İnsan, yaratılan varlıkların çoğundan daha üstün olarak yaratılmıştır. Bu nedenledir ki yaratılan birçok şey insanın emrine musahhar kılınmıştır (2/29, 14/32–34). Kur’an’da, sadece Allah’a ibadet etmekle emrolunan (51/56) ve zayıf (4/28), zalim, nankör (14/34), azgın, müstağni (96/6-7) ve cimri (17/100) olduğu belirtilen insana hak ve batıl anlamında iki yol gösterilmiştir (90/10). Bu iki yoldan birini tercih edebilecek kabiliyet, insana ilham edilmiştir (91/8). Bu, Allah’ın değişmez kanunudur. İşte bu ilahi Kanunda, kendisini arındırıp temizleyen insanın felah bulacağı, kendisini örtüp saranın da yıkıma uğrayacağı (91/9-10) belirtilmiştir. Felah veya yıkıma götüren bu iki yoldan herhangi birisine uymak, insanın kendi özgür iradesine bırakılmıştır. Ancak bu yolların hangisi insanın hayrına, hangisinin ise aleyhine olduğu Allah tarafından gönderilen Kitap ve Peygamberler kanalıyla insanoğluna bildirilmiştir. İşte insan, bu yollardan ‘Hakk’ olana uyarsa, -bu yol, Allah’ın rızasına uygun olduğu için,- bunun sonucunda kendisine mükâfat olarak cennet vaad edilmiştir. Şayet diğerine yani ‘Batıl’ yola uyarsa, “aşağıların aşağısı” (95/5) ya da “hayvanlardan da aşağı” (7/179) bir konuma düşeceği belirtilerek bunun sonucunda, onlara ceza olarak cehennem vaad edilmiştir. Bu iki yoldan birini seçmeleri için herhangi bir zorlama da yoktur (2/256). Dileyen hak yolu (imanı), dileyen de batıl yolu (küfrü) tercih edebilir (18/29).
Allahu Teâlâ, yarattığı her insanın ömrünü Müslüman olarak tamamlamasını (3/102), ibadetini yalnız kendisine (Allah’a) yapılmasını (1/4) ve tabi olduğu dinin de sadece kendisine tahsis edilmesini (98/5) istemektedir. Tarih boyunca, bütün peygamberler, bu isteğin gerçekleşmesi ve toplumda yer etmesi için gönderilmişlerdir. Ancak ilahi kanun gereğince gönderilen her peygambere, bu isteğin gerçekleşmesini engellemeye çalışacak suçlu ve günahkârlardan düşmanların var olacağı belirtilmiştir (25/31). Bu nedenledir ki Peygamberlerle bu düşmanların -mücrimlerin- arasındaki mücadele, ilk insandan bu yana devam edegelmektedir. Aslında bir bakıma tarih, bu mücadeleden yani İslam ile küfrün, tevhid ile şirkin, hak ile batılın mücadelesinden ibarettir. Ve bu mücadele, ‘Yeryüzünde fitne kalmayıp din yalnız Allah’a ait oluncaya kadar da devam edecektir’ (8/39). Hiçbir Müslüman, birtakım bahanelerin arkasına sığınarak, bu mücadeleden geri kalamaz. Aksi halde Allah’ın dinine karşı mücadele edenlerle aynı akıbeti paylaşmak zorunda kalacaktır (4/97). Dolayısıyla hiçbir Müslüman, mustazafların yardım isteyen çığlıklarına (4/75) kulak tıkayamaz; “bana ne” diyemez. Zira Müslümanların, birbirlerine yardımcı olmalarının (8/73, 9/71) yanında, mazlumlara yardım etme ve her türlü zulme karşı, el birliği ile karşı koymaları (42/39), kardeş olmalarının (49/10) bir gereğidir. Küfre, şirke, zulme ve tuğyana karşı mücadele etmeyenler ya da mücadele etmek için güç oluşturma gayretinde bulunmayanlar; kendilerinin ne kadar Müslüman olduklarını iddia ederlerse etsinler, sonuç itibariyle küfre, şirke, zulme ve tuğyana yardım ediyorlar, demektir. Bilinmelidir ki İslam, şirke, tuğyana ve zulme boyun eğen ve rıza gösteren bir mustazaf anlayışını reddeder. Tam aksine hakları olmadığı halde kan, gözyaşı ve alın teri üzerinde saraylar, köşkler kuran müstekbirlere karşı mustazaf kitleleri kıyama, başkaldırıya yönlendirir. Nitekim Allahu Teâlâ bir ayette, mustazaflara lütufta bulunarak onları önderler yapmak istediğini belirtir (28/5).
Tevhid ile şirkin arasındaki bu mücadele, kıyamete kadar devam edecek bir mücadeledir. Bazı dönemlerde şirkin ve taraftarlarının, tevhid ve taraftarlarına galip geldikleri görünse de bu, geçicidir ve bu mücadelenin asıl galibi mutlaka Müslümanlar olacaktır (5/56, 58/22), Yani sonucu belli olan bir mücadeleyi veriyor bugün Müslümanlar! Dolayısıyla Allah’ın yardımına rağmen, kâfirler güruhu ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, Müslümanların mağlup olması söz konusu değildir (3/160). Ve Allahu Teâlâ tarafından diğer bütün batıl olan dinlere üstün kılınmak için gönderilen İslam (48/28) nuru, kâfirler istemese de er ya da geç tamamlanacaktır (9/32). Önemli olan “Müslümanım” diyen insanların kendi üzerlerine düşeni yapmasıdır. Bugün Müslümanların mağlup görünmesi, kâfirlerin zulüm, baskı ve tasallutu altında yaşamaya mahkûm edilişlerinin nedeni, kâfirleri ve müşrikleri, güçlü olmadıkları halde onları güçlü görme kompleksine kapılmış olmalarıdır. Oysa en güçlü olan ve her şeye güç yetiren Allah’tır (11/4, 8/49). Dolayısıyla Müslümanlar, ne zaman bu kompleksten kurtulur ve ilahi kanunun değişmez bir gereği olan mücadele yöntemine/metoduna sarılırlarsa işte o zaman, Allah’ın vaad ettiği ecre de hak kazanırlar. Aksi halde içinde yaşanılan bu zilletten ve mağlubiyet psikolojisinden kurtulmaları mümkün olmaz. İşin en üzücü tarafı, her gün Müslümanlara saldıran, onlara hakaret eden ve Allah’ın aziz dinini “irtica” diye yaftalayanlar, zaman zaman dini savunuyor gözüküyorlar. Aslında bunların yapmak istedikleri, Allah’ın dini olan İslam’ı, kendi batıl dinleri ile yozlaştırarak dışa yansıyan pisliklerini/çirkinliklerini gizlemeye çalışmaktır.
Hayat, İmtihanla Anlam Kazanır!
İmtihan, Allahu Teâlâ’nın değişmez kanunlarındandır. İnsanların hayırlılarını şerlilerinden, temizlerini kirlilerinden, mü’minlerini münafıklarından ve müşriklerden/kâfirlerden ayırmanın en iyi yolu, imtihandır. İnsanlar; şükretsinler diye sevinçlerle ve nimetlerle, sabretsinler diye de zorluklarla imtihan edilirler. Allah, peygamberler dâhil bütün insanları imtihan eder; kıtlıkla, bollukla, sıhhatle, hastalıkla, zaferle ve yenilgiyle… Kur’an’a göre dünya, bir imtihan yeridir. İnsana verilen ömür ya da dünya hayatı, aslında imtihanın süresini belirtir. Dolayısıyla hayat, insana imtihan için verilen bir mühlettir. Ölümle de imtihan biter. Nitekim bir ayette “Hayat ve ölüm, doğum ve yaşama, bunların hepsi imtihandır” denilmektedir (67/2). Bir başka ayette ise “Allah verdikleriyle insanı imtihan eder” buyrulmaktadır (6/165).
İman, Allahu Teâlâ’nın yeryüzündeki emanetidir. Bu emaneti gereği gibi taşıyanlar; izzetlenirler, şereflenirler. Ancak “ben mü’minim” diyen herkesin, bu emaneti gereği gibi taşıyamadığı acı bir vakıadır. İşte bu emaneti gereği gibi taşıyanları ya da taşıyamayanları ortaya çıkarmak için imtihan var edilmiştir. Bu nedenle bu emaneti taşıma iddiasında olan insan, çeşitli şekillerde imtihana tabi tutulmaktadır; bu, bazen şerle, bazen hayırla (21/35), bazen açlıkla, korkuyla (2/155) bazen de malla ve canla (3/186) olmaktadır. Amaç; “mü’minim” diyen insanın tahammül gücünü, zorluk ve sıkıntılara karşı sabır derecesini, Rabbine olan güveni ve Rabbinin merhametini umma derecesini ortaya çıkarmaktır. Hz. Peygamber (s.a.v), bir hadiste şöyle buyurmaktadır: “Mü’minin durumu, hayret vericidir. Çünkü onun her şeyi, hayırlıdır. Bu özellik, mü’minden başka hiçbir kimseye verilmemiştir. Mü’min, bir rahatlığa kavuşunca sabreder ki bu, onun için hayırlıdır. Mü’min, kendisine bir zarar dokunduğu zaman da sabreder ki bu da onun için hayırlıdır” (Müslim).
İman etmenin, Allah’a kulluk etmenin, namaz kılmanın ve “ben Müslümanım” demenin bir bedeli vardır. Bu bedel, bazen şehadetle, bazen uzuvların kaybedilmesiyle ve bazen de zindanlara atılmakla ödenir. Bu, bize peygamberlerden peygamberlere, mü’minlerden mü’minlere naklolunarak gelen bir mirastır. Müslüman olduğunu söyleyen herkes için bu mirası kabullenip gereğini yerine getirmenin dışında bir seçeneği yoktur. Çünkü Allahu Teâlâ ile yapılan alışveriş, bunu gerektiriyor. “Allah, mü’minlerden can ve mallarını, kendilerine verilecek cennet karşılığında satın almıştır” (9/111) ayeti gereğince alışveriş, artık bitmiştir. Yüce Allah, mü’minlerin hem canlarını hem de mallarını tamamen kendisine ayırmıştır. Yani bu can ve mal, artık mü’minlerin değil, Allah’ındır.
Bizden Öncekiler İmtihan Edilmiştir!
“İnsanlar, ‘iman ettik’ diyerek, sınanmadan/imtihan edilmeden bırakılıvereceklerini mi sandılar? And olsun onlardan öncekileri sınamadan/imtihandan geçirdik…” (29/2-3). “Yoksa siz, sizden öncekilerin durumu size de gelmeden Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?” (2/214).
Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere imtihan, Allahu Teâlâ’nın süregelen bir kanunudur. Bu Kanun, sadece belirli bir döneme, belirli bir coğrafyaya ya da sadece bir peygamber ve ümmetine has bir kanun değildir. Bu demektir ki insanoğlunun imtihanı, insanlık tarihi kadar eskidir. Ve insanlık tarihinde imtihana ilk örnek, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’dir (a.s). Ne yazık ki Hz. Âdem (a.s), bu ilk imtihandan şeytanın vesvesesi nedeniyle başarılı çıkamamıştır. Bu hata, Hz. Âdem ve Hz. Havva tarafından yapılan tövbe ve istiğfar neticesinde (7/23), Allah tarafından kabul edilerek affedilmiştir. Ancak bu af, Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cennetten çıkarılmasına engel olamamıştır (20/120-123). İşte insanoğlunun yeryüzündeki serüveni, bu olaydan sonra başlamıştır. Zaten asıl imtihan, insanoğlunun yeryüzündeki hayatı için söz konusudur. Nitekim Hz. Âdem’in (a.s) bu imtihanından sonra Kur’an-ı Kerim’de, çeşitli kavimlerin ve peygamberlerin imtihana tabi tutulduklarını görmekteyiz. Bunlardan imtihanı kazananlar, Peygamberlerle birlikte kurtulurlarken, imtihanı kaybedenler ise topluca helak edilmişlerdir. Bunlardan farklı olarak Kur’an-ı Kerim, bir başka benzeri olmayan Buruc sûresindeki Ashab-ı Uhdud olayından bahseder. Suçları, sadece “Aziz ve Hamid olan Allah’a iman etmek” olan bu Müslümanlardan sırası gelen kadın, erkek, çocuk ve yaşlı mü’minlerin, derince kazılan ateş dolusu hendeklere atılışları anlatılır Kur’an’da… (85/1-22) Seyyid Kutub’un deyimiyle, bu Müslümanlar, “Yeryüzü ile ilgili tüm cazibe ve bağlantılardan sıyrılarak inancını yaşamaya karşı, zaferini ilan edip kişiliklerinin üstüne yükselmişlerdir.” Seyyid Kutub, bir başka yerde de şöyle bahseder: “İnsanların tümü ölür; fakat sebepler değişik olur. Fakat herkes, böyle bir zafer kazanamaz; herkes, bu yüceliğe ulaşamaz; herkes, bu şekilde tüm bağımlılıklardan kurtularak o yüce ufuklara doğru bu şekilde kanatlanamaz… O mü’minler, imanlarından vazgeçmenin karşılığı olarak hayatlarını kurtarabilirlerdi. Fakat kendi kendilerinden neler yitirirlerdi? Tüm insanlık, o zaman neler kaybederdi? İnançsız hayatın boş olduğu, hürriyetsiz hayatın iğrenç olduğu, zorbaların; vücutları tahakküm altına aldıktan sonra bir de ruhları pençeleri altına alınca hayatın önemini yitirdiği manasını. Bu, onurlu manadır. Bu, büyük bir manadır. İşte onlar, yeryüzünden ayrılırken ve insanlara henüz onlara değecek kadar yakınken bu manayı kazandılar. Fani cesetleri yanarken zafer kazanan, ateşte arınan bu, onurlu manadır” (Yoldaki İşaretler, FecrYayınları, Ankara, Haziran 1999, Sh. 200-201). İşte bu Müslümanlar, imanları ve akideleri uğruna, hayat karşısında ölümü, dünya karşısında ahireti tercih etmişlerdir. Ve daha sonraki nesillere, hayatın bir imtihandan ibaret olduğunu en iyi şekilde bu Müslümanlar göstermişlerdir. Onların, bugün ve yarınlarda gıpta ile/imrenme ile anılmaları, hayatları pahasına zorba ve alçak kâfirler güruhuna ve yardakçılarına karşı onurlu, haysiyetli bir tavır takınmalarıdır. Ve Müslümanlara, onurlu bir miras bırakmalarıdır.
Bu tür tavırlar takınan Müslümanların benzerlerine, daha sonraki dönemlerde de rastlamaktayız. Bilal-i Habeşiler, Ammarlar, Süheyb b. Sinanlar, Sümeyyeler ve daha niceleri, bu mübarek yolu devam ettirerek daha sonraki Müslümanlara güzel örneklikler bırakmışlardır. Nitekim Mekke toplumunda İslam’ı kabul edenler; zulüm, hakaret ve işkence altında inim inim inletilerek dayanılmaz işkence ve baskılara maruz bırakılıyorlardı. Bu işkenceler altındaki kimi Müslümanlar dayanamıyor ve Mekke müşriklerine istemeyerek de olsa boyun eğmek zorunda kalıyorlardı. Kimi Müslümanlar ise Ashab-ı Uhdud benzeri şehadeti, Allah yolunda ölmeyi, hayata/yaşamaya tercih etmekteydiler. İşte böyle bir ortamda Habbab b Eret (r.a), kâfirlerin, tağutların insanlık dışı baskı, zulüm ve işkencelerini yoğunlaştırdıkları bir sırada, Allah’ın yardım etmesi için Peygamberden dua etmesini istiyordu. Ve şöyle diyordu: “Artık müşriklerin bize işkence yapmasından yıldığımız bir sırada, bir gün Nebi’yi (s.a.v) Kâbe’nin gölgesinde otururken gördüm. Yanına gittim ve ‘Ey Allah’ın Rasûlü, bizim için dua etmeyecek misin?’ dedim. Bunu duyunca yüzü kıpkırmızı oldu ve şöyle dedi: ‘Sizden önce geçen mü’minler, bundan da büyük işkencelere maruz kaldılar. Bazıları hendeklere atıldı, bazıları baştan ayağa iki parçaya biçildi. Bazıları ise imanlarından döndürülmek için demir taraklarla tarandılar. Vallahi, bu din tamamlanacak ve bir kimse hiç endişe etmeksizin San’a’dan Hadramut’a kadar seyahat edebilecek, bu arada Allah’tan başka korkacağı hiç kimse olmayacaktır’ dedi.” Böylece Allah’ın Rasûlü, değişmez ilahi kanunu hatırlatıyordu. Bu Kanun, belirli bir zaman dilimi ya da belirli bir coğrafya için değil; bütün zamanlar ve mekânlar için geçerli idi.
Ve İmtihan Devam Ediyor!
Allahu Teâlâ, mü’minleri, dün Firavun’larla, Nemrud’larla, Ebu Cehil’lerle imtihan ederken, bugün de onların çağdaşlarıyla imtihan etmektedir. Bu, değişmez ilahi bir kanundur. Dolayısıyla Allahu Teâlâ, içinde yaşadığımız toplumu da imtihan etmektedir. Elbette bu toplumda da geçmiş toplumlarda olduğu gibi, kimi insanlar ‘bu dünya hayatından başka bir hayat yoktur; ölürüz ve diriliriz, bizi zamandan (dehr) başkası helak etmez’ (45/24) inancını savunurlarken; kimileri de kendilerine bir musibet dokunduğunda; ‘Biz, Allah’a aitiz ve şüphesiz O’na dönücüleriz’ (2/156) inancını savunmaktadırlar. Birinci kesim, Firavunların, Nemrud’ların, Ebu Cehil’lerin temsilcileri olup ahiret hayatına inanmayan insanlardır ve bunlar, imtihanı kaybetmişlerdir. İkinci kesim ise insanın boş yere yaratılmadığına (23/115), yaratıldıktan sonra başıboş bırakılmadığına (75/36) ve dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olmadığına (6/32, 47/36) inanan insanlardır. Bu iki grup insan arasındaki mücadele, Habil ve Kabil’den bu yana devam etmekte olup, bu iki gruptan biri şirkin, diğer ise tevhidin egemen olması için mücadele etmektedir. Hedefe ulaşmak için şirkî mücadelede her yol meşru iken, tevhidî mücadelede ise sadece Allah’ın ölçülerini belirlediği yol meşrudur. Şirkî mücadelede yöntem, zorba ve despotçadır. Tevhidî mücadelede ise yöntem, nebevidir/peygamberidir. Her iki yöntemin uzlaşması, ortak bir noktada buluşması da mümkün değildir (109/6).
Kendi pisliklerini, çirkinliklerini ve her türlü sapkınlıklarını gizlemek için Müslümanlara baskı ve işkence yapan günümüz despot ve zorbaları, bu yöntemle Müslümanların kendilerine benzeyebileceklerini zannediyorlar. Oysa tarihe baksalar bu konuda yanıldıklarını/yanılacaklarını göreceklerdir. Çünkü Müslüman, sadece Allah’a teslim olan ve kendisine verilen hayatın, bir imtihandan ibaret olduğunun şuurunda olan insandır. Dolayısıyla kendisini yaratan Allah’ın (c.c) belirlediği çerçevenin dışına çıkması da mümkün değildir. Yukarıda verdiğimiz Ashab-ı Uhdud olayı, buna verilebilecek örneklerden sadece birisidir. Sadece bu örnek bile zorbaların yanıldıklarını göstermek için yeterli bir örnektir. Ayrıca bugün, İslam coğrafyasında ve özellikle Filistin’de, Suriye’de, Afganistan’da ve İslam coğrafyasının diğer bölgelerinde verilen İslami mücadelenin; bütün zorba, işgalci güçlerin silah ve ekonomik üstünlüklerine rağmen bütün ihtişamıyla devam etmesi, yine bu zorbaların yanıldıklarını göstermektedir.
Ali KAÇAR