Genel Gündem Yazarlar

Devletler de Kendilerine Şirk Koşulmasından Hoşlanmazlar

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde İslami kesimin en organize sivil toplum yapılanması hiç şüphesiz Fethullah Gülen adı ile anılan “Cemaat Hareketi”dir. Her ne kadar Risale-i Nur camiasının bir devamı olsa da bu hareketi Risale-i Nur camiasına bağlı tüm yapılanmalardan ayıran özellikleri vardır. Yerel gözüken bir hareket olmasına rağmen, uluslararası faaliyet göstermesi nedeniyle “yerellik” sıfatı az kalır. Bu yüzden 160 ülkede varlığı bilinen bu harekete uluslararası demek daha doğru olur sanıyorum.

Fethullah Hoca 1970’lerin başından beri bilinen-tanınan bir şahsiyet. Elbette ilmini tartacak ya da tespit edecek bir yetkim de yok, haddime de değil. Ancak bu yaşıma kadar öğrendiğim bilgiler doğrultusunda ifade etmem gerekirse, gerek adı geçen cemaat ve gerekse diğerlerinde bütüncül İslam anlayış ve uygulamasına şahit olmadım. Bütüncül İslâm anlayışı derken de; akidesi, ibadeti, muamelatı, siyaseti, sabır ve şahadeti kapsayan bir İslam’dan bahsediyorum. Zira Allah’ın Resul’ünün sünnetinde bu saydıklarımızın tamamı mevcuttur. Keza O’nun sünnetine en çok ittiba eden Hülafa-i Raşidin’de de bütüncül İslam anlayış ve uygulamalarının tamamını görmekteyiz. Mezhep imamlarımızdan Ebu Hanife Hazretleri’nde ise adeta bu anlayışın tahlilini görmekteyiz. Malumunuz Ebu Hanife Hazretleri Emevilerin son dönemi ile Abbasilerin ilk dönemi arasında yaşamıştır. (H.80-150) Her iki dönemde de yönetimin kendisine teklif ettikleri bürokratik görevleri kabul etmemiştir. Kendi ifadesiyle saltanat boyutuna ulaşmış olan bir yönetimin bürokratik ya da “Başkadılık” teklifinin kabulü onlara (saltanat sahiplerine) meşruiyet kazandırmak olur. Onun bu yaklaşımı siyasi bir bilincin ifadesi ve yansımasıdır. Yani İmam, akidesinin cinsinden sabır ve siyaset örnekliğini sergilemiştir.

Yönetimler genelde hükmettikleri dünya görüşüne göre isimlendirilirler. Marksist-Sosyalist, demokratik laik ve İslami yönetimler gibi. Keza devletler de aynı sıfatları taşırlar. Devletler tanımlanırken bir şekil olarak, bir de yönetim biçimi olarak tanımlanırlar. Üniter, karma, konfederasyon, monarşik, oligarşik devletler gibi. Bunlar şekil olarak tanımlardır. Yönetim olarak devletler daha çok egemenlik kaynağına göre isimlendirilirler. Bunlar da genelde ikiye ayrılır: dine dayalı devlet ve diğerleri. Bir devlet egemenlik kaynağı olarak neyi vaz’etti ise ona göre değerlendirilir ve tahlil edilir. Mesela demokratik-laik bir devlette velev ki yöneticileri Müslüman da olsa o devlete İslâmî bir devlet denilemez. Keza bir ülke düşününüz ki ahalisinin ekserisi Müslüman olmasın. Ancak yönetimin kaynağı vahiy ise, İslâm ise o devlet ve yönetimi İslâmî’dir. İmam Ebu Hanife Hazretlerinin görüşü de bu minval üzeredir. Vahye dayalı olmayan yönetim ve devletlerin yöneticilerinin Müslüman olması, Müslümanların o devleti İslâmî bir devlet gibi görmesine engeldir. Yine bu tür devletler İslâm adına sorgulanmaz, kritik edilmezler. Kendisini nasıl tanımlıyorsa bu tanıma giren dünya görüşüne göre tahlil edilirler.

Said-i Nursi’den başlayarak günümüze kadar geçen süre içerisinde birçok yönetimler geldi geçti. Hassaten 1950 sonrası Demokrat Parti dönemi ile birlikte var olan yönetimler biraz önce ifade etmiş olduğum İslâmî siyaset duyarlılığı ile ele alınmıştır. Oysa ibadetin cinsi nasıl vahiy ise, siyasetin cinsinin de vahiy olması gerekir. Kur’an’a dayalı olmayan bir anlayış ve uygulama nasıl İslâmî olmuyorsa, Kur’an’a dayalı olmayan bir siyaset de İslâmî değildir. İşte bu manada cumhuriyet tarihinde, neredeyse tüm cemaat, tarikat ve gruplar egemenlik kaynağına bakmaksızın yönetimin başındakilere bakarak siyasi tercihlerini yaptılar. Şayet laik bir cumhuriyet olan Türkiye Devleti’nin başında bulunan İnönü vb. ise genelde Müslümanlar yönetimden de devletten de uzak durdular. Eğer yönetimin başında bulunanların İslâmî kimlikleri önde ise bu kez (Allah rızası için!!!) yönetime ve devlete yakîn oldular.

Bu genel anlatımın biraz da özel kısmına değinirsek, özellikle Fethullah Hoca ve yakınları, yönetimde bulunanların İslâmî kimliğine de pek bakmadılar. Adeta pragmatik bir yaklaşımla kendi edinimlerini koruyacak-kollayacak kimselere öncelik ve önem verdiler. Belki bunun tek istisnası Özal dönemidir. Ama ne Erbakan ne de Erdoğan geçer not almadı. Zira Ecevit vb., Erbakan ve Erdoğan’dan daha çok kabul ve iltifat gördüler. Elbette bu ifadenin somut örnekleri mevcuttur. Mesela Merve Kavakçı olayında dönemin başbakanı Ecevit, cüssesinden daha kuvvetli bir sesle: “Burası devlete meydan okuma yeri değil, bu kadına haddini bildirin!” diye kükrediği halde Fethullah Hoca; “Allah bana şefaat izni verirse, bu izni Bülent Ecevit için kullanabilirim..” diyebildi. Hâlbuki Merve Hanım’ın tek kabahati(!) TBMM’ne başörtüsü ile girmektir. Kur’an’ın açık hükümleri ile farziyeti sabit olan başörtüsüne tahammülsüzlük göstererek meclis dışına atılmak istenen Merve Hanım’ın şahsında Fethullah Hoca hangi konuma gelmiştir acaba?

Kur’an’ı Kerim’de: “Kalbi iman ile dolu olduğu halde, kim zor karşısında kalmışsa onlar müstesna, inandıktan sonra Allah’ı inkâr edip gönlünü küfre açanlara karşı Allah katından bir gazap vardır; büyük azap da onlar içindir.” (16/106) buyurulmakta. Fakihler, zor karşısında kalma halini vücudun tamamının ya da bir kısmının yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelme hali olarak açıklarlar. Allah’ın bir farizasına tahammülü olmayan birisine şefaat edebilmeyi düşünmek hangi İslâmî anlayışla izah edilir bilemem?

11 Kasım 1996’da Yeni Yüzyıl Gazetesinde Aslı Aydıntaşbaş’ın alıntıladığı bazı görüşler gerçekten ürkütücü. Mesela; Refahyol Hükümeti’nin Başbakanı Erbakan hedef alınarak: “Dinin siyasete alet edilmesi yanlıştır. Dinin politize edilmesi dine en büyük hakarettir.” Uzun zamandır laik-dinci kutuplaşmasının Türkiye için büyük tehlike oluşturduğunu savunan Fethullah Hoca, Refah Partisi’nin sunduğu “siyasal İslâm” projesine karşılık, sistem ile barışık, laik düzen içinde yer almayı vadeden  bir “ılımlı İslâm” anlayışını savunuyor.

Ve yine aynı yazının bir yerinde; “Başörtüsü dinin furuatıdır. Başörtüsünü gündeme getirenler,  başörtüsü takmayanlara da saygı göstermesini bilmelidirler. İnsan baştakine takılmamalıdır. Önemli olan baştaki değil kalptekidir. Açık kapalıya, kapalı açığa saygılı olmalıdır. İnsan meseleyi kalpte çözmeli..”

Refahyol Hükümeti düştükten sonra -ki o hükumet hatırlanacağı üzere 28 Şubat Muhtırası’ na maruz kalmıştı.- Fethullah Hoca ve ekibi yine pragmatik bir yaklaşımla başta askerî bürokrasi olmak üzere önemli bürokratik kesimlerle yakın olmaya gayret gösteriyordu. Bu cümleden olarak 28 Şubat’ın mimarlarından güçlü Generel Çevik Bir’e Fethullah Hoca, 1998 yılbaşı kutlama mesajını da içeren bir mektup gönderiyor. Mektubun tamamını paylaşacak değilim. Ancak başlıkla beraber bir-iki cümlesini takdirlerinize sunmak isterim:

“Genelkurmayımızın çok değerli İkinci Başkanı Sayın Komutanım,

Değerli Komutanım. Kahraman ordumuzun şerefli bir mensubu en yüksek rütbede bir komutanı olarak takdir buyuracağınız üzere bilhassa Kars, Erzurum, Ardahan gibi serhat şehirleri, sık sık düşman işgaline uğradığı için bu şehirler halkında milliyetçilik duyguları çok ileridir. Birinci Dünya Harbi’nden çıkmış Kurtuluş Savaşı’nı vermiş bir ülkede İkinci Dünya Harbi’nin hemen arkasında Sovyetler Birliği tarafından tehdit altında tutulan bir doğu vilayetimizde çocukluğu geçmiş ve büyük acılar içinde büyümüş bir insan olarak çocukluğumdan beri hep içimde uyanan milliyetçilik ve ülkeme hizmet duygularımı resmî bir Diyanet görevlisi olarak görev yaptığım hemen her yerde ve cami kürsülerinde dile getirmeye çalıştım. Fırsat bulduğum her defasında, insanımızın ruhunda taşıdığı kabiliyetleri vatan ve millet sevgisini ateşlemeğe ve onları dünyada, hatta ahirette bile hiçbir karşılık beklemeden devletimize ve milletimize hizmete devam ettim.

….,

Tamamen Türk eğitim sistemine bağlı olarak faaliyet gösteren bu okullarda eğer Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bağımsız ve sosyal hukuk devleti özelliğinin aksine bir faaliyet varsa, devletimizden önce ben bu okulların açılmasını teşvik etmiş biri olarak kapatılmalarını teşvik ederim. Eğer bazılarının iddia ettiği gibi bu okullarda herhangi bir dış ülkeden veya ülkemize düşman kuruluşlardan alınmış tek kuruşluk destek varsa, zaten hastalıklarla sonuna gelmiş hayatımı bizzat kendi ellerimle noktalarım. Bununla birlikte, devletimiz zaten kendisinin olan bu okulları dilediği zaman devralabilir. Kaldı ki bu okullar zaten devletimizin olduğu için böyle bir de devirden söz etmek bile abestir. Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama vazifesini deruhte etmiş şanlı ve kahraman ordumuzun seçkin ve şerefli bir mensubu, Genelkurmay’ımızın İkinci Başkanı olarak ne zaman, nerede ve ne şekilde arzu buyurursanız, bu okulları şereflendirebilir ve her türlü teftişi yapabilirsiniz. Fethullah Gülen”

Şimdi bu mektubu yazan kişinin “takiyye” meselesini de kabul etmediğini dikkate aldığımızda bu mektuptaki ifadeleri nasıl okuyacağız ve yine başta Zaman Gazetesi  yazarlarından İhsan Dağı’nın: “Daha 10 yıl önce devletten tümüyle dışlanan muhafazakâr-İslâmcı AK Partililerin bugün devletle bu kadar özdeşleşmesi inanılmaz bir yolculuk öyküsü. Şaşılacak birşey yok; devlet olan AK Parti devlet gibi davranıyor, bildiğimiz devlet yani…”(Zaman 3/12/2013) Bu ifadeler mi AK Parti’nin devletle özdeşleştiğinin resmi, yoksa Fethullah Hoca’nın Çevik Bir’e yazdığı mektuptaki ifadeler mi devletin kutsandığının, devletle hemhal olunduğunun ifadesi?..

Aslında benim anlamadığım hususlardan biri de Hoca’nın İsrail ve Yahudilere gösterdiği ilgi, acıma, merhamet… Yıl 17 Ocak 1991, müttefik kuvvetler Irak’ı denizden ve havadan bombardımana tutuyor. Neredeyse taş üstünde taş, gövde üzerinde baş bırakmıyor. Bu arada Saddam zalimi de İsrail yerleşim yerlerine birkaç füze fırlatıyor. Ve Hoca: “Ağlayın ağlayın, yalnızca Bağdat’a değil, İsrailli çocuklara atılan füzelere- bombalara da ağlayın.” mealinde söz söylemişti. Başbakan Erdoğan’ın, İsrail siyasetinin duayenlerinden ve cumhurbaşkanı olan Şimon Peres’e: “Siz, insan öldürmeyi çok iyi bilirsiniz.” cümlesi ile başlayan ve “one minute” ile biten Davos konuşması da hoşlarına gitmemişti. Keza Mavi Marmara olayında uluslararası sularda şehit edilen dokuz kardeşimize, bırakınız üzülmeyi taziyede bile bulunmadılar. Bilâkis meşru İsrail makamlarından izin alınmadığı için Mavi Marmara teşebbüsünü kınadılar bile.. Her neyse bunları çoğaltmak mümkün, ama bu kadarı yeter sanırım. Ancak bütün bunlardan sonra İslâm’a rağmen Müslümanların keder ve sevinçlerini paylaşmakta cimri olduklarını ifade etmem gerekir. Allah aşkına özellikle son otuz yılı dikkate alalım. Ümmet olarak nice felaketler yaşadık; Filistin’de, Cezayir’de, Tunus’ta, Libya’da, Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de. Hangisini paylaştınız? Hiçbirini. Sevinçlerimiz oldu; Cezayir’de FİS’in, Filistin’de Hamas’ın seçimleri kazanması keza Arap Baharı sürecinde Bin Ali’nin gitmesi Kaddafi’nin, Mübarek’in devrilmesi gibi. Bunların hangisinde sevincimizi paylaştınız? Hiçbirini.

Genc_Birikim_Aralik_2013_Sayi_175_Buyuk

SONUÇ

Bilhassa 7 Şubat 2012’de Hakan Fidan’a yönelik başlatılan yargı sürecini siyasi irade ve sağduyulu Türkiye halkı çok iyi okudu. Keza en azından o günden bu yana yapmak ve yapılmak istenilenleri de okuduk. Bundan sonra da okuyacağız. Hükümet ya da siyasi irade birçok alanda olduğu gibi eğitim alanında da bir şeyler yapmak istiyor. Gerçekten 11 yıllık AK Parti yönetiminin en başarısız olduğu alan eğitim. Dershaneleri dönüştürmek istiyor. Bu kararında haksız olabilir. Yanlış düşünmüş olabilir. Gezi Parkı eylemcilerinin sökülen ağaçları bahane ederek ortaya koyduğu KALKIŞMA eylemi ile dershaneleri bahane ederek sizin ortaya koyduğunuz yaklaşım arasında ne fark var? Bu konuyu daha bir suhuletle ele alamaz mıydınız? 28 Şubat’çı Çevik Bir’e, katil siyonist İsrail’e ve onların lobilerine gösterdiğiniz hoşgörü ve iyi niyeti mevcut AK Parti iktidarına ya da hedefe koyduğunuz Başbakan’a gösteremez miydiniz? Bakınız din bir bütündür. Merhum Şehid Seyyid Kutub’un ifadesiyle ya tam alınır ya da tam olarak bırakılır. Eğer İslâmî akidemiz sağlam ise ibadet, muamelat ve siyasetimiz, sosyal ilişkilerimiz de o akideye uygun olmalıdır. Ve her birimiz, birey olarak da cemaat olarak da yine Seyyid Kutub’un ifadesiyle çarşıda pazarda dolaşan canlı Kur’an haline gelmeliyiz.

Ve son bir hatırlatma: devletler kendi bekalarını önceler, rejimler de kendi bekalarını önceler. Şayet herhangi bir rejim, devletin bekasının önünde engel teşkil ediyorsa devletler onun gözünün yaşına bakmazlar. Selçuklu, Osmanlı tarihleri bunun örnekleriyle doludur. Kanuni’ye en çok sevdiği şehzadesi Mustafa’yı katlettiren saik ne idi. Devletin beka sorunu idi. 2008 Haziran’ında başlayan Ergenekon, Balyoz vb. davalar rastgele davalar değildir elbet. Bilhassa belirli bir kesimin kendince biçimlendirdiği ve devletin de toplumun da sırtına yük olan Kemalizm’in tasfiyesinden başka bir şey miydi bu süreç?

İkinci ve önemli bir husus da şudur: Devlet bireyin, cemaatin şirketin, holdingin zenginleşmesine ve imkân sahibi olmasına izin verir, vasatını hazırlar. Ancak bu saydığımız birey ve yapılanmalar elde ettikleri ile devlete alternatif olmaya, devleti yönetmeye, yönlendirmeye teşebbüs ettiklerinde, evet, işte orada “dur” der.

Galiba cemaat vb. devletin müsamahası ile elde ettiği imkânları devlete hükmetme, millet iradesine müdahale etme yetkisi olarak algıladılar. Beyler hoşunuza/ hoşumuza gitsin ya da gitmesin devletler de kendilerine şirk koşulmasından hoşlanmazlar.

3 Aralık 2013

 

Exit mobile version