Ali Kaçar Hocamızın Konuşmasının tam metnini aşağıda sunuyoruz.
Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi sizlerin ve dünyanın dört bir yanında, bu bayram günlerinde bile her türlü yokluk ve yoksulluğa rağmen ayakta kalma mücadelesi veren bütün Müslümanların ve mazlumların üzerine olsun İnşaallah!
Bu vesileyle Ramazan Bayramınızı tebrik ediyor, Müslümanların ümmet şuuru ile yeniden ayağa kalkarak, sorumluluk bilinciyle bugüne ve geleceğe müdahil olmasını Cenab-ı Hak’tan dua ve temenni ediyorum.
Malumunuz olduğu üzere bayramlar, neşe ve sevinç günleridir. İslâmî kardeşliğin, dayanışma ve huzurun perçinlendiği bu mübarek günler, Müslümanların huzur, mutluluk, dostlarla dayanışma ve daha da önemlisi gerçek dost olan Allah’a yakınlaşma günleridir.
Yine malumunuz olduğu üzere Bayramlar, Allah’a yapılan kulluğun bir neticesidir. Allah rızası için, bir ay boyunca oruç tutan, kendisini yemeden, içmeden ve diğer nefsanî duygulardan uzak tutan mü’minlere Allah’ın bir hediyesidir, bir lütfudur; Allah’ın bize verdiği İlahi bir ziyafettir. Bayramlar, aynı zamanda şükür, zikir, muhasebe, hatırlama ve derlenip toparlanma günleridir. Kısacası ömürden bir yılın daha geçip gittiğini, ahiret âlemine doğru bir adım daha yaklaşıldığını hatırlatan vesilelerden biridir.
Dolayısıyla bayramlar, dünyanın neresinde olursa olsun müminleri birbirlerine hatırlatır, aralarında yakınlaşma ve dayanışmayı sağlar, dostluk ve kardeşlik bağlarını güçlendirir. Her müminde, İslam ümmetine mensup olma fikrini ve aidiyet düşüncesini kuvvetlendirir, vahdet düşüncesini ve ümmet olma bilincini geliştirir. Ayrıca Mü’minler arasında kardeşlik sözleşmesinin yenilenmesini sağlar ve kardeşlik bilincini pekiştirir. Dil, ırk, renk, coğrafya ayrımı yapmadan, hatta coğrafi sınırlarını da aşarak müminleri aynı duygu seli içinde coşturur.
İşte bizler; bayramları, Peygamber Efendimize (as) layık ümmet olmak bilinciyle idrak edersek, bu bayramlar; bizi, bize yakınlaştırır, kardeşlik şuurumuzu geliştirir ve bayramları, gerçek bayram gibi kutlamaya yöneltir. Böyle bayramlara ne kadar da çok ihtiyacımız var… Müslüman olan bir beyazın siyahı, Müslüman olan bir Kürt’ün Türk’ü ya da Türk’ün Kürt’ü, Arap’ı, Laz’ı veya diğer ırklardakilerini kardeş olarak kucakladığı bir cemaate/ümmete ne kadar da ihtiyacımız var. Umut ve temenni ederiz ki, bu bayramlar, böyle bir oluşum ve bilince zemin hazırlar İnşallah!
Bayramlar, bizi Allah’a yakın yapmalı, dost yapmalı! O’na inanmak, O’na gerçek kul olmak, insanı en yüce, en yüksek makamlara ulaştırır, onu korkusuz kılar. Bu nedenle, bayramlar, Allah’a yaklaşmamız için, dualarımızın kabulü için, içinde yaşadığımız zillet ortamından kurtulabilmemiz için, bir vesile, bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Hz. Peygamber (as) bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Kim, sevabını Allah’tan ümit ederek Ramazan ve Kurban Bayramının gecelerini ibadetle ihya ederse, kalplerin öldüğü gün, onun kalbi ölmeyecektir.” (İbn Mâce, Sıyâm 68)
Önceki senelerde, neredeyse her Ramazan ayında emperyal ve Siyonist katiller, İslam coğrafyasında katliam gerçekleştirmekte idi. Bu Ramazan, eli kanlı katiller de dahil olmak üzere bütünüyle insanlık korku ve panik içerisinde çaresizce evlerinde ölümü beklemenin acısını tatmaktadırlar. En azından bu Ramazan ayında hiçbir yerde -bazı olaylar hariç- içimizi acıtacak, yüreğimizi yakacak tarzda bir katliam ve işgal gerçekleşmemiştir. Çünkü virüs, her ülkeyi kuşatmış, ülkelere giriş ve çıkışlar yasaklanmış, birçok ülke, bırakınız yurt dışındaki vatandaşlarını, yurt içindeki vatandaşlarını bile koruyamaz halde ve insanlar, umutsuz bir şekilde ölümün pençesinde kıvranmaktadır.-
Birçok ülkede gencinden yaşlısına, fakirinden zenginine kadar binlerce insan ölmüş, huzur evlerinde kalanlar ise ölüme terk edilmiş ve ölenlere mezar yeri bulunamaz hale gelinmiştir. Ülkeleri işgal etmek için her sene milyarlarca dolara son teknolojik silahlar üretenler, uzayda hakimiyet kurmaya çalışan ülkeler; kendi insanları için maske üretemez, en temel ihtiyaçlarını bile karşılayacak imkanlardan yoksun oldukları görülmüştür. Küçücük bir virüsün karşısında acze düşen bu ülkelerin, ne kadar güçsüz oldukları bu vesileyle görülmüş olması, mazlum ülke halkları için elegeçmez bir fırsat oluşturacaktır. Bunu, ümid ve temenni ediyoruz.
Rabbimiz, var olan bütün canlıların -bitkiler dahil- yaşayabilmeleri ve hayatlarını devam ettirebilmeleri için kâinatı bir ölçü/mizan üzere yaratmıştır (Furkān 25/2; Kamer 54/49). Allah’ın bu yaratmasında bir düzensizlik de yoktur; kozmik sistemde bir boşluk, bir düzensizlik bulmak da mümkün değildir (el-Mülk 67/3). Bu, Sünnetullahtır. Sünnetullah’ta ise bir değişiklik olmaz (Ahzab, 33/62, Fetih 48/23, Fatır, 34/43). Bu durum, Kıyamet gerçekleşinceye kadar da böyle devam edecektir. İnsanoğlu, Yaratıcı tarafından konulan bu kurallara uygun olarak kâinattan ve içindekilerden istifade etmesi gerekirken, konulan bu kurallara müdahale etmeye kalkışmaktadır. Oysa insanoğlu, yaratıcı ve gerçek malik değildir; gerçek ve tek yaratıcı ve malik, sadece ve sadece Yüce Allah’tır. İnsanoğlunun, kâinatta, Allah’ın koyduğu hukuka/kurallara müdahalesi ise, dengeleri bozmaktadır.
Rabbamiz “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden kara(lar)da ve deniz(ler)de fesat çıktı; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.” (Rum, 30/41) buyurmaktadır.
Bugün, dünya olarak yaşadığımız problemlerin temelinde, kendi ellerimizle işlediğimiz bu fesad yatmaktadır. Bitkilerin ve hayvanların genleri ile oynamaktan tutun, mevsimlerin, dolayısıyla da iklimin değişmesine kadar olan her şey, insanoğlunun bu had ve hukuk bilmezliğinden kaynaklanmaktadır.
İşte Bu hukuk bilmezliğin sonucunda sadece ekolojik denge değil, aynı zamanda insanın dengesi de bozulmaktadır. Allah’ın helal kıldığı şeyler haram, haram kıldığı şeyler ise helal kılınır hale gelmiştir. Böylece Allah’ın yasakladığı her türlü münker ve fuhşiyat, yöneticiler eliyle yasal hale getirilmiştir. Bu çerçevede özellikle de İstanbul Sözleşmesi’yle fıtrata müdahale edilmiş ve toplumun en temel birimi olan aile yok edilmiştir. Geçmiş kavimlerin helak olmasına neden olan olaylar, bugün sınır tanımaz bir şekilde pervasızca ve ölçüsüzce işlenmektedir. Rabbimiz, geçmiş kavimleri sebepsiz helak etmediği gibi, günümüzdeki toplumlara musallat olmuş salgın hastalıkları da sebepsiz olarak yaratmamıştır. Helak edilen geçmiş kavimlerin, bu helak ediliş nedenleri Kur’an-ı Kerim’de şöyle belirtilmektedir:
Bu kavimlerin, “günahları sebebiyle” (En’am, 6/6), “haksızlık ve kötülük yoluna saptıklarından” (Yunus, 10/13), “haddi aştıklarından” (Enbiya, 21/9), “bolluk içinde azmış olduklarından” (Kasas, 28/58), “zulümde ısrar ettiklerinden” (Kasas, 28/58; Kehf, 18/59), “zorba olduklarından” (Zuhruf, 43/8), “iman etmediklerinden” (Enbiya, 21/6) dolayı helak edildikleri belirtilmektedir. Geçmiş kavimlerin helak olmasına neden olan bu özelliklerin hepsi, hatta daha fazlası bugünkü toplumlarda vardır. Peki, bugünkü toplumlar niçin helak edilmiyor? Eğer Hz. Muhammed (as)’dan sonra yeni bir peygamber gelecek olsa idi, herhalde bugünkü toplumlar da çoktan helak edilmiş olurdu. Çünkü bu kadar azgınlaşan, Allah ile rekabete giren, ilahlık taslayan, ekin ve nesli yok eden bir toplumun; Medyen, Semud ve Ad kavimlerinden hiçbir farkı yoktur.
Bugünkü toplumlar için İlahi kanun, toptan helak etme yerine bazen bölgesel bazen de şimdi olduğu gibi genel anlamda salgın hastalıklarla terbiye edilmeye çalışılması şeklinde olmaktadır. Rabbimiz, bu tür musibetlerle, günümüz toplumlarını; yaptıkları yanlışlardan, zulümlerden, haksızlıklardan, ahlaksızlıklardan, Allah’ın kullarını kendilerine kul etmekten, Allah’a karşı isyanlarından, şirk koşmalarından, tuğyanlarından vazgeçmeleri için uyarmaktadır. Bugün başımıza musallat olan ve herkesi evlerine hapseden virüs, toptan helak olmamız için değil, aklımızı başımıza alıp fıtrata olan müdahaleden vazgeçmemiz içindir. Çünkü Allah, “halkı iyilik peşinde olan ülkeleri haksız yere helâk edecek değildir” (Hud, 11/117) buyurmaktadır.
Başımıza gelen bu musibetlerden dolayı bizden beklenen ise, sabretmektir. Gerekli tedbirleri aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmek ve bu musibetten ciddi dersler çıkarmaktır. Biz biliyoruz ki bu musibet, kendiliğinden, Allah’a rağmen ortaya çıkmış değildir. Çünkü Allah’ın izni olmadan bir yaprağın dahi kımıldamayacağını (En’am, 6/59) biliyoruz. Dolayısıyla bu koronavirüs de Allah’ın ayetlerinden bir ayettir, kendi gücünü ve konumunu unutan ve ilahlık taslayan ya da kulluk görevini gereği gibi yerine getirmeyenlere yönelik ikaz amaçlıdır. Zaten bu musibetin nedeni, bizim fıtrata aykırı olarak yapıp ettiklerimizdir. Rabbimiz, bir ayetinde “Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır.” (Şura, 42/30) Yoksa haşa Allah, kullarına zulmedici değildir. (Al’i İmran, 3/182; Enfal, 8/51; Yunus, 10/44) Musibetlere karşı yapılacak tek şey ise sabretmek ve Allah’a dayanmaktır. Çünkü biliyoruz ki, Rabbimizin yazdığından başkası da bize isabet etmeyecektir. (Tevbe, 9/51)
Kısacası bu musibetler dolayısıyla insan/beşer olarak kendi konumumuzun, gücümüzün farkına varmamız istenmektedir. Bunun için de çeşitli şeylerle deneniyoruz, imtihan ediliyoruz. İşte bu virüs de bizim için bir imtihan vesilesidir. Dolayısıyla bu imtihan sürecinde can kayıplarımız, mal kayıplarımız olacaktır. Buna da isyan etmememiz ve sabretmemiz isteniyor. Zaten her doğum Allah’ın izniyle olduğu gibi her ölüm de ancak O’nun izniyle gerçekleşmektedir. (Enbiya, 21/34; Mü’minun, 23/15; A’li İmran, 3/145) Tıbbın, teknolojinin bu kadar gelişmiş olmasına ve ölümsüzlüğe çareler araştırılmasına rağmen, ecel gelince de bunu ertelemeye ya da öne almaya hiç kimsenin gücü yetmeyecektir. (A’raf, 7/34; Nahl, 16/61)
İşte Rabbimiz, musibetlerle bizleri deniyor; isyan mı edeceğiz yoksa sabredip teslim mi olacağız? Mü’minlerin temel özelliklerinden birisi de kendilerine bir musibet isabet ettiğinde, ‘Biz Allah’a ait (kullar)ız ve şüphesiz O’na dönücüleriz’ demektir. (Bakara, 2/256) Ayrıca her musibetin de bizim için şer olacağı anlamına gelmiyor. Tam tersine bazen musibetler hakkımızda hayırlı da olabiliyor. (Bakara, 2/216) Ümid ve temennimiz; bu virüsün, hakkımızda hayırlı neticelere yol açmasıdır.
“Allah’ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından gafil sanma.” (İbrahim, 14/42)
Ülke içinde ve dışında Allah’ın ayetleriyle alay eden, ilahlık taslayan, kendilerine olağanüstü güç vehmeden zalimler tarafından, masum ve mazlumların, kimilerinin, füzelerle, yeni icad edilmiş ölüm kusan silahlarla, kimilerinin de darağaçlarında ya da mahkeme salonlarında katledilmelerinden Yüce Allah, gafil miydi?
Bu yapılıp edilenlerin, bunları seyredenlerin cezasız bırakılacağı mı düşünülüyordu?
Rabbim; Filistin’de, Trump ile Netanyahu’nun yaptıklarını görmüyor mu?
Mahkeme salonunda Mursi’yi ve bir kısım Müslümanı, zindanlarda işkencelerle katleden ya da darağacında sallandıran Sisi’den haberdar değil mi?
Arakan’da, Uygur’da, Hindistan’da, Keşmir’de ve diğer coğrafyalarda Müslümanlara yapılan zulümlerden Allah, gafil midir?
Başta Aylan Kürdi olmak üzere küçücük bedenleri sahile vurulan çocukların hesabının sorulmayacağı, bu yapılıp edilenlerden Allah’ın gafil olduğu mu sanılıyordu?
“Allah’ı, sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından gafil sanma!”
Virüsün, bu yapılıp edilen zulüm ve katliamlardan dolayı Allah’ın bizi uyarmak için gönderdiği bir ayet olduğunu kim inkâr edebilir? İnkâr edenler insanlık tarihine; nice kavimlerin işledikleri günah, kötülük ve zulümlerinden dolayı nasıl helak edildiğine baksınlar?
Küresel işgalciler, mazlum ülkelere yönelik düzen kuruyorlardı ama o düzenleri başlarına geçirildi, küçücük bir virüsle!
Firavunluğun, Nemrudluğun, Karunluğun tarihte kaldığı zannediliyordu. Oysa bugün de firavunlaşan insanlar, yöneticiler vardı; babalarının çiftliğiymiş gibi dünyayı parselleyen, ‘şurayı sana verdim’, ‘burayı falana’ tarzında afra tafralarından geçilmeyenlerin, bu küçücük virüs dolayısıyla burunlarını bile dışarı çıkarabilecek mecal ve cesaretleri kalmamıştır.
Bayramlar, sevinç ve neşe günleridir, dedik. Ancak bugün, ne yazık ki bu sevinç ve neşe, boğazımızda düğümlenmekte, bu bayramın ruhuna uygun olarak neşelenememekte ve sevinememekteyiz. Çünkü İslam coğrafyasının çeşitli yerlerindeki Müslümanlar, gerek tabii afetler ve salgın hastalıklar nedeniyle, gerekse emperyal işgalci güçlerin işgal, istila ve talanları yüzünden katliama ve tecavüze uğramaktadır. Bizden olan, bizim bir parçamız olan bu insanlar; Yemen’de, Filistin’de, İdlib/Suriye’de, Keşmir’de, Hindistan’da, Arakan’da ve daha birçok yerde ve özellikle de zindanlarda, kamplarda ve çadırlarda Ramazan ayını olduğu gibi, Ramazan Bayramı’nı da buruk, kan ve gözyaşı içinde geçirmektedirler.
Bir bayram günü, Medine’de, açık alanda kadın-erkek, çocuklar topluca bayram namazı kılınıyor. Peygamber Efendimiz, ‘Herkes, en güzel elbiselerini giyip gelsin’ diyor. Bir kadın, ‘Benim yeni elbisem yok, gelemem’ diyor. Hz. Peygamber, ‘İki elbisesi olan biri bu kadına elbise versin, yoksa Medine’de bayram namazı kıldırmam’ diyor. Bir tek kişi mahzunsa, bir tek başı okşanmamış yetim varsa, hatırı sorulmamış bir kimsesiz varsa, zulme, katliama ve tecavüze uğramış bir mü’minin yardımına koşul(a)mamışsa, o bayramın tadı yakalanamamış demektir! Kimsesizliğin ortadan kalktığı, kederlerin ve sevinçlerin paylaşıldığı bir gün olmalıdır bayram günleri!
Bir Ramazan ayının daha sonuna geldik. Bugün, Bayram! Kardeşlerimizle kucaklaşma, mazlumlarla dayanışma, çocuklarımızla, ailemizle ve akrabamızla, sevinme ve ümmet bilincimizi çoğaltma zamanıdır… İstila, işgal altında katliama ve tecavüze uğrayan ve özellikle de çadır ve kamplarda yaşamak zorunda bırakılan mazlum ve masum Müslümanları hatırlama ve düşünme zamanıdır. Onların dertleriyle dertlenme, üzüntülerini ve sevinçlerini paylaşma zamanıdır.
Müslümanca yaşayacağımız ve Müslümanca bayram yapacağımız günlere ulaşmak ümidiyle, ‘bize katından bir yardımcı, bir veli gönder’ diye yalvaran mazlumların, mahrumların ve bütün Müslümanların bayramını, bu vesileyle ve bu bilinçle tebrik ediyor, hepinizi Allah’a emanet ediyorum.