Gündem Son Sayımız Yazarlar

Nübüvvet Kervanı: Habil ile Kabil

“… Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur…”   (Maide 32)

deve_kervanı

 

 Kur’an-ı Kerim’de tek bir yerde müstakil olarak geçen ve isimlerinin zikredilmemesiyle birlikte, İslam âlimlerinin Habil ve Kabil olarak isimlerinde müttefik oldukları1 Âdemoğullarının kıssası, “Haksız yere adam öldürme” olayı ile Rabbimizin insanlara vermek istediği mesaj üzerinde önemle durulması, tefekkür edip, ibret alınması gereken çok önemli bir konudur.

Kur’an’da bahsi geçen kıssalar birer hikâye veya çocuklarımıza okuduğumuz masal değil, her yönü ile bizlere ve günlük hayattaki yaşamımıza hitap eden öğütlerdir. Yeter ki bizler onları sadece okuyup bilgilenmek için değil, hayatımıza aksettirmek için okuyalım. Unutmamalıyız ki Kur’an’da bahsi geçen bu kıssalar her devre hitap etmektedir. Şuan içinde yaşamış olduğumuz döneme de hitap eder, kıyamete kadar gelecek olan tüm devirlerde hitap edecektir.

İnsanlık tarihine şöyle bir baktığımızda, insanın insanla ve toplumun toplumla yapmış olduğu mücadele ve savaşlar, ne dillerinin farklı olmasından nede aynı ırk ve kabilelere mensup olmalarındandır. Yapılan bu savaş ve katliamların temelinde “Din farkı” olduğu görülmektedir. Yani asıl neden Tevhid ve Şirk’in bir mücadelesidir. Tevhid ve Şirk’in bu mücadelesi kıyamete kadar da hiç şüphesiz devam edecektir. Şunu bilmeliyiz ki Tevhid ve Şirk hiçbir zaman iç içe karışık bir halde bir araya gelmemiştir, eğer ki bir araya gelmiş ve birlikte iseler, ya Şirk bozulmuş Tevhid olmuştur veya Tevhid bozulup Şirk olmuştur. Aynı şekilde bir insanda, içerisinde hem Tevhidi hem de Şirki bir arada barındıramaz ve de hem Müslüman olup hemde İslam dışı bir hayatı yaşayamaz.

Tarih boyunca şirk sistemi, İslamı yani Tevhid’i yok edip ortadan kaldırabilmek için uğraşmış, mücadele etmiş, savaş ve katliamlarda bulunmuş, hatta amacına ulaşabilmek için islamı öğrenmiş ve ilim adamı gözükerek insanları kandırmış, doğru yoldan sapıtmak için uğraşarak “Belam”laşmıştır. Şimdi kendi kendimize şöyle bir düşünüp, tefekkür edelim: bizler Müslümanlar olarak, zalimlerin ve gayri müslimlerin Tevhid’i yok etmek için uğraştıkları kadar, islamı gerçekten anlamaya, yaşamaya ve insanlara tebliğ etmek için uğraşıyor muyuz? Rahat yataklarımızdan, makam ve mevkiinin verdiği gurur ve kibirden, zenginliğin getirdiği şatafattan feragat edip inandığımız dava uğrunda mücadele edebiliyor muyuz?

Rabbimizin Kur’an’da zikrettiği Âdem(as)’in iki oğlu olan Habil ve Kabil’in aralarında geçen bu olay, tam manası ile Tevhid ve Şirk’in mücadelesinin bir örneğidir. Burada Habil Tevhid’i temsil etmekte, Kabil ise Şirk’i temsil etmektedir.

Kur’an’ın bahsettiği Âdemoğullarının bu kıssası, insanları Tevhid’e yöneltmek ve hidayete yönelik mesajlarla, daha önce Tevrat ve İncil’deki zikredilen “Âdem’in çocukları” kıssasını güncelleyerek uydurulan ve bozulan bilgileri düzeltmek ve de Hz. Muhammed(sav)’inde kendinden önce gönderilen peygamberlerle aynı çizgide olduğu, Tevhid yolunda ortak oldukları, onunda vahyin elçisi olduğu, onunla gönderilen Kur’an’ında hak olduğu vurgulanarak Medine Yahudilerine hitaben Hz. İsmail’in soyundan gelen Muhammed(sav)’i kıskanarak onu ve bazı önde gelen sahabeleri öldürme planlarından dolayı ince ve anlamlı bir biçimde kınayarak uyarmaktadır.

Âdemoğulları kıssasının en önemli özelliği, belki de Kur’an’da zikredilmesinin sebebi, yeryüzünde işlenen ilk cinayet olması, haksız yere adam öldürme ve kardeş katlidir. Şeytanın ve de nefsin dürtüleriyle ortaya çıkan “Kıskançlık, Hased ve Kin” insanın yaratılışında var olan zaaflarıyla birlikte çok geçmeden ortaya çıkarak, Âdem(as)’in iki oğlu arasında insanlık tarihinin ilk suçu ve haksız yere adam öldürme ve kan dökme olarak ortaya çıkmıştır. Hased, kendisiyle Allaha isyan edilen ilk günahtır. Önce İblis’in Âdem’e olan Hased’i ile Allaha isyanı, ardından yeryüzünde Kabil’in, Habil’e olan Hased’i ile işlenen ilk adam öldürme suçu. Kur’an bu olayı şu şekilde ifade etmektedir:

“Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), «Andolsun seni öldüreceğim» demişti. Diğeri de «Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder» demişti. (Maide 27)

Kur’an-ı Kerim de Âdemoğulları kıssasında, kurban dolayısıyla aralarında ihtilaf çıktığı açıkça beyan edilmekle birlikte, kurban sunulmasına vesile olan sebep açıklanmamaktadır. Ve de bu kıssada en önemli unsurlardan biri olan Allah’a ibadette yani kullukta “Takva” vurgulanırken, maalesef birçok müfessir ve peygamberler tarihini kaleme alan ilim adamları, kimseye bir faydası olmayacak, hiçbir fayda getirmeyecek olan gaybi konularda fikir yürütmektedirler. Bu yüzden, bu kıssaya israiliyat ve mitolojik rivayetlerle süslemiş ve uydurma bilgilerle kıssanın Tevhid’i yönü ve asıl mesaj bulandırılarak karartılmıştır. Bu noktada Kur’an’da belirtilmeyen, gaybi bilgiler olan şu 3 hususta insanlar kafa yormuş ve asıl önemli olan husus o bilgilermiş gibi öncelik verilmiş ve dolayısıyla tabanı olmayan bilgilerle, israiliyat kaynaklarından kitaplarına doldurmuşlardır.

1. Allah niçin Kurban istemiştir?

2. Habil ve Kabil kurban olarak ne sunmuşlardır?

3. Kurban’ın kabul edilip edilmemesi nasıl belli olmuştur?

Kur’an bu üç sorunun da cevabını vermemesine ve de asıl verilen mesajın bu sorular ile alakasının olmamasına rağmen, sözde âlimlerimiz bu sorulara kafa yormuş ve çoğu Tevrat ve İncil kaynaklarından edinilen bilgilerle kitaplar doldurularak bilgi kirliliği oluşturulmuş ve Rabbimizin vermiş olduğu asıl mesaj, öğüt ve ibret’in üstü örtülmüştür. Merhum Seyyid Kutup, İslam kaynaklarında gördüğü bu olgu hakkında şunları dile getirmiştir: “…Nakledilen tüm rivayetler, kitap ehlinden alınmış şüpheli rivayetlerdir.”

Kurban, Allaha yaklaşmak için kesilen kurbanlık hayvana denirse de, asıl manası itibariyle “Allah’a yaklaşmak için sunulan herhangi bir şey” anlamına gelmektedir. Âdemoğullarının bu kıssasında en can alıcı ve üzerinde kafa yorulup düşünülecek, tefekkür edip ibret alınacak olayın can damarı şurasıdır: “Allah ancak Takva sahiplerinden kabul eder.” Bu ifade ile Rabbimiz tarih boyunca ve kıyamete kadar yeryüzünde yaşam sürecek tüm vahiy muhataplarının dikkat etmesi gerekli olan ilkeyi vurgulamaktadır. Takvanın yalnızca bu kurban olayında değil, tüm kullukta yerine getirilmesi gereken bir husus olduğu Âdem(as) ve yaratılış kıssasında da zikredilmiştir. Yine Hucurat suresinin 13. ayetinde “…Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, takvaca en üstün olanınızdır.” buyurulmuştur.

Rabbimiz yine Hac Suresi 37. ayetinde “Onların ne etleri nede kanları Allaha ulaşır; fakat ona sadece sizin takvanız ulaşır…” buyurmaktadır.

Şunu da hatırlatmak isterim ki, Âdemoğullarının kıssasındaki kurban sunumunu daha iyi anlaya bilmek için Rabbimizin İsrail oğullarına emrettiği kurban kısmını anlatan Bakara suresindeki kıssayı okuyup ilişkilendirmek yerinde olacaktır. Allaha sunulan bir kurban eldeki en değerli vasfa sahip olmalıdır ki kabul olunsun. Buradan şu sonuç çıkarılabilir; kurbanı kabul edilmeyen Kabil, Allah’a sunduğu kurbanında gerekli özen ve itinayı göstermemiş veya isteksizce ve lakayt olarak yerine getirdiği dolayısıyla kabul olunmadığı anlaşılmaktadır. Bu bağlamda şunu unutmamamız gerekmektedir; herhangi bir hayır işlerken, bir anlamda rabbimize kurban sunmaktayız, dolayısıyla yapabildiğimizin en iyisi ve en güzeli ile yapmalıyız. Hoşlanmadığımız, kötü, yırtık, eski, çirkin, değersiz, artık kullanmak istemediğimiz eşyalardan infak etmemeli, tam aksine sevdiğimiz, hoşumuza giden, gönlümüze ferahlık veren, güzel, temiz, yeni ve değerli eşyalardan infak ederek Rabbimize kurbanlar sunmalıyız ki kabul olunsun.

Kabil, kurbanının kabul edilmediğini anlayınca çok sinirlenmiş, şeytanın vesvesesi ile nefsinin Haset ve Kin duyguları kabarmış, bunun üzerine kardeşine içindeki kin ve nefret duygularını dile getirerek “And olsun seni öldüreceğim” demiştir. Bunun aksine kardeşi Habil ona karşı gayet yumuşak, halim bir şekilde davranarak, onda oluşan kin ve nefreti bertaraf etmek için yumuşak bir tavırla kurbanının kabul edilmemesinin sebebini başkasında aramak yerine, kedisinde aramasını ve Allah’ın ancak takva sahiplerinden kabul edeceğini hatırlatmış ve de kurbanım kabul edilmedi diye benimle uğraşacağına, takva sahibi olmaya gayret et diyerek, kendisine öğüt ve nasihatte bulunmuş, ardından da şöyle demiştir:

“And olsun ki sen beni öldürmek için bana el uzatacak olursan, ben seni öldürmek için sana el uzatacak değilim. Çünkü ben Âlemlerin Rabbi olan Allahtan korkarım.” (Maide 28)

Bu sözün anlamı şudur: Beni öldürmek için kötü niyet besleyebilirsin, beni öldürme planları yapabilirsin, fakat ben senin gibi kötü niyet besleyerek, seni öldürme planına girişmem. Yalnız sen beni fiilen öldürme girişiminde bulunursan, ben de elim kolum bağlı, sessiz sedasız bir köşede oturup, hiç direnmeden, gel beni öldür diyerek karşında da duracak değilim anlamındadır. Yani herhangi bir kişi veya toplum, kötülük ve zulme uğradığı zaman, zalime karşı hiçbir karşılık vermeden öldürmeyi beklemesi fazilet değildir. Fazilet, Habil’in yaptığı gibi saldıran değil, saldırıya maruz kaldığında, kendini müdafaa etmektir. Müslüman şahıs kimseye kötülük ve zulmetmez, katliamlar yapmaz, haksız yere değil insan öldürme, hiçbir canlıya zarar vermez, fakat zulme uğrar veya herhangi bir yerde bir Müslüman birey veya toplum haksızlık ve zulme maruz kalırsa, o zaman Rabbinin Cihat emri gereğince zulüm ve fitne yok oluncaya kadar elinden gelen bütün imkânları seferber ederek mücadele eder.

Habil’in bütün uyarılarına ve zalimlerin sonunun ne olacağını hatırlatıp öğüt vermesine rağmen, Kabil’i bu emelinden vazgeçirememiş ve nefsi ona kardeşini öldürmeyi hoş göstermiş ve kardeşini öldürerek, bir dost ve yardımcısından olmuştur.

Bildiğimiz gibi Şeytan, cennetten kovulmanın sorumlusunun insan olduğunu düşündüğü için, insanları saptırmak, doğru yolda giden kulları yoldan çıkarmak için kıyamete kadar Rabbimizden izin istemişti.2 İşte bu görevini yerine getirmek için, Kabil’in sağından, solundan, önünden, arkasından giderek çeşitli vesveselerle kandırmış ve bu uğraşı sonucu Kabil’i elde etmeyi başararak, ona kardeşini öldürtmeyi hoş göstermiş ve nihayet amacına ulaşmıştır.

Bu iki kardeşin kişiliğinde Melek ve Şeytan kutuplaşması, insanın ruh ve çamur yönü göze çarpmaktadır. Azgınlığından Âdem(as)’i sorumlu tutan Şeytan gibi, kurbanı kabul edilmeyen Kabil, kendi cimriliği ve azgınlığından Habil’i mesul tutarak şeytani duygularını ve çamur yönünü ortaya koymuştur. Buna mukabil Habil ise Rabbine tam bir teslimiyet göstererek takvasını ve insanın ruh tarafını ortaya koymuştur.

“Nihayet nefsi onu kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de zarara uğrayanlardan oldu. Sonra Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş) «Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim» dedi ve ettiğine yananlardan oldu.” (Maide 30-31)

Kabil, öldürdüğü kardeşine ne yapacağını bilmez bir halde şaşkın şaşkın dolanırken, Allah kardeşinin cesedine ne yapacağını göstermek üzere bir karga gönderdi ve Kabil, bir cesedi saklama konusunda, karganın bile kendisinden daha donanımlı olduğunu gördükten sonra kötü bir iş yaptığını anlamış ve acziyetinin farkına varmıştı. Fakat Kabil’in bu şaşkınlık ve acziyeti, pişmanlıktan öte giderek tevbeye dönüşmemiştir. Zira tevbeye dönüşmüş olsa idi, babası Âdem(as) gibi Rabbine tevbe ve istiğfarda bulunurdu. Kabil’in pişmanlığı, yaptığı bu işin sonucuna katlanmaktan ve mecburi bir şekilde katlandığı eziyet ve yorgunluktan idi. Kabil karganın yol göstericiliğiyle kardeşini toprağa gömmüş, böylece yeryüzünde ilk ölen insanın cesedi toprağa konarak kıyamete kadar devam edecek süreçte insan cesedinin ne yapılması gerektiği, insana öğretilmiştir.

İlk haksız yere adam öldürüp katil olan kabil gibi, yeryüzünde haksız yere işlenen cinayetlerde, katillerin pişmanlık duymaları “Vicdan Azabı” çekmeleri, psikolojik bunalımlara girmeleri olağan bir olgudur. Çünkü katil işlediği cinayetin hesabını ahirette vereceği gibi, birde daha bu dünyada iken Rabbimizin bir hikmeti olarak, vicdan azabı ile başlayan bir süreçle cezalarını çekmektedirler. Öyle ki çoğu sefer katiller, vicdan azabı nedeniyle, kaçıp, gizledikleri suçlarını, itiraf ederek cezalarını çekmek üzere kendi istekleriyle adliye saraylarına veya gerekli mercilere giderek itiraf ettikleri görülmektedir.

Kabil’in, ilk haksız yere adam öldürme suçunun cezası, Hz. Peygamber(sav)’in dilinden de şöyle ifade edilmiştir.

“Zulmen öldürülen her insanın kanının günahında Âdem(as)’in ilk oğluna bir pay mutlaka ayrılır. Çünkü adam öldürmeyi ilk adet haline getiren odur.”3

Son olarak Habil ve Kabil kıssasını okurken, kardeşler arasında oluşan Haset ve kıskançlık ve öldürme kastının anlatıldığı Yusuf(as)’un kıssasını da ilişkilendirerek, okuyup idrak etmeli ve tefekkür etmeliyiz.

Unutmamak gerekir ki insan nefsinin ve şeytanın vesvesesine rağbet eder, inandığı gibi yaşamaz da yaşadığı gibi inanmaya başlarsa nefsi onu ele geçirmiş demektir. Ve artık kişi nefsinin ve şeytanın kulu olmuş demektir.4
“Allah’ım, yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve sapmışların yoluna değil.”

(Âmin)

…Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun…

 

 

Dipnotlar

1. İslam kaynaklarında, Hz. Âdem(as)’in iki oğlunun isimleri Tevrat’taki Hevel’in ismi “Habil”, Kayin’in ismi “Kabil” olarak yer almıştır. İbn. Kesir bunu şöyle ifade etmiştir: “Cumhurun kavline göre bunlar; Habil ve Kabildir.”

2. Araf Suresi 14-15. Ayetler

3. Sahih-i Buhari

4. Yasin Suresi 60. ayet

 

Exit mobile version