın yürürlüğe girmesi için önce Meclis-i Mebûsan’ın antlaşmayı görüşüp kabul etmesi, sonra da imzalamak üzere Vahdeddin’e göndermesi gerekiyordu. Fakat antlaşma imzalandığı tarihte Meclis-i Mebûsan kapalı (Mart 1920’de faaliyeti sonlandı ve Nisan 1920’de kapatıldı) olduğundan antlaşma, mecliste görüşülemedi ve padişahın önüne gelmedi.

[7] 1876 Kanun-i Esasi’nin 7. Maddesi: Vükelanın (bakanların) atanması ve azledilmesi, para bastırılması, hutbelerde adının söylenilmesi, yabancı devletlerle antlaşma imzalanması, savaş ve barış ilanı, şeriat hükümlerinin uygulanmasının gözetilmesi, yasalar gereğince verilmiş cezaların hafifletilmesi ya da affedilmesi, parlamentoyu toplamak ya da dağıtmak ve temsilci seçimi için gerekli hazırlıkları yapmak padişahın kutsal haklarındandı Bkz; https://www.anayasa.gen.tr/1876ke.htm

[8] https://belgelerlegercektarih.com/2012/07/17/padisah-vahdettin-sevri-imzaladi-yalani/

[9] Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 31 Ağustos 2003, https://www.hurriyet.com.tr/bagdat-in-l-neti-irak-in-hicbir-lideri-yataginda-can-veremedi-5702609

[10] Bardakçı, agm.

[11] https://www.dunyabulteni.net/tarihten-olaylar/sultan-vahdettin-sevri-onaylamaktansa-tahttan-cekilirim-h222469.html; https://www.hurriyet.com.tr/hic-endiselenmeyin-sevri-biz-zaten-onaylamamistik-168498; Murat Bardakçı, Şahbaba, Pan Yayıncılık, 5. Bsk. Şubat 1999, s.165

[12] Prof. Sina Akşin, Iç Savaş ve Sevr’de Ölüm, Türkiye Iş Bankası Yayınları, 2010, sayfa 220 ve devamından nakleden; https://belgelerlegercektarih.com/2012/07/17/padisah-vahdettin-sevri-imzaladi-yalani/

[13] Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, SEVR ANTLAŞMASI’NIN TATBİKİ MÜMKÜN MÜYDÜ? Bkz; https://www.ekrembugraekinci.com/article/?ID=672

[14] Baskın Oran (Editör), Türk Dış Politikası, c.1, (1919-1980), İletişim Yayınları, 2.bsk. 2001 İstanbul, s.137

[15] Doç. Dr. Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926) AÜ Siyasal Bilgiler Fak. Yayınları, 1978, Ankara s.75

[16] https://www.akasyam.com/index.php?page=article&id=3418

[17] Kürkçüoğlu, age. s.77

[18] https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/televizyon/sevr-anlasmasi-maddeleri-nelerdir-kimler-imzalamistir-40640032

Exit mobile version