Ölüm, ilahi bir kanundur ve bu kanun, her canlı için er ya da geç zamanı gelince mutlaka gerçekleşmektedir (7/34). ‘Halilullah’ (4/125) olan, ‘âlemlere rahmet olarak gönderilen’ (21/107), kısacası ismet/masumiyet sıfatına sahip her peygamberin öldüğü bir dünyada, elbette diğer canlıların ölmesi de normaldir. Çünkü her canlı için geçerli olan ve dünyada değişmeyen tek hakikat var, o da ölümdür. Bu, bilinmesine ve her gün çevrede birilerinin ölümü gerçekleşmesine rağmen yine de ölüm acıdır; ağızların tadını kaçıracak kadar üzücü ve hüzünlüdür. Bu nedenle ölümün, her zaman soğuk bir yüzü olmuştur. Onun için de hiç kimse ölümü kendisine yakıştırmamakta ve ölmemek için de çeşitli yollara başvurmaktadır. Ama buna rağmen vakti gelince ölüm meleğine teslim olmaktadır. Bu nedenledir ki herkes, her canlının, eceli gelince bir şekilde öleceğini bilir. Çünkü bilir ki Rabbimin takdiri/ilahi sünneti böyledir. İnsanlık tarihi, hiçbir kimsenin/hiçbir canlının ölümsüz olduğunu bize göstermemiştir. Nitekim bir ayette Rabbimiz, “Senden önce hiçbir beşerî ölümsüz kılmadık. Sen öleceksin de onlar ölümsüz mü olacak?” (21/34) diye buyurmaktadır. Devamındaki ayette ise Rabbimiz, Kur’an’da, her canlının er ya da geç bir gün mutlaka ölümü tadacağını bize bildirmektedir (21/35). Eğer ölümsüzlük olsaydı, bu, daha çok peygamberlere yakışırdı. Çünkü Allah tarafından insanlar arasından seçilen, korunan (5/67) ve günahları bağışlanan sadece peygamberlerdir (48/2).
Ölüm, doğmak ve yaşamak gibi doğal bir hadisedir. Bu nedenledir ki, bu ilahi kanunun her iki yönüyle tecellisine yani hem doğum hem de ölüm olayına hemen hemen her gün şahit olmaktayız. Ama bizler, ölümü kendimizden çok uzak gördüğümüz için ya hiç etkilenmemekteyiz ya da etkilensek bile çok kısa bir süre sonra hiçbir şey olmamışçasına gündelik meşgalelerimize kaldığımız yerden devam etmekteyiz. Oysa biz de kısa denilebilecek bir süre sonra öleceğiz. Çünkü ölümden kurtulmak, ölümsüz/ebedi olmak hiçbir canlı için mümkün değildir. Baki olan, ezel ve ebed olan sadece ve sadece Allah’tır; O’nun dışında her varlık ise yok olucudur (28/88). Eğer ölümsüzlük olsaydı, ‘Halilullah’ dediği (4/125) ya da ‘Âlemlere rahmet olarak gönderdiği’ (21/107) peygamberleri ölür müydü? Üstelik şeytan da Hz. Âdem’e (as) vesveseyi bu yönde yani ölümsüzlük (tekûnâ mine’l-ḣâlidîn) vesvesesini vermekteydi (7/20). Dolayısıyla hiçbir canlının, ‘sağlam kaleler/şatolar içinde de olsa’ (4/78) ölümden kaçması mümkün değildir. Çünkü er ya da geç ama mutlaka zamanı gelince ‘ölüm, onu mutlaka bulacaktır’ (62/8). Yani dünyaya gelen her canlı, er ya da geç, vakti gelince mutlaka ölecektir. Ölüm meleği/Meleku’l-Mevt (32/11) geldiği zaman, onu engellemek ya da vakti bir an/saniye, öne almak ya da geriye bırakmak da mümkün olmayacaktır. (16/61; 7/34)
ÖLÜM, BİZE ÇOK YAKINDIR
Ölüm, hepimize er ya da geç gelecektir. Bu bir hakikattir. O kadar ki ölüm, her gün güneşin doğumu, her yazın bir kışı, her gecenin bir gündüzü olmasından daha kesin ve gerçektir. Ve insanla ölüm arasında saniyeden kısa bir zaman süreci vardır. Her an, her yerde, her halde -hastayken, sağlıklıyken, evdeyken ya da cephede iken- yakalayabilir. Ölüm, insana o kadar yakın ki, Hz. Ebu Bekir’in (ra) deyimiyle ‘nefes verdi mi alamayacak kadar, aldı mı veremeyecek kadar yakındır.’ Ölümün, insana bu kadar yakın olmasına rağmen insanın, ne zaman öleceğini bil(e)memesi, tuhaf bir duygu değil mi? Demek ki Rabbimiz, ilahî takdirin böyle tecelli etmesini buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz (as): “İhtiyarlık gelmeden gençliğin, hastalık gelmeden sıhhatin, fakirlik gelmeden zenginliğin, meşguliyet gelmeden boş vaktin, ölüm gelmeden hayatın kıymetini bilin” (Müstedrek) buyurmuşlardır.
Enes b. Mâlik (ra), Resûlullah’tan (as) şöyle bir rivayette bulunmuştur: “Allah’a, O’nu görüyormuşçasına ibadet et. Sen, O’nu her ne kadar göremezsen de O, seni görmektedir. Mescide gireceğin zaman güzelce abdest al. Namazında ölümü hatırla. Çünkü kılarken ölümü hatırlayanın namazı güzel olur. Bir daha başka namaz kılamayacağını düşünen kimse gibi namaz kıl. Özür dilenecek her şeyden de uzak dur.”
Bu nedenle İslam, vaktin çok iyi değerlendirilmesini bizlere emretmektedir. Hatta dinimiz, değil vakti boşa geçirmeye, iki günün eşit olmasına dahi razı olmamaktadır. Nitekim hadis-i şerifte, “İki günü eşit olan aldanmıştır” buyrulmaktadır. Öyleyse bize yakışan, içinde bulunduğumuz anı/vakti ganimet bilip en güzel şekilde değerlendirmektir. “O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul.” (94/7-8) ayetleri de buna işaret etmektedir. Yani Müslüman, yaptığı işin bitişiyle birlikte yeni bir işe başlar, boş durmaz, zamanını değerlendirir. Şüphesiz ki burada söz konusu olan işler, Allah’ın rızasını gözeterek yapılan işlerdir.
Ölüm, insanın dünyadaki sevdiklerinden ya da sevdiklerinin kendisinden ayrılmasıdır. Bu durum, geride kalanlara acı verse de kısa bir süre sonra geri kalanların da aynı yere gidecek olması belki bir tesellidir. Nitekim bir rivayette, “Nasr suresi nazil olduğunda Rasulullah (as), ‘bu sene vefat edeceğim’ demiş, bunu duyan Hz. Fatıma (r. anha) ağlamaya başlamıştır. Rasulullah (as) da: ‘Ailemden bana ilk kavuşan sen olacaksın’ deyince Fatıma, bunun üzerine gülmüş ve teselli olmuştur.”
ÖLÜM, EN BÜYÜK NASİHATTİR
Ölüm, Hz. Peygamber’in (as) buyurduğu gibi “ağızlardaki lezzetleri kaçırır…” Tanıdık birilerinin ölümü, bizlerde bir acı, bir üzüntü meydana getirir. Bu, geçicidir, belirli bir süre sonra da unutulur. Aslında unutmak, Rabbimizin bize verdiği en güzel nimetlerdendir. Unutmak olmazsa, insan yaşayabilir mi? Unutulmaması gereken en önemli şey ise, ölümden ders çıkarmaktır. Yani ölüm, aslında bizlere, yaptıklarımızı ve gelecekte ne yapmamız gerektiğini hatırlatması, neyi yapmadığımızı ya da neyi yapmamız gerektiğini, hatalarımızı, yanlışlarımızı, gönül kırgınlıklarımızı, küskünlüklerimizi düşündürmesi açısından önemli bir uyarı olmalıdır. Çünkü ölümle birlikte bunların telafisi mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla her ölümden ders çıkarmamız, ibret almamız ve geriye kalan ömrümüzü de biraz sonra ölecekmişiz gibi yeniden tanzim etmemiz gerekmektedir. En büyük ders, en büyük nasihat olan ölümden, gerekli dersi almazsak vay halimize!
Halife Hz. Ömer, mührüne “(Kefa Bil Mevt Vaizan)/Sana vaiz olarak ölüm yeter ey Ömer!” yazdırmıştır. Hz. Ömer (ra), bununla yetinmemişti: “Emirü’l-mü’minin iken ücretle bir adam tutmuştu. ‘Her gün gel de bana ölümü hatırlat’ demişti. O adam da her gün gelir Hz. Ömer’i ikaz ederdi. Ona, ‘Ya Ömer, bak sen emirü’l-mü’minin’sin, bütün İslâm âleminin sorumlususun, hepsi senin emrin altındadırlar. Aman dikkat et, kendinden haberin olsun, kimseye zulmetme, adaletten ayrılma. Ve ölümü de unutma. Ölüm vardır ve önündedir. Ve sen de mutlaka öleceksin’ derdi. Bu hal, tâ Hz. Ömer’in (r.a.) sakalına beyaz tel düşünceye kadar devam etmişti. Sakalında beyaz kıl gören Hz. Ömer, kendini ikaza gelen adama, ‘Artık gelmene lüzum kalmadı. Bundan böyle gelip beni ikaz etmene lüzum yok. Çünkü bana her an ölümü hatırlatacak olan beyaz kıllar sakalımda belirdi. Şimdi kendime bir ayna alıp günde birkaç defa aynaya bakmak suretiyle kefen gibi beyaz olan tellere bakacak ve ölümü hatırlayacağım’ diyerek adamın vazifesine son vermişti.”
Çünkü ölüm, son değil, yeni bir hayatın başlangıcıdır. Dolayısıyla ölümle hiçbir şey bitmiyor, sona ermiyor, hiçbir şeyin de üzeri örtülmüyor ve gizlenmiyor. Rabbimiz tarafından zerre miskal hayırdan ya da şerden hesaba çekileceğimiz bildirilmektedir (99/7-8). Amel defterimiz açıldığı zaman yaptıklarımız, bir bir inkâr edemeyeceğimiz bir tarzda önümüze serilecektir. Çünkü o gün, ağızlar mühürlenecek ve dillerimiz, ellerimiz ve ayaklarımız dünyada yaptıklarımızı şahitlik edecektir (24/24; 36/65; 41/20). İşte o gün, amel defteri sağdan verilenlerden olursak ne mutlu bize (84/7-9)! Soldan verilenlerden (Allah korusun) olursak vay halimize (69/25 vd.)! “Yâ leytenî kuntu turâbâ(n)” (78/40; 6/27) dememizin de hiçbir faydası olmayacaktır. O gün pişmanlık/nedamet duymamak için bugün, henüz bize ölüm gelmeden önce Allah’ın razı olacağı salih amellerimizi çoğaltmalıyız. Çünkü bizler, ölümle birlikte sadece işlediğimiz (hasene/salih ya da seyyie) amellerle baş başa kalmış olacağız. Rabbim, bizleri ve bütün Müslümanları hasene/salih ameller işleyenlerden eylesin İnşaallah!
ÖLÜME HAZIRLANMALIYIZ
Ölüm, hak ve gerçek olduğuna ve bizler de er ya da geç öleceğimize göre, ölüm sonrası gerçek ve ebedi hayata hazır olmalıyız. Allah Resulü’ne (as), “Mü’minlerin hangisi daha akıllıdır” diye sorulunca; O, “Ölümü en çok hatırlayanlar ve ölüme en iyi hazırlık yapanlardır. İşte akıllılar, bunlardır” buyurmuştur. Hz. Peygamber Efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde ise ashabına, “Zevkleri yok eden ölümü çok anın.” (Tirmizî) diye telkinde bulunmuştur.
Ölümü hatırlamanın bir başka faydası da kalbin yumuşamasına sebep olmasıdır. Anlatıldığına göre, kalbinin katılığından şikâyet eden bir kadına, Hz. Aişe (r.anha) validemiz; “Ölümü çok an ki kalbin yumuşasın” buyurmuştur.
Hz. Ebu Bekir’in (ra) kendisine mezar kazıyıp hazırlayan bir adama; “Kendin için bir mezar hazırlama, kendini mezara hazırla” şeklinde buyurması, bizleri çokça düşündürmesi gerekmektedir. Ölüm gelmeden, o güne hazırlananlara ne mutlu!
İmam Gazali: “Ölümü hatırlamanın kalbe fayda sağlamasının en tesirli yolu, senden önce göçen akranlarını ve emsallerini çokça anman, onların ölümlerini ve yıkılıp toprak altına girdikleri durumlarını hatırlaman, makam ve mevkilerindeki güzel şekillerini gözünün önüne getirmenle olur. Sonra, toprağın, onların güzel suretlerini nasıl çürüttüğünü düşünmen, kabirlerinde azalarının nasıl birbirinden ayrıldığını hayaline getirmen, kadınlarını dul; çocuklarını nasıl yetim bıraktıklarını, mallarını terk ettiklerini görmen; onların mescidlerde ve meclislerdeki boş kalan yerlerine ibretle bakmanla olur.
Bir insan, ölen birinin bütün hayat safhalarını ve hallerini düşündüğünde, kalbinden onun nasıl öldüğünü düşünür; onun şeklini hayaline getirir; nasıl neşelendiğini, koşuşturmacalarını, hayat ve yaşam ümitlerini, ölümü hiç hatırına getirmediğini, dünyalık şeylere aldanışını, kuvvetine ve gençliğine güvenişini, gülüşmeye, oyun ve eğlenceye meyledişini, önünde duran ve çabucak kendisine yetişen ölümden ve felâketten nasıl habersiz olduğunu, hayatta iken hareket halinde olduğunu fakat şimdi ayaklarının ve mafsallarının çürüyüp yok olduğunu, konuşan dilinin kurtlar ve böcekler tarafından nasıl yenildiğini, gülen dişlerinin arasının nasıl topraklarla dolduğunu, belki ölümüne bir ay dahi kalmadığı halde, ihtiyacı olmamasına rağmen on yıl sonrasının derdine düşüp tedbirlerini aldığını, hiç ummadığı gafil bir anında ölümün pençesine yakalandığını, ölüm meleğinin kendisine gözüküp cennetlik mi, cehennemlik mi olduğunu haber verdiğini hatırına getirir.
İşte bu düşüncelere dalan kimse, nefsine bir bakar ve kendisinin de onun gibi olduğunu düşünür. Gafletinin onun gafleti, akıbetinin de onun akıbeti gibi olacağını anlar (ona göre çalışır ve maksadına ulaşır)” demektedir.
GÖZ YAŞARIR, KALP ÜZÜLÜR
Yakınlarımız, sevdiklerimiz ölünce elbette üzülürüz. Peygamber (as) de üzülürdü. Nitekim oğlu İbrahim vefat ettiği zaman üzülmüştü. Hicretin onuncu yılında, Peygamberimizin, Mariye’den doğan oğlu İbrahim vefat etmişti. Vefat ettiğinde on altı (bir rivayete göre ise on sekiz) aylıktı ve sütannesinin evinde kalıyordu. Çocuğun durumu kendisine haber verildiğinde hemen oraya giden Hz. Peygamber, can vermekte olan İbrahim’i kucağına almış, gözlerinden yaşlar boşalmaya başlamıştı ve: “Göz ağlar, kalp üzülür; biz yüce Rabbimizin razı olacağı sözden başkasını söylemeyiz. Vallahi ey İbrahim, biz senden ayrılmakla çok üzgünüz” buyurdu. Sonra da karşısındaki dağa: “Ey dağ! Eğer bendeki üzüntü sende olsaydı muhakkak yıkılıp gitmiştin! Fakat biz, Allah’ın bize emrettiğini söyleriz: (Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na dönücüleriz); (Rabbü’l-alemin olan Allah’a hamd ederiz) deriz” buyurmuştur.
Peygamberimiz İbrahim için ağladığı sırada Üsame b. Zeyd (ra) feryada başlayınca, Hz. Peygamber, onu uyarmış; Üsame, “Senin de ağladığını gördüm” deyince, Rasûl-i Ekrem: “Ağlamak, acımaktan ileri gelir. Feryat ve figan ise şeytandandır” buyurmuştur.
Son aylarda tanıdığımız, sevdiğimiz dostlarımız, kardeşlerimiz, kimisi korana virüsünden, kimileri de değişik hastalıklardan dolayı ama hepsi eceliyle vefat etmiştir, Ankara’da ve Ankara dışında! Bizlere düşen ise her bir ölümden gereğince ders almak ve Rabbimizden gelene ‘semi’nâ ve ata’nâ’ demektir (24/51). Bu, ‘kul’ oluşumuzun da bir gereğidir. Rabbim, bizleri bu uyarıya hakkıyla uyan ve gereğini yapanlardan eylesin İnşaallah.
29 Ocak’ta bize hem analık hem de babalık yapan vefakâr ve cefakâr anam da vefat etti. Uzun bir süreden beri sıkıntıları vardı ama bu sıkıntılarına rağmen kendi ihtiyaçlarını karşılayabiliyor ve namazını da kılabiliyordu. En son Aralık 2021’de yanındaydım. Ayrıldıktan kısa bir süre sonra ne zaman geleceğimi sordu, ben de “Belli değildir”, demiştim. Her gün telefonla kendisini arardım, en son olarak yoğun bakıma kaldırılmadan bir gün önce (Perşembe akşamı) konuşmuştum. Bu konuşmada, daha önceki konuşmalardan farklı değildi. Cuma günü akşamı yoğun bakıma yatırıldı, ben de ertesi gün (Cumartesi günü) G. Antep’e, yoğun bakımda yattığı hastaneye gittim. Yoğun bakımda 20 güne yakın kaldı. Gittikçe kötüleşmeye başladı ve adeta bir avuca sığar hale gelmişti. Doktorların tavsiyesi üzere -ki biz de istiyorduk- kardeşlerim hastaneden çıkarıp eve getirdiler. Ama artık vücut bitmiş, normal fonksiyonlarını yerine getiremez hale gelmişti. Eve çıktıktan sonra ara sıra da olsa çocuklarla/torunlarla konuşmuş hatta ben de telefon ettiğimde birkaç kelime de olsa konuşmuştum. Ondan sonra da konuşamadım.
“ALLAH’TAN GELDİK VE ALLAH’A DÖNÜCÜYÜZ”
Rabbim, anamın duasını kabul etti. Çünkü o, sürekli elden ayaktan düşmemesi, başkasına muhtaç olmaması için Rabbine dua ederdi. Yoğun bakımdan sonra çok yatmadı ve bakıma da muhtaç olmadı. Namazını, yoğun bakıma gidinceye kadar kılmaya çalıştı.
Rabbim, kıldığı namazları kabul etsin, çekmiş olduğu bütün sıkıntıları, hastalıkları ve acıları, günahlarına kefaret kılsın İnşaallah.
Anamın vefatı dolayısıyla kar/kış demeden çeşitli illerden gelerek, ayrıca telefon ederek ya da mesaj çekerek acılarımızı paylaşan bütün kardeşlere teşekkür ederim. Rabbim, kendilerinden razı olsun ve ibadetlerini kabul etsin İnşaallah.
“Sevinçler, paylaşıldıkça çoğalır; üzüntüler, paylaşıldıkça azalır” sözünün ne kadar doğru olduğunu bize gösteren, bu vesileyle acımızı paylaşan, bizleri teselli eden ve sabır tavsiye bütün kardeşlerden Allah razı olsun, kendilerine bol bol ecir versin İnşaallah. Taziyeye gelen, telefon eden ya da mesaj çeken bütün kardeşlerden haklarını helal etmelerini hassaten rica ediyorum.
Ayrıca Ankara’da vefat eden Şeref (Ünal) kardeşime ve babasına, Uğur Çolakoğlu kardeşin Balıkesir’de defnedilen babasına, Selim kardeşin vefat eden amcasına, Allah’tan rahmet, ailelerine sabır ve başsağlığı diliyorum. 06.02.2022
Ali KAÇAR