İnsan -Mekke Toplumuna Kısa Bir Sosyolojik Bakış-
Arşiv Yazarlar

İnsan -Mekke Toplumuna Kısa Bir Sosyolojik Bakış-

İnsan, bilinen ve gözle görülüp tecrübe edilebilen varlıklar âleminde en üstün ve seçkin yaradılışa sahip olan canlı türü.
Yine insan; o’na bahşedilen akıl ve irade sayesinde düşünebilme, karar verme ve aldığı bu kararı bir plan ve program üzere uygulayabilen yegâne varlık.
Akıl ve irade sahibi olmak insana daha başka meziyetler kattığı gibi, aynı gezegeni paylaştığı diğer bütün canlılardan farklı olarak sorumluluklar ve bu sorumlulukları yerine getirebilmesi için duygular, öğrenebilme, muhakeme edebilme, isyan, itaat, imar etme, bozgunculuk, hükmetme, mülk edinme gibi birçok özellik ve insani vasıflarla donatılmıştır.
İnsanlık tarihi boyunca hangi zaman dilimine bakarsak bakalım insanı insan yapan bu meziyetler onun elinden alındığında ya da (kendi iradesi dışında) başka merkezler tarafından belirlenen istikamet doğrultusunda yön verildiğinde günün sonunda kaybedenin insan olduğu apaçık görülür. Bu vasıfların sekteye uğraması veya fıtrata aykırı bir hal alabilmesi için önce insan aklının ve “ahlak”ının (yaradılış) ayarlarıyla oynamak gerekir ki bunun geçmiş toplumlarda günümüz dünyasında da oldukça fazla örneği var.
Akıl bedene hâkim ve bütünlüğü sağlamış ise bedende her şey stabil devam eder. Eğer akıl bedenle sürekli bir çatışma halinde ise ya da başka akıllar tarafından ele geçirilmiş ise kalp susar, vicdan durur, dil yalan söyler, göz hakkı görmez, el hakkı olmayana uzanır.
“Akl” kelimesinin bir anlamı da bağ kurabilmek, “alaka” kurmak iki şey arasındaki münasebetin farkına varmaktır.
Bağlantıyı kuran akıl sorgulama mekanizmasını devreye alarak neden-sonuç ilişkisine cevaplar bulacak ve itiraz etmenin, baş kaldırmanın yolunu açacaktır.
İnsan denen bu canlı türünün elinden akledebilmeyi alın geriye anlamsız, amaçsız ve hiçbir ideali olmayan boş bir ceset kalır.
Bir canlı düşünün (ki bu aklını kullanamayan insan) mutlak itaatle itaat eder efendilerine, efendisi yemek verirse yer karnı doyar vermezse aç kalır günlerce, kendi hayatı üzerinde hiç bir tasarrufu yoktur, onunla ilgili bütün kararları efendisi alır, efendi için kar-zarar ne ise onun içinde aynıdır, efendisi neye doğru neye yanlış derse doğru ve yanlış odur artık. Efendisi neyi nasıl bilmesini istiyorsa o öyle bilir. Böyle bir canlının insan olduğuna biz nasıl kanaat getirelim.
Uyutulmuş, afyonlanmış, oyalanmış ve boş şeylerle meşgul edilmiş bir akıl fişi çekilmiş bir bilgisayar gibidir. Bu bütün topluma sirayet edince sürü psikolojisi kaçınılmaz olur.
Bu tutum alışkanlık haline gelip zamana yayılırsa iki kutuplu bir toplum meydana gelir. çoban ve sürüsü, yada yöneten ve yönetilen.
Yöneten (siyasetçi, “fikir” insanı!, para babaları, sanatçılar, soylular, din adamı!!), yönetilen ise aklını devre dışı bırakmış gönüllü köleler. Böylelikle ruha sirayet etmiş olan kölelik kendine bir beden bulmuş olur.
Ve bir “kast” sistemi kurulmuş oldu. Bundan böyle köleden doğan köle, efendiden doğan efendi, siyasetçiden doğan siyasetçi, din adamından doğan din adamı olur. Tam bir “öğrenilmiş çaresizlik” alt tabakanın DNA’sına işlemiş gibi babadan oğula nesilden nesile aktarılarak devam eder.
Bireyin (toplum bireylerden oluşur) en kutsalı (aile, din, akıl, özgürlük, özel mülkiyet, vs) pespaye olduğu zaman kişide işe yaramama, değersizlik, çaresizlik hisleri gelişir.
Tarihte çokça rastlanan bir durum bu, aslında tarih bu iki grubun savaş alanı gibi. Ve en büyük inkılaplar bu savaşların sonucudur.
Yine tarihin bir diliminde Arap yarımadasının Mekke şehrinde kast sistemi kurulmuş, hür’ler (doğuştan Arap ve soylu olanlar (yönetici). ) Mevali olanları ( azat edilmiş köle ve kabileye sığınanlar (memur) ve köle sınıfını (işçi) sömürerek mallarına mal güçlerine güç katıyorlar.
Arap yarımadası özellikle de Mekke şehri kabilelerden oluşur. Bu toplulukta haramilik (faiz, nikahsız ilişkiler, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek, adam öldürmek) eşkıyalık (kervan basıp yağma yapma, insan kaçırma) övünç kaynağıdır.
Adaletin unutulduğu, kadının aşağılandığı, hiçbir hak ve hukukun olmadığı, çöl kanunu ile yönetilen bir topluluk.
En büyük gelir kaynağı ticaret olan bu şehir aslında köklü ve herkes tarafından bilinen bir ilahi yapıya ev sahipliği yapıyordu Kabe. Hz. İbrahim tarafından yapılan bu mabed senenin belli günlerinde yoğun bir şekilde ziyaret edilirdi. Bu ziyaretçiler aracılığı ile Mekke ve çevre şehirlerde geniş bir din yelpazesi oluşmuştu
Tahrif edilmiş bir hristiyanlık, kabile yada sülale dinine bürünmüş yahudilik, sabiilik, mecusilik, putperestlik gibi birçok din yada inanış mevcuttu.
İnsanlar arasında adaleti sağlamak, mazlumun hakkını zalimden almak, toplumları insana yaraşır bir hayat sistemine ulaştırmak, insan onurunu ve şerefini korumak, aileyi korumak, insanı eşyaya ve tahtadan- taştan yapılmış putlara tapmaktan alıkoymak üzere gönderilen bu dinler şimdi toplumu sömüren seçkinler zümresine hizmet eden bir araç halini almıştı.
Düşenin elinden kimse tutmuyor, zulme seyirci olmakla kalmıyor zalimin yanında yer alıyordu çoğunluk.
Ünlü Rus edebiyatçı L. N. Tolstoy “İnsanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak, ruhen ameliyat etmek içinde uyandırmak gerekir” der.
Evet bu toplumun uyanması gerekiyordu.
Bunun için ruhlarına dokunmak, İsmet Özel’in deyimiyle neyi kaybettiklerini hatırlatmak gerekiyordu.
Tarihi döngüde dönem dönem insan en alt’ı görür. Hatta gönderilmiş bütün peygamberler dibi görmüş bu tür toplumlara gönderilmiş, kimi doğrulamış kurtuluş bulmuş kimi yalanlamış katletmiş elçiyi, kimi helak edilerek yok edilmiş.
En büyük sıçramalar dibe vurarak olur. Mekke toplumu dibe vurmuştu artık. Toplumların en büyük hastalığı olan “banane”cilik zirvesini yaşıyordu. Ve bir toplumun temel dinamiği olan “aile” temelinden sarsılmıştı.
Hangi toplumda bananecilik baş gösterir ise o toplumda kötüler ve kötülükler daha bir cüretkâr olurlar, dolayısıyla girilmez denen en mahrem yerlere bile yuvalanırlar. Öyle bir hal alır ki!
En çirkef davranışlar bile normal karşılanır, sırlar ifşa olur, kişiye has özel durumlar toplum önüne sokaklara taşar, insan için yüz kızartıcı sayılan ne varsa özenti halini alır.
Özgürlük ya da kişisel hak adı altında insan onurunu zedeleyen davranışlar ve insanı diğer canlılardan ayırt eden bütün vasıflar yerle yeksan edilir.
Bu hale gelmiş bir topluluk dibi görmüştür.
Tekrar insan denen bu eşsiz varlığın itibarının iadesi için uyarıcı, korkutucu, müjdeleyici, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir vahiy ve bu vahiyle uygulayıcı olarak Hz. Muhammed (s.a.v) görevlendirilerek gönderilmiştir.
Mekke halkı aşırı derecede asabiyete (milliyetçilik) değer veren ve atalarıyla övünç duyan ataerkil bir topluluktu.
En üstün ata onların atası en mükemmel ırk onların ırkı.
İlk inen ayetler bu anlamda manidardır. “Biz insanı bir kan pıhtısından yarattık”.
Allah Rasulü (sav) Mekke halkı tarafından yakinen tanınan ve bilinen bir şahsiyet.
Sözlerinin doğruluğunun en büyük kanıtı O’nun en küçük bir yalan dahi söylediğinin görülmemesiydi.
Ve Mekke’de davet başlamıştı gizliden gizliye.
Davetin ana kaynağı olan ayetleri duydukça ezilen halkın yüreklerinde beliren ışık, saklandıkları ve gizli gizli buluştukları evlerden sızarak zalim zorbalara korku salmaya başlamıştı.
Zalim zorbalar yıllarca sömürdükleri bu alt sınıf insanlara çok yabancısı olmadıkları korkutma (ki korku binlerce yıldır zalimlerin en büyük silahıdır) ve işkenceyle yıldırma politikası uyguladılar.
Zalim zorbalar aslında gelen tebliğden çok düzenlerinin ve sömürü sistemlerinin bozulmasından korktular.
Ama hakikat güneşinin karanlıklara galebe çalması ve “insanın” neyi kaybettiğini hatırlaması karşısında (geçmişte ateşe atılmayı zalimlerin sunduklarına tercih edenler gibi) hiç bir güç duramazdı artık.
Bir iklim yayılıyordu, merhametsizlikten kurumuş gönülleri yeşerterek dünyanın insanlıktan yana yetim bırakılmış bütün beldelerine. Öyle bir iklim ki zalime, zorbaya ve haramiye korku saldığı kadar mazluma, ezilmişe, hakkı gasp edilmişe, suçsuz günahsız kız çocuklarına, garip kalmış kimsesize umut ve cesaret veriyordu.
Öyle bir koku yayılıyordu ki bu iklimden Hz. Yakub’un oğlu Hz. Yusuf’un gömleğinin kokusunu uzaklardan aldığı gibi serin serin yayılıyordu sıcak çöl ortasından taa uzaklara. Bütün karalamalara rağmen tebliğ kâh zalimler vasıtası ile kâh bütün ruhlarıyla teslim olmuş iman edenlerin diliyle durdurulamaz bir şekilde yayılıyordu.
Bazen düşünmeden edemiyorum, bütün vaatleri gaybi olan bir din nasıl oldu da ilk tebliğinde (üstelik ilk indiği beldenin hali ortada) bu kadar başarılı oldu.
Mesela İslam’ın ilk şehitleri olan Yasir ailesi. İşkence altında şehit olmak üzere olan bir yaşlı kadın (Hz. Sümeyye) ve bir yaşlı adama (Yasir b. Amir) “sabredin Yasir ailesi size cennet var” diyordu Hz. Peygamber. Onlar ise bir an bile tereddüt etmeden Kureyş’in en zalim kabilesi olan Mahzumoğullarının azgınlıkta firavunla yarışan lideri Ebu Cehil’e karşı sarsılmaz bir iman ve teslimiyetle direnerek şehit oldular.
Bu iman ve teslimiyet cennet vaadinden gelmiş olamaz. Anlatıldığına göre Yasir Yemenli bir sığınmacı. Mekke’ye kaybolan kardeşini aramaya gelmişti ve Mahzumoğullarından Ebu Huzeyfe’nin himayesine girmişti. Ebu Huzeyfe’nin cariyesi olan Sümeyye ile evlenmişti.
Kısacası Mekke şehrinde gariptiler yani sahipsiz. Dışlanmış, söz hakkı tanınmamış doğuştan gelen gayet tabii hakları ellerinden alınmıştı.
Oysa İslam bütün özlük haklarını iade ederek onurlarını ve izzetlerini iade etmişti. İşte böylesi bir erdem için ölmeye değerdi, üstelik sonunda cennet var ve mahkemede ilahi adalet tecelli edecekti.
Bir örnek daha, Bilali Habeş diye bildiğimiz Bilal bin Rebah Habeşi (r.a). Kendisi İslam’a ilk girenlerden ve açıkça İslam’a girdiğini ilk söyleyen 7 cesur kahramandan biridir. Mekke’nin ileri gelenlerinden Umeyye bin Halef’in kölesi.
Köle olarak doğmuş, annesi-babası köle (kast sisteminin kurbanları), neye inanacağına efendisinin karar verdiği ötelenmiş güzel bir insan.
İslam bu köleyi en alt tabakadan alarak en kutsal yapısı olan Kabe’nin damına çıkardı. Ona bir de yeni bir unvan verildi “peygamberin müezzini”. Bunun Bilal (r.a) için ne demek olduğunu anlamak için O’nun hayatına bakmamız yeterli olacaktır.
İşte bu itibarın iade edilmesiyle yepyeni bir kimliğe sahip olan insanlar için ibadet haz verdi, çünkü onlar ibadet ettikçe izzetleri arttı ve bunda bir yarışa tutuştular.
İnsandaki en güçlü duygulardan biridir sevmek. Seven insan sevdiği ile sürekli bir iletişim halinde olmak ister. Sevdiği kişinin ilgisinin kendinde olmasını ister. Sevdiğinin ilgisinin başka birine kaymaması için var gücüyle çalışır çabalar.
Bu din sadece mazlumlar için miydi diyebiliriz.
Yine asr-ı saadete bakalım. İlk Müslüman olanlardan Hz. Ebu Bekir. Mekke’nin ileri gelenlerinden ticaret ehli ve varlıklı biri.
İslam öncesi hayatında temiz fıtratlı, yardım sever ve merhametli olduğunu görüyoruz.
Fıtrata uygun olan ilahi öğreti bu gibi gönüllerde kendine yer bulmakta gecikmez bu yüzden Hz. Ebu Bekir ilk İslam’a girenlerden.
İslam’a girdikten sonrada bozulmamış ahlakı (huluk, yaradılış) bütün güzelliği ve merhameti ile Müslümanlarının hizmetindeydi. Servetini Allah yolunda harcayıp ve eski elbiseler giydiği için “zü’l hilal”, çok şevkatli ve merhametli olduğu için de “evvâh” lakaplarıyla da anılmıştır.
Ancak en meşhur lakabı elbetteki “Sıddık”tır. Çok samimi, çok sadık anlamlarına gelir. Miraç olayı ve diğer gaybi haberleri tereddütsüz kabul ettiği için bizzat Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından verilmiştir. Sahip olduğu mal varlığıyla Müslüman olup işkence gören birçok köleyi satın alarak azat ermiştir.
Bir başka sahabi Musab bin Umeyr (r.a).
Mekke’nin Sancaktarlık görevini yapan (sidane/hicabe) Abduddarogullarına mensup zengin bir ailenin çocuğuydu. Oldukça yakışıklı, güzel giyinen ve kokular süren bir delikanlı. Hz. Peygamber (s.a.v) O’nun için “Mekke’de Musab’dan daha zarif, daha narin, daha güzel kimse yok idi. Saçları kıvrım kıvrım idi” buyurmuştur.
Bu narin ve yakışıklı delikanlı genç yaşta İslam’ı kabul etmiş, anne ve babasının bütün karşı koymalarına rağmen yolundan dönmemiştir.
Musab bin Umeyr’i anlatmak kolay değil, O varlığın ve bolluğun içinde büyüyen narin fidan Medine’ye gidip destansı bir mücadele sergilerken, geride muazzam bir serveti bırakmıştı. İslam O’na öyle bir güzellik katmıştı ki bakanların gözleri kamaşırdı. Yüzü güzel, sözü güzel Musab. Savaşta esir düşen kardeşi Musab’a ben senin kardeşin değil miyim dediğinde, Musab bin Umeyr kardeşinin elini bağlayan sahabeye “onun elini sıkı bağla annesi çok zengindir” diyerek karşılık verir. O zengin ve güzel yüzlü Musab bin Umeyr Uhut savaşında şehit olduğu vakit kefeni olmadığı için üzerindeki gömleği örterek defnedilmek istendi. Ancak gömlek başına çekildiğinde ayakları, ayaklarını örtünce başı açıkta kalıyordu. Musab bin Umeyr’in şehit olduğunu görünce Hz. Peygamber Onun başında durarak “Müminlerden öyle erler vardır ki Allah’a verdikleri sözde durdular”… (Ahzap 23) ayetini okudu.
Musab bin Umeyr’de Hakikatin o eşsiz tadına vararak yaşamını Allah’a adayanlardan oldu. Evet varlıklı bir ailedendi ve soyluydu ama insan olma vasfını, vicdanını, en önemlisi O’nu insan yapan akıl nimetini yitirmemişti.
“And olsun biz insanı üstünlerin üstünü olarak yarattık. Sonra aşağıların aşağısına indirdik” (tin 4-5). Üstün bir yaratılış ile yaratılan insanlardan kimi aşağılanmayı sindirir, kabul eder ve bu şekilde bir hayat sürer, kimi en üstün olmak için canı pahasına sahip olduklarından vaz geçerek mücadele eder. Her iki durum içinde önce insan olmak gerekir yani nötr bir insan, iki yola da açık olabilmek, yaradılışta insana bahşedilen özellikleri korumuş olmak.
Enam Suresi 76,77,78. Ayeti kerimelerinde Hz. İbrahim (a.s)’ın Rab arayışından bahsedilirken, Hz. İbrahim’in en büyük ve eşsiz olanı aradığını görürüz. Ayetlerde geçen şu tabir gayet dikkat çekicidir, “Ben batanları sevmem.”
Evet Hz. İbrahim batanları, kırılıp yere düşenleri, kendine dahi hayrı olmayanları, insanların kendi elleriyle yapıp kutsayarak taptıklarını sevmez, çünkü Hz. İbrahim insan olmanın ne demek olduğunun farkında ve bu mukaddes varlık kendinden değersiz bir nesneyi Rab edinmemeli.
Hz. İbrahim batanları sevmez, onların taptıkları halkı sömürüyor, hiç bir duaya karşılık veremiyor, elinden hiç bir iş gelmiyordu.
Bu şu anlamada gelmez mi? Birey ne kadar değerli ise inandığı Rab o nispette değerli olur.
Yaşadığımız zaman diliminde çevremizi bir gözlemleyelim, En Yüce olandan başkasını Rab edinenler neyin önünde eğilip karşılığında ne kazanıyor.
Her insan hayatının merkezine yerleştirdiği bir “değer” üzere yaşar. Bütün hayat sistemi o merkez etrafına kurulur. Çekirdeğin etrafında dönen nötron, güneş sisteminin etrafında dönen gezegenler gibi. Belki en güzel örnek Beytül Hikme’nin etrafına çemberlenen Bağdat gibi . O merkeze maddeyi yerleştiren birinin hayat gayesi madde olur. Makamı yerleştirenin makam, gücü yerleştirenin güç olur.
Bugün ben Müslüman’ım diyen her bir ferdin hayat merkezini gözden geçirmesi ve sorgulaması şarttır.
Kendimizden değersiz olan kendi ellerimizle yaptığımız evler, arabalar, bağlar, bahçeler ya da Allahın bize lütfettiği evlatlar, eşler makamlar vs mi hayatımızın merkezinde?
Erdal TUĞRUL

GRUBA KATIL