Arşiv Genel Yazarlar

Kur’an’la Terbiye Olmayı ve Eğitilmeyi İsteyenlere

Muhammed Şedid ismiyle, lise yıllarımda Birleşik Yayıncılıktan çıkan “Resulullah’ın Davet ve Cihadı” kitabı vesilesiyle tanışmıştım. Efendimizin (sav) hayatını Mekke ve Medine dönemlerine ayırarak insanları İslam’a davetini, yine bu yolda verdiği cihadı ele alıyordu kitap. Çok sevdiğim için o günden bugüne etrafıma tavsiye ettiğim, münasip olanların okumalarına vesile olmaya çalıştığım bir kitap. Yazarın, Risale Yayınları tarafından bizlere ulaşan “Kur’an Metodu” kitabı, bir başka güzel; üzerinde durulması, paylaşılması, okuyucusunun aldığı lezzeti yalnızca kendinde saklı tutmaması gereken bir başka eser.

Muhammed Şedid; Allah resulünün (sav) hem Mekke’de hem Medine’de başarılar serdetmesini, yüce İslam’ın büyük bir hızla yayılıp kıtalara ulaşmasını, insanların ayrılıklardan birlik ve beraberliği, zayıf ve güçsüzlükten kuvveti, bilgisizlik ve cehaletten ilmi, bedevilik ve vahşilikten medeniyeti, yalın ayaklı ve başıboş insanlardan insanlığın en hayırlılarını, en güzel ümmetini ortaya çıkarmasını tamamen kerim kitabımız Kur’an’a ve onun eşsiz davet-tebliğ metoduna bağlamıştır. İnancımızın mesajının hakikatini anlamanın, onun davet ve tebliğ metotlarının benzersiz ölçülerini bilmekle mümkün olacağını söylüyor. Bunları okuyup da üzerinde düşününce, şehit Seyyid Kutub’un “ipe götürücü” nitelik taşıyan meşhur eseri Yoldaki İşaretler’deki ifadeleri hemen hatırımıza hücum ediyor: “Bu dinin bağlıları iyi bilmelidirler ki bu din, aslında nasıl ‘rabbani’ bir din ise onun hareket metodu da tamamen ‘rabbani’ ve esas tabiatına uygundur. Ve şurası bir gerçektir ki bu dinin hakikatini, hareket metodundan ayırmak mümkün değildir.” Belki Muhammed Şedid de şehit Kutub’dan mülhem yazmıştır o cümlelerini, kim bilir!

“İslam, mükemmel bir sistemin ilahi mesajıdır.”

Şedid’e göre bir davet, bir tebliğ hangi fikirlerle yapılacaksa o çerçevede ölçüler tayin edilir. Davet ve tebliğ, ahlakın içerdiği anlamlarla, değer ölçülerinin icaplarıyla ve müminleri yüceltecek şeylerle yapılır. Davetçide ve onun davet edeceği olguda, düşüncede, inançta bulunması gereken vasıflar, muhataplarında hangi ölçülerle karşılık bulacaksa ona göre şekillenir. Yani deyim yerindeyse “nabza göre şerbet” verilmeli. İşte bu nokta, Şedid için İslam’ın büyüklüğünün bir sırrıdır. O büyük sırrın anlamgâhı olan hayat tarzımız İslam; şeri mesaj, ciddi bir terbiye mesajı, cihat mesajı oluşmadan önce derin bir ahlak mesajı vermeyi düstur edinen, genişlik ve bolluk içinde değer ve üstünlük ölçülerinin buluştuğu mükemmel bir sistemin ilahi mesajıdır.

Aziz İslam’ın elçisi olan Efendimizin, gerek kendi asrında gerekse tüm asırlar boyunca alametifarikası, en güzel ve en yüce ahlak üzere olması değil miydi? İşte onun (sav) büyüklüğünün ve büyük başarılar elde etmesinin sırrını, bu ahlakında görüyor yazarımız. Hem Allah resulü hem de kendisinden sonra müminlerin başına geçen raşit halifeler, Kur’an terbiyesiyle insanları terbiye etmeye, eğitmeye son derece dikkat kesilmişler ve devletlerini, idarelerini Kur’an esaslarına göre kurmuş ve yürütmüşlerdir. Kur’an’a ve onun yürüyen hâli olan Resulullah’a uymayan hiçbir sözü ve eylemi kabul etmemişlerdir. Üstat Necip Fazıl’ın o güzel ifadesinde anlamını bulduğu üzere “ona uymayan ölçüyü, hayat olsa dahi tepmişler”dir. Müslümanların tarihi göstermektedir ki hem iyi hem kötü günlerde, hem yükselme hem fetret dönemlerinde, Kur’an’la terbiye olunma, onunla ahlaklanma, onun muradını gerçekleştirme ameli, Müslümanlarda hep diri ve dingin olmuştur.

Kitabın sayfalarını çevirdikçe pek çok fikir, düşünce ve tahlil bizi karşılıyor, etkisi altına alıyor. Konuyu beş bölümde inceleyen Şedid’in üslubunda; inancımızın, İslam’ımızın hakkını teslim etme adına belirgin bir çeviklik, özgüvene sahip olma hâli var. “Bu, budur!” diyor çoğu yerde. Kimseye, bir şeyler ispatlama ve yaranma derdi yok cümlelerinde. Küffara karşı yumuşama, sanki kötüymüşüz gibi iyi yanlarımızdan bahsetme gibi bir düşkünlüğe gitmiyor. Bu tavrının; Kur’an’a, Resulullah’a ve Müslümanların tarih boyunca ortaya koyduklarına olan vukufiyetinden kaynaklandığını düşünüyorum. Bu sebeple kitabı okurken gözlerimiz ışıl ışıl oluyor, damarlarımıza kan geliyor, can ekleniyor canımıza sanki. Böyle olunca da bizden, kıymetli yazara dualar yükseliyor. Yüce Allah, razı olsun kendisinden. Şahsını tanıyıp bilmesek de sözleri yetiveriyor bizlere.

“Darü’l-Erkam, tarihin gördüğü en büyük medresedir.”

Allah resulü, bitimsiz ve sabırla verdiği mücadele sonucunda on üç yıllık Mekke döneminde, ashaptan ancak belli sayıda birilerine ulaşabiliyor ve onları terbiye etmeye, Kur’an’ın mesaj ve metodunu onlarda canlı tutmaya güç yetirebiliyor. Ama o belli sayıdaki yiğit müminler; hedefleri, ahlakları ve akideleriyle seçkin bir toplum olmuşlardı. Yazarın, merak ederek sorduğu ve haricen bizi de meraklandırdığı, nihayetinde ise cevabını aramaya koyulduğu bir soru var: “Resulullah’ın medresesi yani Darü’l-Erkam, ashaba gerekli dersleri nasıl veriyor, nereye, ne şekilde gideceklerini nasıl tayin ettirebiliyordu? Darü’l-Erkam denen ve Safa Tepesi’nde bulunan yerde ashabı terbiye etmek, eğitmek için kurduğu o medrese,  bu işi nasıl yapabiliyor, nasıl başarabiliyordu?” Şedid için “medrese” tabirinin Darü’l-Erkam gibi bir yere uygun görülmemesi, anlaşılması güçtür ve dahi şaşkınlık vericidir. Hâlbuki hakikatte Darü’l-Erkam, tarihin tanıdığı en büyük medresedir. Oradan mezun olan “adamlar”, o tarihten sonra insanlığın bilip duyduğu en büyük inkılapları gerçekleştiren kimseler olmuşlardır. Bu nasıl bir terbiyedir, eğitimdir, bağlılık ve tavize yeltenmemedir, Allah aşkına? Cevabı kolay ama tatbiki ancak yiğitlere, Firdevs’in varislerine has olan bu duruma dair merhem gibi söz, şudur kısaca: Onların; ciddi, dikkatli Kur’ani eğitim almaları ve sirete, sünnete yönelik engin bir anlayışa sahibi olmalarıdır.

Toplumları adam edip tertemiz kılan terbiye unsurları bozulup devre dışı kalınca devletlerin bu durumlara karşı tedbir amaçlı koydukları ağır cezalardan ve kanunlardan dem vuran yazar Şedid, Ebu’l-Hasen en-Nedvi’nin o güzel eseri “Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti”den yaptığı bir alıntıyla iyi bir kıyası ortaya koyuyor. An gelip de içkinin yasaklanma emri ayetlerle sabit olunca Müslümanlar hemen ellerinde ve evlerindeki içkileri döküverirler hatta Medine sokakları içki seline boğulur. Neden? Emir geldi, içki kesinlikle haram. Tamam, yüce Allah ne buyurduysa odur vesselam.

1900’lü Yılların Ortalarında, Amerika’nın İçkiyle Mücadelesi

Peki, 1900’lü yılların ortalarına doğru içkiden başı çok ama çok ağrıyan Amerika’ya uzandığımızda ne denli bir manzara ile karşılaşacağız sizce? Söz konusu yıllarda Amerika hükûmeti, içkiyi yasaklar ve bütün beldelerden dışarı çıkartır. Yeni medeniyet imkânlarının tamamını bu iş için kullanır, Amerikan hükûmeti. Gazetelerle, dergilerle, konferanslarla, sinemalarla içki içmenin kötülükleri, çirkinlikleri ve zararları anlatılır halka. Devlet, içki içmemeyi teşvik için -o günün parasıyla– altmış milyon dolardan fazla bütçe ayırır. Kitaplar ve diğer basın organları, on milyon sayfa yazı yayımlar. İçkiyi, içmek için taşıyanlara, hapis ve yüklü para cezaları öngörürler. Yarım milyondan fazla (532.335) kişiyi hapsederler. İçenlere astronomik borçlar yazılır ve milyon dolarlık emlaklarına el konur. Sonuç ne olur dersiniz? Bütün bunlar, Amerikan toplumuna ancak içki borcu yükler. İçme konusunda iyice inatlaşırlar ve ona, daha fazla bağlanırlar. Nihayetinde hükûmet, mevzuyla ilgili kanunu 1933’te kaldırmaya mecbur kalır ve o tarihten itibaren Amerika’da, içki serbesttir artık.

İki toplumu birbiriyle karşılaştırdığımızda Kur’an’la terbiye olan ve yetişen Medine toplumunun ulaştığı engin boyutu kavramış oluyoruz. İçkinin tamamen yasaklandığını duyuran, buyuran ayetin muhatabı olan Arap toplumu, Amerikalılardan daha mı az içki müptelasıydı dersiniz? Yazara göre hiçbir fark yoktu aralarında. Onlar da içki içerek adileşiyor, tarifsiz iğrençliklere bulaşıyorlardı, Amerikalılar da. Ama Müslümanlar başka işte! Cezaya, hapse, mala, mülke el koymaya gerek yoktu onlar için! Rablerinin yasakladığını işitmeleri kâfi olmuştu ve artık asla dönmemişlerdi o melanet şeye.

Muhammed Şedid, sözü, Allah Resulü’nden alıp Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali vd. (r. anhum) zamanlarındaki örneklerle pekiştiriyor. Kur’an’ın marifet metodundan bahis açarak ilim, fikir, ahlak ve ibadet metotlarına yer yer değiniyor. İslam davetinin ve davetçisinin başvurması gereken hareket metotlarını, yine Kur’an’dan yola çıkarak ortaya seriyor. Müslümanların değer ölçülerinin, kendileri için hayat olduğunu, rahmet ve selamet sunduğunu belirterek başında da ortasında da sonunda da yapılıp edilmesi gerekenin, yüce rabbimizin rızasına muvafık işlere talip olmaktan ibaret olduğuna vurgu yapıyor.

Sözün özü, işin aslı ve inancımızın kastı, Kur’an’ı; elimizden, dilimizden, gözümüzden, gönlümüzden, kalbimizden, ufkumuzdan, hesabımızdan, evimizden, mektebimizden, işimizden, aşımızdan, ömrümüzden düşürmemektir. Bu itibarla, ne mutlu Kur’an ile terbiye olanlara, ne mutlu Kur’an ile eğitilenlere ve ne mutlu Kur’an ile yaşayıp “yaşlanmayanlara”!

Fatih PALA

fatihpalafatih@gmail.com

 

Exit mobile version