Arşiv Genel Gündem Yazarlar

İSRAİLSİZ FİLİSTİN’E DOĞRU!..

Filistin topraklarının kutsallığı, başta Kudüs ve Mescid-i Aksa olmak üzere birçok kutsal mekânı içinde barındırıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de ‘etrafı mübarek kılınmış’ olarak bahsedilen yer, sadece Mescid-i Aksa ya da Kudüs değil bütünüyle Filistin topraklarıdır. Kudüs, Kur’an-ı Kerim’de lafız olarak geçmese de, ‘etrafı bereketli kılınmış’ (İsra, 17/1), “mukaddes topraklar” (Maide, 5/21), “İyi, güzel bir yerden” (Yunus, 10/93) kasıt Kudüs olduğu rivayet edilmiştir. Kudüs’te, birçok peygamberin yaşamış olması da Kudüs’e ayrı bir kutsiyet kazandırmıştır. M.Ö. 4000 yılında kurulduğu rivayet edilen Kudüs, M.Ö. 1900 yılında Hz. İbrahim (as) tarafından ziyaret edilmiş, daha sonrasında ise Hz. İbrahim (as)’ın oğlu Hz. İshak (as)’ın soyundan gelen Hz. Davud (as) döneminde başkent ilan edilmiştir. Kudüs, Hz. Davud (as)’dan sonra yerine geçen oğul Hz. Süleyman (as) döneminde de bu özelliğini korumuş ve bu şehirde yeryüzünün ikinci mescidi, Mescid-i Aksa da inşa edilmiştir. Ayrıca bu şehirde, Hz. Zekeriya (as) ve oğlu Hz. Yahya (as), Hz. Zekeriya (as)’ın baldızı olduğu rivayet edilen Hz. Meryem ve oğlu Hz. İsa (as) da yine bu topraklarda yaşamışlardır.

Son Peygamber Hz. Muhammed (as)’ın Mirac olayı da, bu topraklarda gerçekleşmiştir. Müslümanlar, -rivayetlere göre- 16-17 ay bu mescidi kıble edinerek namazlarını kılmışlardır. Dolayısıyla Mescid-i Aksa Müslümanların ilk kıblesidir. Hz. Muhammed (as) övgüsüne mazhar olan Mescid-i Aksa ile ilgili bir Hadis-i Şerif’te: “Yolculuk ancak şu üç mescidden birine yapılır: Benim şu mescidime (Mescid-i Nebevi), Mescid-i Haram’a ve Mescid-i Aksa’ya” buyurulmak suretiyle Mescid-i Aksa’nın kutsallığı ve önemi belirtilmiştir. Ayrıca İsra Suresinin ilk ayetinde ‘etrafı mübarek kılınmış topraklar’ denilmek suretiyle kutsallığı ayetle de tescil edilmiştir.

Kudüs’ün içinde bulunduğu bu toprakların kutsallığı ve önemi, tarih boyunca çeşitli krallıklar tarafından defalarca işgal ve istilaya uğramasına neden olmuştur. Özellikle M.Ö. 586’da Babil kralı Buhtunnasır tarafından gerçekleştirilen işgalde Mescid-i Aksa yerle bir edilmiş, burada yaşayan Yahudilerin bir kısmı öldürülmüş, geri kalan kısmı ise, Babil’e sürgün edilmiştir. Sürgün edilen bu Yahudiler, ancak M.Ö. 538’de Persler tarafından bu topraklar işgal edildikten sonra yurtlarına dönebilmişlerdir. Kudüs’te yakılan, yıkılan yerler ve mabedler bu dönüşle birlikte tekrar onarılmıştır. Bu arada Mescid-i Aksa da yeniden inşa edilmiştir.

Kudüs, Hz. Ömer (ra) tarafından 638’de fethedildikten sonra tekrar eski hüviyetine kavuşturulmuş ve bütün din mensuplarınca kutsal sayılan yerler serbestçe ziyaret edilebilir hale getirilmiştir. Bu durum, Haçlıların 1099’daki işgaline kadar devam etmiştir. Ancak Haçlılar tarafından Kudüs işgal edilince, başta Müslümanlar olmak üzere diğer din mensuplarına ziyaret yasaklanmış ve özellikle de Müslümanlara yönelik insanlık dışı katliam günlerce devam etmiştir. Bu insanlık dışı işgal (1099-1187) tam 88 yıl sürmüştür. Ünlü komutan Selahaddin Eyyubi uzun bir hazırlıktan sonra 1187’de Hittin denilen yerde Haçlıları ağır bir mağlubiyete uğratarak Haçlı işgalini sona erdirmiştir. Haçlıların bugünkü torunları ve özellikle de Siyonist İsrailliler bu savaşı, yani Hittin Savaşı’nı unutmuş değillerdir. Bu nedenle her İsrailli, bir gün aynı şekilde kendilerinin de tıpkı Haçlılar güruhu gibi bu topraklardan kovulacakları endişe ve korkusunu yaşamaktadır.

İşte bu nedenle Siyonist İsrail, aradan geçen bunca zamana rağmen hâlâ Selahaddin Eyyubi ve Hittin Savaşını unutmuş değildir. Selahaddin Eyyubi sıradan bir komutan değildi. Kudüs’ün Haçlılar tarafından işgali bütün Müslümanları, ama özellikle de Selahaddin Eyyubi’yi çok üzmüştü. Bu üzüntü, Selahaddin Eyyubi’nin her halinde kendini göstermekteydi. Hatta bir defasında neden bu kadar üzüntülüsün diye kendisine sorulduğunda, ilginç, ilginç olduğu kadar da düşündürücü şu cevabı vermişti; “Kudüs ve Beytü’l-Makdis, Mescid-i Aksa, Haçlıların işgali altında bulunduğu müddetçe ben nasıl olur da gülebilirim, nasıl olur da sevinebilirim ve istediğim gibi nasıl olur da yemek yiyebilirim? Hele hele, gözüme uyku nasıl girebilir?”

İşte Allah’u Teâlâ, Peygamberler şehri, Hz. Ömer (ra)’in emaneti olan Kudüs’ü Haçlı işgalinden kurtarmayı böyle bir komutana nasip etmişti. Siyonist işgal altında bulunan Kudüs, bugün de, kurtarılmak için, bu şekilde İslami duyarlılığa sahip böyle bir komutan beklemektedir. Bu topraklar, geçmişte nasıl böyle büyük bir komutan çıkarmışsa, bugün de, yarın da benzeri komutanlar elbette ki çıkaracaktır. Yeter ki, biz isteyelim ve buna layık olalım!

II. ABDÜLHAMİD, FİLİSTİN’DE SİYONİSTLERE TOPRAK SATIŞINI YASAKLAMIŞTI!..

Dönemin emperyal ülkesi Britanya İmparatorluğu (İngiltere) 1800’lü yılların ortalarında Kudüs’te elçilik açtıkları zaman “Britanya İmparatorluğunun yüksek çıkarlarını korumak üzere” burada bir Avrupalı Yahudi yerleşim kolonisi kurma fikrini ortaya atmıştı. Filistin’de kurulacak Müslüman olmayan bir devlet, İngiliz emperyalizminin orta doğu’da hem ileri karakolu, hem de Avrupa’daki Yahudi nüfusu azaltmış olacaktı. Zaten muharref Tevrat’a göre Nil nehri ile Fırat nehri arasındaki topraklar tanrının (Yahova) İsrail oğullarına vaat ettiği topraklardı. Bu nedenle Yahudiler, iki bin yıldır dini törenlerinden sonra ‘gelecek baharda Kudüs’te buluşacağız’ diye sayıklıyorlardı. Ayrıca “vatansız halka, halksız vatan” sözlerini de sloganlaştırmışlardı. Onlara göre Yahudiler vatansız, Filistin ise halksız bir vatandı. Oysa Filistin halksız vatan değildi. Çünkü 1800’lü yılların başlarında Filistin’de sadece 8000 civarında Yahudi yaşarken, 1000’den fazla köy ve ondan fazla kentte (Kudüs, Hayfa, Gazze, Yafa, Nablus, Akre, Eriha, Ramle, Hebron, Nasıra gibi) Filistinliler yaşamaktaydı. Yani bu topraklar, o zamanlarda da halksız değildi.

Filistin’de bir Siyonist devletin kurulmasının öncülüğünü Dr. Theodor Herzl yapmaktaydı. Theodor Herzl, Yahudilere, Filistin’de toprak satın almak için birçok yol denemişti. Nitekim bu amaçla 19 Temmuz 1896’da danışmanı Kont Nevlinski aracılığıyla Sultan II. Abdülhamid’e, Filistin’de toprak karşılığında Osmanlı’nın borçlarını ödeme teklifini iletmişti. Avrupalı zengin Yahudiler 20 milyon sterlin ya da altın olarak tahmin ettikleri Osmanlı’nın dış borcunu ödeyecekler, buna karşılık Filistin topraklarından kendilerine bir yurtluk yer verilecekti.

Abdülhamit şiddetle Teodor Herzl’in teklifini reddederek Nevlinski’e Herzl’e iletmesi için şu cevabı vermişti: ‘Eğer Bay Herzl senin, benim arkadaşım olduğu gibi arkadaşın ise, ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanlarında kalmışlardır. Türk imparatorluğu bana ait değildir, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını vermem. Bırakalım, Museviler milyonlarını saklasınlar, benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar, Filistin’i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem.’ (Doç. Dr. Yaşar Kutluay, Siyonizm ve Türkiye, s 108-109)

II. Abdülhamid Yahudilerin gizli yollardan gidip Filistin topraklarına yerleşmelerini engellemek için de çeşitli tedbirler almıştı. Bu tedbirlerden birisi Filistin topraklarındaki kutsal mekânları ziyaret etmek için oraya giren Yahudilerin pasaportlarının gümrük kapılarında alınması ve dönüşte iade edilmesiydi. Yine Yahudilerin Filistin’de, daha sonraları Osmanlı’nın tamamında herhangi bir şekilde toprak satın almaları yasaklanmıştı.

Siyonistler, bu taleplerinden vazgeçmeyerek yeni tekliflerle Abdülhamid’e başvurmuşlardı. Dr. Theodor Herzl, Sultan İkinci Abdülhamid Han’a, Tahsin Paşa kanalıyla yeni teklifler sunmuştu:

1. Yahudiler, Osmanlı Devletinin bütün borçlarını ödeyecekler.

2. Osmanlı Devletine büyük malî yardımda bulunacaklar.

3. Sultan Abdülhamid Han’ın siyasetini Avrupa’da destekleyecekler.

4. Yahudiler, Osmanlı Devletinde inşa edilecek savaş üslerinin parasını ödeyecekler.

5. Sultan Abdülhamid Han’a şahsı için büyük servet verecekler.

6. Filistin’de kurulacak büyük üniversitede aynı zamanda Türk talebeleri de okuyacak. Tahsil için Avrupa’ya gitmeye lüzum kalmayacak.

Tahsin Paşa’nın hatıralarına göre, Sultan Abdülhamid Han, bu teklifler karşısında çok hiddetlenmiş ve yüksek sesle bağırarak: “Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelse ve bütün hazinelerini kucağıma dökseler, size Siyonistlik adına bir karış yer vermem. Ecdadımızın ve milletimizin kanıyla elde edilen bir vatan, para ile satılamaz. Derhal burayı terk edin. Defolun!” demiştir. (http://www.istanbultarih.com/filistin-meselesi-ve-filistin%E2%80%99in-siyasi-tarihi/)

Parayla toprak satın alma girişimleri, Abdülhamid’in kararlı tutumuyla sonuçsuz kalınca, Siyonist hareket, Osmanlı’yı yıkmak için yoğun bir faaliyet başlatmıştır. Herzl bu durumu kendi sözleriyle şöyle açıklamıştı:

“Siyonizm’in amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı’nın dağılmasını beklemeliyiz.” Tabii bu son derece ‘aktif’ bir bekleyiş olmuştur. Siyonistler, İsrail Devleti’ne izin vermeyen Abdülhamid’i kesin olarak saf dışı bırakmaya karar vermişlerdi. Dolayısıyla Abdülhamid karşıtı, bir iç muhalefet grubuyla iş birliği yapmak gerekiyordu. Yahudi liderler bu noktadan hareketle, Jön Türklerle iş birliği yapmaya karar vermişlerdi. Siyonist lider Theodor Herzl bu tarihi kararı şöyle dile getirmişti:

“Bir tek plan aklıma geliyor. Sultana karşı kampanya açmalı, bu iş için de sürgün edilmiş prensler ve Jön Türklerle temas kurmalı.” (http://dinimizvetarihimiz.blogcu.com /jon-turkler-ve-siyonistler/12278802)

Siyonistler, İttihat ve Terakki ve diğer karanlık güçlerle el ele vererek 1908’de ikinci Meşrutiyet’i ilan ettirmişler ve 31 Mart vak’ası ile de İkinci Abdülhamid Han’ın hal’edilmesinin (tahttan indirilmesi) zeminini oluşturmuşlardır. Ve nitekim çok geçmeden 31 Mart vak’asıyla hiç ilgisi olmayan Sultan Abdülhamid 27 Nisan 1909’da tahttan indirilmiştir.

SİYONİST DEVLETİN KURULUŞUNA DOĞRU!..

Bir terör devleti olan Siyonist İsrail’in ve İsraillilerin hayat felsefesini layıkıyla anlayabilmek için onların bozuk/batıl dini inançlarını bilmek gerekmektedir. Tahrif edilmiş Yahudilik, insan aklının ürünü milli bir dindir. Yani onların dinleri ile ırkları birdir. Annesi Yahudi olmayan birisinin Yahudi olması mümkün değildir. Kendilerinin üstün ırk olarak yaratıldığına inanırlar. Bu nedenle de, kendileri dışındaki bütün insanların kendilerine hizmet etmek üzere yaratıldığını kabul ederler. Binlerce yıl vatansız yaşayan Yahudilerin Filistin’e yerleşip daha sonra Nil ile Fırat arasında bulunan ve Kapadokya bölgesine kadar uzanan toprakları (Arz-ı mevud) ele geçirmeyi inançlarının bir gereği sayarlar. Çünkü Siyonist devletin Muharref Tevrat’ta, ‘Dünya Krallığı’nın merkezi haline gelecek bir Yahudi Devleti’nin bu topraklarda kurulacağından bahsedilmektedir. Kurulacak Siyonist devletin sınırları Tevrat’ta şöyle belirtilmektedir: “Ayak tabanınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırsız çölden Lübnan’dan, ırmaktan, Fırat ırmağından Garp denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allah’ınız Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyar üzerine koyacaktır.” (Tekvin Bölümü, 12/25)

Yahudiler kendilerine vaat edildiğine inandıkları bu topraklara kavuşmak amacıyla ilk tarihi adımı 29 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde I. Siyonist Kongresi’ni düzenleyerek atmışlardır. Theodor Herzl, başkanlığını yaptığı bu kongrede kuracakları Yahudi Devleti’nin sınırlarını şöyle açıklamıştır:

“Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki (Orta Anadolu) dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı’na; sloganımız Davud ve Süleyman’ın Filistin’i olacaktır.”

Muharref Tevrat’ta da belirtildiği gibi kurulacak Siyonist devletin sınırları Filistin toprakları ile sınırlı değildir. Nitekim Theodor Herzl’den 88 yıl sonra, İsrail ordusunun komutanı Moshe Dayan, mevcut Yahudi Devleti’nin sınırlarını yeterli bulmayacak ve şunları söyleyecekti: “Eğer Kitab’-ı Mukkaddes’e sahip çıkıyorsak, eğer kendimizi Kitab-ı Mukaddes’te yazılı olan halktan sayıyorsak, Kitabın yazdığı topraklara da sahip olmamız gerekir…” (Jerusalem Post, 10 Ağustos 1967) (http://www. ilmiarastirma.net/ makale/110812/filistin-de-bugune-nasil-gelindi)

Theodor Herzl’in Basel kentindeki kongreden sonra Siyonist devletin kurulması için yoğun faaliyet gösterilmeye başlanmıştır. Bu konuda en önemli destek ise Britanya İmparatorluğu tarafından sağlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla dönemin emperyal ülkesi İngiltere, Filistin’in içinde bulunduğu toprakları, Fransa ile 16 Mayıs 1916’da imzaladığı Sykes-Picot Anlaşması ile kendi himayesine almıştır. Kısa bir süre sonra ise, 1917’de, Balfour Deklarasyonu ile Filistin’de Yahudilere devlet kurma hakkını tanıdığını dünyaya ilan etmiştir.

Bu deklarasyondan sonra çeşitli ülkelerde yaşayan Yahudilerin Filistin’e göç etmesi için yoğun çaba sarf edilmiştir. Ancak bütün bu çabalara rağmen 1933 yılına kadar Filistin’e göç eden Yahudilerin sayısı 180 bin’i geçmemiştir. Bu sayı, Hitler tarafından Yahudiler fırınlarda yakılıyor, öldürülüyor, katlediliyor şayiası nedeniyle gittikçe artmış ve İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1945’de ancak 800 bin’i bulabilmiştir.

Filistinli Müslümanlar, emperyalist İngiltere öncülüğünde gerçekleştirilmek istenen işgale karşı yoğun bir mücadele vermeye başlamışlardı. Özellikle İzzeddin El-Kassam’ın verdiği mücadele takdire şayan bir mücadele idi. El-Kassam bir yandan Filistinlilere yönelik tebliğ çalışmalarını devam ettirirken, bir yandan da Filistinli gençleri Siyonistlere ve emperyal İngiliz işgaline karşı cihada hazırlamakta idi. Siyonistlere ve işgalci İngiliz güçlerine ağır kayıplar verdiren İzzeddin El Kassam, Cenin yakınlarında bir dağda gençlere silahlı eğitim verirken, karadan 500 tam donanımlı ve havadan da uçaklarla etrafı işgalci İngiliz güçlerince sarılmış ve öğleye kadar devam eden yoğun çatışma sonucunda üç arkadaşı ile birlikte 19 Kasım 1935’de şehid düşmüştür. Filistin’de verilen İslami mücadele İzzeddin El Kasam’ın şehadetiyle daha da şiddetlenmiştir. Mısır İhvan-ı Müslimin lideri Hasan el-Benna tarafından gönderilen mücahidler, Filistin’deki İslami mücadeleye güç ve moral takviyesinde bulunmuşlardır. Bugün, Filistin’deki İslami mücadeleyi omuzlayan Hamas, o dönemlerde Hasan el-Benna’nın gönderdiği mücahidlerin gösterdikleri çabanın bir ürünüdür.

Siyonistler, emperyalist İngiltere’den ve Cemiyet-i Akvam/Milletler Cemiyeti’nden aldıkları güçle ve oluşturdukları terör örgütleri ile Filistin’de tam anlamıyla terör estirmeye başlamışlardı. Irgun ve Haganah Siyonist terör örgütlerinin, Filistin’de masum sivil halka yönelik gerçekleştirdikleri insanlık dışı vahşet, halkın yerlerini, yurtlarını terk etmelerine neden olmaktaydı. Bu terör örgütleri, bazen öldürdükleri, yaraladıkları ve esir ettikleri Müslümanları kamyonlara doldurarak şehirde dolaştırıyor ve bu kutsal şehri terk etmek istemeyen Müslümanlara yönelik olarak: “Eğer burayı terk etmezseniz sizin de sonunuz böyle olacak” şeklinde anonslar yapmaktaydılar. Bu katliamlar doğal olarak sivil Müslümanların gözlerini korkutmuş ve Müslümanlar Siyonist terör örgütlerinin vahşice saldırılarından canlarını kurtarabilmek için göç etmeye başlamışlardı.

ABD ve İngiltere’nin öncülüğündeki Birleşmiş Milletler, 29 Kasım 1947’de Filistin topraklarının Filistinliler ile Yahudiler arasında paylaştırma kararı almasıyla Siyonist terör devletinin kurulmasında ilk müşahhas adım da atılmış oldu. Bu kararı Filistinli Müslümanlar kabul etmeyince çatışmalar başlamış, Filistinliler karşısında zor duruma düşen Siyonistlerin yardımına yine malum bu çevreler yetişmişti. Böylece Siyonistler, BM ve ABD ile İngiltere’nin yardımıyla 14 Mayıs 1948’de terör devletinin kurulduğunu ilan etmişlerdi. BM kararı gereğince, Filistin topraklarının %55’i Siyonistlere, %45’i ise Filistinlilere bırakılmıştı. BM ve İngiltere’nin oyun ve senaryoları neticesinde Batı Kudüs Siyonistlere, Doğu Kudüs ise Filistinlilere bırakılmıştı. 5 Haziran 1967’deki 6 gün savaşında ise Kudüs’ün diğer bölümü yani Doğu Kudüs de, Arap ülke yöneticilerinin ihaneti sonucunda Siyonist güçlerce işgal edilerek, Kudüs bütünüyle işgal altına alınmıştı. Zaten Siyonist İsrail, Kudüs’ü, 11 Aralık 1949’da hukuksuz olarak kendisine başkent ilan etmişti.

HAMAS VE İNTİFADA!..

1967 mağlubiyeti Araplarda özellikle de Filistinli gençlerde tam anlamıyla bir hayal kırıklığı ve umutsuzluk meydana getirmişti. Gençler tarafından Siyonist İsrail, artık yenilmez ve baş edilmez bir güç olarak görülmeye başlanmıştı. İşte umutların tükendiği böyle bir zamanda, 1952’de, yüzme sporu esnasında kafası üstü düşerek felçli hale gelen Şeyh Ahmet Yasin gençlerin imdadına yetişmişti. Kendisine bile hayrı yok gibi gözüken bu nur yüzlü mübarek insan, 8 Aralık 1987’deki intifada’da etkin rol oynayacak gençleri yetiştirmeye başlamıştı. Gazze’de kurduğu İslam Merkezi’nde çalışmalarına yoğun bir şekilde devam eden Şeyh Ahmed Yasin, sık sık Siyonistler tarafından ifade için karakola çağrılır olmuştu. Ama o, bıkmadan usanmadan ve korkmadan çalışmalarına devam etmekteydi. Nihayet 1984’de Siyonistler tarafından 13 yıla mahkûm edilerek bu faaliyetlerinden alıkonmak istenmişti. Ancak 11 ay sonra bir esir takası neticesinde tekrar serbest bırakılan Şeyh Ahmed Yasin çalışmalarına daha da hız vermişti. 8 Aralık 1987’ye gelindiğinde o meşhur İntifada hareketini başlatmıştı. Şeyh Ahmed Yasin 20 yıl içerisinde bütün dünyayı, özellikle de Siyonist ırkçıları hayrette bırakan genç bir nesil yetiştirmişti. Şeyh Ahmed Yasin’in bu çalışmaları Hamas olarak bir örgüte dönüşerek, o zamana kadar milliyetçi, sosyalist bir çizgide devam eden Filistin mücadelesinin şeklini değiştirmiş ve İslami bir şekle dönüşmesini sağlamıştı. Siyonist İsrail, Şeyh Ahmed Yasin’i tekrar tutuklayarak İntifada’yı durdurabileceğini sanmıştı. Ama yanılmıştı. Çünkü İntifada daha da hızlanmıştı. 18 Mayıs 1989’da tutuklanarak cezaevine konan Şeyh Ahmed Yasin, felçli ve bakıma muhtaç olmasına rağmen, yargılandığı mahkemeye; “Bu mahkeme kanuni olarak beni yargılama hak ve yetkisine sahip değildir. Çünkü bu mahkeme işgalciler tarafından kurulmuştur. Dolayısıyla tamamen gayri meşru ve kanundışıdır” diye haykırmıştı.

16 Ekim 1991’de açıklanan mahkeme kararıyla Şeyh Ahmed Yasin’e, Siyonist devleti yıkıp yerine İslami bir devlet kuracağı gerekçesiyle ömür boyu hapis cezası verilmişti. Siyonist ırkçılar, bu cezaya rağmen bir yandan da Şeyh Ahmed Yasin’le pazarlıklarını da devam ettirmekteydiler. Bir keresinde İsrail’i tanıdığını ve imzalanan özerklik anlaşmalarına olumlu baktığını açıklaması karşılığında serbest bırakılma teklifinde bulunulmuştu. Şeyh Ahmed Yasin bu teklifi elinin tersiyle reddetmişti. Daha sonra İsrail’i tanıma şartından vazgeçerek sadece özerklik anlaşmalarını kabullenmesi şartıyla serbest bırakma teklifinde bulunulmuştu. Bunun üzerine Şeyh Ahmed Yasin: “Bana dışarı çıktığımda karpuz yemememi şart koşsanız bile yine kabul etmem. Çünkü ben işgal rejimini muhatap kabul etmiyorum ki onun şartını kabul edeyim” cevabını vermişti.

Şeyh Ahmed Yasin, 8,5 yıl Siyonist zindanlarında yattıktan sonra serbest bırakılmıştı. Bırakıldığında sağlığı bozulduğundan Amman’da tedavi gördükten sonra memleketine dönmüştü. 29 Eylül 2000’de Aksa İntifadası’na öncülük etmişti. 22 Mart 2004’de evinin yakınındaki mescidde sabah namazını kıldıktan sonra evine dönerken tekerlekli sandalyesinde iki yardımcısıyla birlikte Siyonist katiller uçaktan attıkları bir füzeyle şehid etmişlerdi.

Şeyh Ahmed Yasin bütün vücudunun felçli olmasına rağmen Allah yolunda mücadele etmekten ve başkalarını da bu yolda mücadeleye teşvikten geri kalmaksızın mücadele dolu bir hayat yaşamıştı. O, bedeniyle ilgili engelleri aşamasa da, bunu çok fazla önemsememişti. Böylece örnek bir şahsiyet, örnek bir tavır sergilemişti. Dolayısıyla gösterdiği bu örneklik hak davada mücadeleye meyilli olanları cesaretlendirmişti. Örnek bir hayat ortaya koyduğu gibi “Allah yolunda şehit olmak en ulvi gayemizdir” sözüne sadık kalarak dünya hayatını noktalarken de, örnek olmuştu.

Şeyh Ahmed Yasin ve arkadaşlarının temel hedefi, Allah yolunda, O’nun razı olacağı tarzda mücadele etmekti. Bu mücadelede, Siyonist İsrail’le asla uzlaşmamak ve onu bir devlet olarak tanımamak bu hedefin bir gereği idi. Şeyh Ahmed Yasin’e göre bölgede barış, ancak Siyonist İsrail’in bu toprakları terk edip gitmesiyle mümkündü. O Siyonist ırkçı İsrail’le birlikte, iki ayrı devlet olarak yaşamayı asla düşünmemişti. Böyle bir taleple gelenleri de elinin tersiyle reddetmişti.

Filistin’e 29 Kasım 2012’de BM’de üye olmayan gözlemci devlet statüsünün verilmesi önemli bir adımdır, ancak asla yeterli değildir; Filistin’in de, diğer devletler gibi kendi topraklarında bağımsız ve aynı haklara sahip bir devlet olma hakkı vardır. Bu yeterli midir? Elbette ki hayır. Çünkü Siyonist İsrail, Filistin topraklarından ve dolayısıyla Ortadoğu’dan def olup gidinceye kadar, yapılan ve yapılacak hiçbir şey asla yeterli olmayacaktır. Aksi halde, 1920’lerden beri –ve halen- Siyonistler ve onların destekçisi emperyal güçlerle canı ve kanı pahasına verilen mücadelenin hiçbir anlamı kalmaz.

Şeyh İzeddin El-Kassam, Kudüs Müftüsü Emin El-Hüseyin, Şeyh Ahmed Yasin, Abdülaziz Rantisi, Yahya Ayyaş, Fethi Şikaki, İmad Muğniye, Ahmed el-Cabari vb. ile Hasan El-Benna’nın gönderdiği mücahidlere yönelik gerçekleştirilen katliamlara rağmen verilen mücadelenin bir anlamı kalmazdı. Şayet Siyonist İsrail, Filistin topraklarında bir devlet olarak kabul edilirse, Filistin İslami mücadelesinde akıtılan bunca kanın, katledilen, şehid edilen bunca güzide insanın; henüz yeni doğmuş bebeklerin, çocukların, kadınların, yaşlıların kanları boşa akıtılmış olmaz mı? Filistin topraklarında yüzyıldır verilen mücadelede katledilen bunca şehidin rızası hilafına Siyonist İsrail’in tanınması, tanıyanların alnında silinmez kara bir leke olarak kalacaktır. Bu asla unutulmamalıdır.

Şu kesin olarak bilinmelidir ki, Ortadoğu, artık eski Ortadoğu değildir. Velev ki, Ortadoğu’daki ülke yönetimlerine Müslümanlar gelmemiş olsalar bile! Çünkü artık Ortadoğu’daki hiçbir yönetim; ister muhafazakâr, ister laik, ister sol eğilimli yönetimler olsun, halkın iradesiyle yönetime gelen bu yönetimler, eskisi gibi, ABD’nin ya da Siyonist İsrail’in her dediğine boyun eğen yönetimler asla olmayacaktır. Nitekim Gazze’ye 14 Kasım’da başlayan ve 8 gün devam eden Siyonist saldırılarda bölge ülke yetkililerinin, saldırılar devam ederken bile Gazze’ye akınları bunu çok açık olarak göstermiştir. İki sene önce bu, mümkün olabilir miydi?

Yazılıp çizildiği gibi, zafer, ne Hamas’ın, ne Türkiye, Katar ve Mısır’ın ve ne de Siyonist İsrail’indir; asıl zafer, Tunus’ta ilk kıvılcımı çakan Muhammed Buazizi’nindir, Ortadoğu’da diktatörlere, emperyal ve Siyonist işgalci güçlere karşı kıyam eden yoksul halklarındır; kısacası zafer, –eğer varsa- Ortadoğu halk ayaklanmalarında Allah için mücadele ederken şehid düşen mazlumlarındır.

Siyonist İsrail, bu topraklardan sökülüp atılmadıkça zaferden bahsetmek kanımca çok doğru olmayacaktır. Gerçek zafer, ancak İsrailsiz bir Ortadoğu, İsrailsiz bir Filistin olunca gerçekleşecektir. İnşaallah bu da çok yakındır.

Exit mobile version