Arşiv Yazarlar

Bir Dava ve Fikir Adamı Olarak Mevdudi-III

CEZAEVİNE GİRMESİ VE İDAMLA YARGILANMASI!

Mevdûdî, düşüncelerinden ve eylemlerinden dolayı defalarca hapse atılmış ve idamla yargılanmıştır. Ama ne hapishaneler ve ne de idamla yargılanma, Mevdûdî’yi mücadelesinden alıkoyabilmiştir. Pakistan gibi bir ortamda adeta kelle koltukta ve her daim ölümle burun buruna iken mücadelesine devam etmiş bir mütefekkir ve bir dava adamıdır.

Mevdûdî, ilk kez anayasa çalışmaları ve Keşmir meselesi nedeniyle hapse atılmıştır. Mevdûdî, bir konferansında; “Pakistan hükümeti mutlak hâkimiyet sahibi Allah’ın iradesine ve emirlerine uymalıdır; İslami hukuk ülkenin temel yasasını oluşturmalıdır; İslam hukukuna aykırı her türlü yasa geçersizdir; hükümet iktidarını ancak İslam hukuku çerçevesinde kullanabilir” tarzında gündeme getirdiği bu esasların ülke çapında bir kampanyaya dönüştürülmesi, iktidarı rahatsız etmişti.[1] Bir de Mevdûdî’nin, hükümetin, Hindistan ile yaptığı ateşkese rağmen el altından Keşmir’de gizli bir savaş yürütmek için hazırlık yapmasının yanlış olduğunu, hükümetin ya Keşmir meselesinden dolayı Hindistan’a savaş açmasını ya da kabul ettiği ateşkesin şartlarına uyması gerektiğini iddia etmesi de hükümeti rahatsız etmişti.[2] Bu iki nedenden dolayı hükümet, Mevdûdî’yi, 4 Ekim 1948’de tevkif etti ve 28 Mayıs 1950’ye kadar mahkemeye çıkarmadan uzun süre hapishanede alıkoydu. Bu, Mevdûdî’nin ilk kez mahkûm edilişiydi; ancak son olmayacak ve diğer mahkûmiyetler arka arkaya gelecekti. Ama hiçbir mahkûmiyet onu, mücadelesinden vazgeçirmeye güç yetiremeyecekti.

Diğer bir mahkûmiyeti ise Kadıyanilik meselesi yüzünden olmuştu. 1952–1953 yılları arasında Pencap’ta halkın çoğunluğu Kadiyaniliğin İslam ümmetinden ayrı bir azınlık olduğunu ilan edilmesini talep etmekteydi. Mevdûdî de hükümet politikasını kınayan ve halkın bu isteklerini destekleyen “Kadiyani Meselesi” adlı risalesini yazarak 5 Mart 1953’te neşretti. Kitap neşredilir edilmez kısa bir süre içerisinde hemen yasaklandı. Cemaat-i İslami ise tepkisini, Kadıyanilik aleyhine gösteriler düzenleyerek göstermeye çalıştı. Hükümet, Mevdûdî’yi, Cemaat-i İslami’nin 1953’te Pencap’ta düzenlediği Kadiyanilik karşıtı gösterileri yazılarıyla kışkırttığı gerekçesiyle 28 Mart 1953’te tutuklattı. Mevdûdî, hükümet tarafından, Kadiyani Meselesi’ni neşrederek sıkıyönetim kurallarını ihlal etmekle ve “Pakistan’daki farklı gruplar arasında düşmanlık ve nefret duygularını körüklemekle”, yine Tasnim’deki kışkırtıcı makalelerinden ötürü suçlanmaktaydı. Bu ithamlara binaen Islahi ve Mian Tufeyl de dâhil Cemaat’in on iki kadar lideri ve Kadiyani Meselesi’nin naşirleriyle birlikte yirmi sekiz çalışan tutuklandı; Cemaat gazeteleri Kevser ve Tasnim ise kapatıldı.[3] Göstermelik bir yargılamadan sonra mahkeme, 11 Mayıs’ta Mevdûdî’yi fitne çıkarmakla suçlu buldu ve ölüm cezasına çarptırdı.[4] Mevdûdî, 11 Mayıs 1953 tarihinde sıkıyönetim mahkemesinin verdiği kararla ilgili olarak şunları söyledi: “Eğer Allah (cc) böyle istediyse bu akıbeti memnunlukla kabul ediyorum, ama eğer O’nun iradesi değilse, ne yaparlarsa yapsınlar bana en küçük bir zarar bile veremezler.”[5]

Bu idam kararı üzerine ülke içinde ve ülke dışında çok sayıda protesto eylemleri gerçekleştirildi ve çok sayıda da tepki telgrafları gönderildi.[6]

Mevdûdî’nin cezasına karşı dünyada bu kadar tepki doğmasına rağmen, kendi, askeri mahkemenin kararından zerre kadar telaşlanmamış ve korkuya da kapılmamıştır. Arkadaşları, cezaevinde cezası için afta bulunulması ile ilgili başvurmaları gerekip gerekmediğini sorduklarında idam mahkûmlarının hücresinden kendilerine şöyle seslenmiştir: “Hayır, kesinlikle! Şahsım, ailemin herhangi bir ferdi veya cemaatim tarafından af başvurusunun yapılmasını istemiyorum.” Ve oğlunu da şöyle teselli etti: Evladım, hiç canını sıkma. Eğer Rabbim beni yanına çağırmaya karar vermişse, bu naçiz kul O’na seve seve koşacaktır. Ve eğer O’nun böyle bir kararı yoksa bu adamlar kendileri baş aşağı iple assa bile beni asamazlar.” Sonuç olarak Seyyid Mevdûdî, kendisi hakkında verilen mahkeme kararının kaldırılması veya cezasının hafifletilmesi için temyize başvurmadı. Mevdûdî’nin şöyle dediği de ifade edilir: “Eğer bir toplumda önderler, zalim yöneticilere boyun eğer ve af dilemeye başlarsa, memlekette adalet ve insaf diye bir şey kalmaz.[7] Ülke içinde ve dışında yapılan gösteriler ve verilen tepkilerin neticesinde, Mevdûdî’nin cezası bir sivil mahkeme tarafından on dört yıl hapis cezasına çevrildi ve bu hüküm de 1953 yılı sonunda Yargıtay tarafından iptal edildi. Ancak buna rağmen Mevdûdî, serbest bırakılmadı. Daha sonra ancak 25 Mayıs 1955’te, Yüksek Mahkemenin yayınladığı bir emirle Mevlana Mevdûdî, serbest bırakılabilmişti.

Mevdûdî korkmuyordu; İslam’a aykırı düzenlemelere yazarak, konuşarak, açık hava toplantısı yaparak karşı çıkmaya devam ediyordu. Cemaat-i İslami, izin verilmemesine rağmen 25 Ekim 1963’te Lahor’da açık hava toplantısı düzenlemeye karar verdi. Toplantının yapılmaması için her türlü zorluk çıkarıldı. Ama buna rağmen Cemaat-i İslami, bu toplantıyı yapmaya kararlıydı. Toplantı günü, Mevdûdî, 10 bin kişiye konuşmaya henüz başlamıştı ki Vali, toplantıyı sabote etmek için kışkırtıcıları harekete geçirdi. Bunların bir kısmı ipleri ve perdeleri kesiyor, bir kısmı gelişigüzel sağa sola ateş ediyorlardı. Cemaat’in önemli mensuplarından Allahbakış, aldığı bir kurşun ile orada şehid düştü. Ama zorbaların asıl hedefi, Mevdûdî idi. Mevdûdî ise konuşmasına devam ediyordu. Herkes Mevdûdî’nin oturmasını istedi, çünkü etrafta kurşunlar uçuşuyordu. Fakat Mevdûdî, asıl kendisine saldırmaya gelen bu zorbalara karşı korkak olmadığını, İslam için hayatını her an vermeye hazır olduğunu göstermek istiyordu. Ve yüksek sesle şöyle haykırıyordu: “Bu aşağılık saldırı karşısında yerime oturursam, canımı kurtarmaya çalışırsam, bu ülkede ayakta kim kalacaktır?” Sonuçta Üstad Mevdûdî, kürsüde ayakta kalmaya devam etti.[8] Ekim 1963’te, Lahor’da Cemâat-i İslâmî’nin düzenlediği toplantıdaki suikast girişiminden yara almadan kurtulan Mevdûdî, Eyyûb Han’ın hazırlattığı anayasaya karşı çıkmasının ardından 6 Ocak 1964’te tu­tuklandı, dokuz ay sonra ise serbest bırakıl­dı.[9]

 

İHYA VE TECDİD FAALİYETLERİ!

 

Mevlana Seyyid Ebu’l-A’la Mevdûdî’nin hayatı ve düşüncesi, birçok bakımdan özel bir ilgiyi hak etmektedir. O, İslam’ın sistematik bir siyasi yorumunu ve görüşünü hayata geçirmek için bir toplumsal hareket planı oluşturan ilk Müslüman düşünürlerdendir. Mevdûdî’nin İslami devlet çerçevesinde ifade olunan İslami bir ideoloji ortaya koyma çabası, çağdaş ihya hareketinin yükselişine yol açan temel hamleyi teşkil etmektedir.

Mevdûdî’nin gayesi; Hindistan Müslümanlarında, asimilasyon yerine ıslahı, kabullenme yerine varlığını ispat etmeyi, çeşitlilik yerine birliği, boyun eğme yerine meydan okumayı yerleştirmek suretiyle asırların Hindu kültürel tesirini silip atmaktı. Mevdûdî, Müslümanların mümeyyiz vasıflarını, kültürel kimliğini, toplumsal ve ahlaki değerlerini vurgulamak suretiyle gittikçe endişe ve hassasiyeti artan Müslüman topluluğun etrafına dış tesirleri bertaraf edecek sağlam bir cemaat duvarı örmüş olacaktı. Mevdûdî’nin hedefi, Kongre Partisi’nin programının ve onun seküler Hindistan Cumhuriyeti vaadinin dayandığı kültürel diyalog ve ortaklaşma imkân ve ihtimalini ortadan kaldırmaktı. O, kültürel inziva halindeki meyus Müslüman topluluğun tekrar cesaret bulacağını umuyordu. Siyasi seferberliğin ve toplumsal hareketin mümkün olabilmesi için Müslüman cemaatin İslami kimliğinin yeniden canlandırılması gerekiyordu.[10]

Çünkü ona göre Müslümanlar, içine düştükleri buhrandan, ancak yine kendi imkânlarıyla çıkabilirlerdi. Buhranın çaresi, yine kendileri idi. Çünkü Müslüman toplumların çöküşüne yol açan şey, Allah’a kulluklarında kusur etmeleridir. Yani Müslümanlar, kendi gayretleriyle Batı’nın üstünlüğüne ve bilahare Hindu toplumunun yükselişine zemin hazırlamışlardı. Mevdûdî’nin düşüncesine göre, “İslam’ın düşüşü”, sadece fikir ve kurumlar bazındaki başarısızlıkların hatta tarihi değişimlerin bir mahsulü değildi; bu, daha yakın planda “Müslüman fertlerin düşüşü”nün bir neticesiydi. (…)[11]

Yine ona göre, ıslah ve ihyaya açık tek yol, İslam’ı bir hareket olarak diriltmek ve Müslüman kelimesinin manasını yeniden canlandırmaktır. Onun bu husustaki tezi, titiz ve sistemli bir biçimde ve hem Müslümanları Batılı tesirlerinden kurtarmaya hem de onların imanlarına olan bağlılığını güçlendirmeye çalışan “üç manevralı bir hücum” şeklinde izah olunuyordu: “Ben, Batı kültürünün ideolojik köklerine şiddetli bir şekilde saldırdım… İslam’ın akidevi esaslarını, bildiğim en kâmil şekliyle yaydım. Daha önceleri dindar Müslümanların bile Batı’yı izlemekten başka çare görmediği mühim meselelere pratik İslami çözümler sundum. (…)”[12]

Mevdûdî’ye göre tecdid, Nebevi Devrin sonundan bugünün Hindistan’ına kadar hayır ile şer, İslam ile küfür arasındaki mücadelenin mührünü vurduğu İslam tarihi tecrübesinin merkezinde yer alıyordu. Onun bu doktrinle ilgili değerlendirmesi, açıkça Batı tarihçiliğinin izlerini taşıyan devrimci bir İslam tarihi yorumu sunmaktadır. O, tecdidi sadece dini bir doktrin olarak değil, bundan daha önemli olarak, siyasi icapları inanca bağlayacak, Müslümanları yönlendirecek ve her şeyden önce İslam akidesini yeniden yorumlama ve rasyonelleştirme salahiyeti iddiasına dayanak teşkil edecek tarihi bir paradigma olarak kullanıyordu. Tecdid, Müslüman kavramını yeniden tanımlayarak fert düzeyinden başlayıp, nihai noktada bütün bir toplumu kuşatan bir süreçti; kavram, ayrıca geleneksel dünya görüşünde de bir nitelik değişikliği doğuruyor ve onu modernliğe doğru harekete geçiriyordu. Mevdûdî, Müslümanları İslam’a dönmeye çağırıyordu. Fakat bu, toplumsal ifadesi kalıcı bir modern siyasi düzeni destekleyebilecek şekilde rasyonelleştirilmiş ve basitleştirilmiş bir İslam’dı.[13]

Diğer çağdaş İslami ihyacılar gibi Mevdûdî de tarihi, İslam tarihi olarak değil, küfür ve cahiliye tarihi olarak görüyordu. İslam tarihi, insan iradesinin mahsulü olması itibariyle yozlaşmaya yatkındı ve nitekim yozlaşmıştı da. Ona göre İslam tarihi, ilk dönemi müstesna, hiçbir değer ifade etmiyor ve dini bir hakikat belirtmiyordu. Müslüman toplumların tarihi, ilahi iradenin tecellisinden ziyade İslam’ın düşüşünün hikâyesiydi. Mevdûdî’nin görüşüne göre –ki bu görüş, bilahare bazı ihyacı mütefekkirlerin düşüncesini de şekillendirdi- İslam tarihi, Raşid Halifelerle son bulmuştu; zira onları müteakiben kurulan toplumsal ve siyasi kurumlar, her halükarda İslam idealini yansıtmaktan uzaktılar. Bu yüzden İslam’ı ihya etmek için Raşid Halifelerden sonra gelen her şeyi reddetmek ve bu dönemi yeniden inşa etmek gerekiyordu. Bu itibarla İslami devlet, Müslüman toplumların geleneksel tarihi birikimlerinin dışında tutulmalıydı. Bütünüyle gayri İslami olan bir ortamda iyiliği emretmek ve İslami öğretileri ihlal edenlere hakkı tavsiye etmek, boş ve anlamsızdı. İslam tarihini yeniden başlatabilmek için Müslümanların; Müslüman toplumların mevcut tarihi gelişimini durdurmaya, tarihin kontrolünü ele geçirmeye, olan ve olmaya devam eden şeyleri ilahi takdir olarak kabul etmek yerine, Allah’ın emri olması gereken şeyleri yapmaya yönelik olarak gayretli bir şekilde çalışması şarttı. İslam tarihinin on dört asırlık bir aradan sonra yeniden başlayacağı bir gerçekti.[14]

Mevdûdî, Kur’anî terimleri ve kavramları, en iyi açıklayan, yorumlayan, güncelleştiren ve hayata indirgeyen mütefekkirlerdendir. Bu nedenle o, önce, Müslümanı tarifle işe başlamıştır. Ancak bu şekilde Müslümanlara, kendilerini sömürge düzeninin tesirinden ve zuhur eden Hindu nizamından farklı kılacak yeni bir kimlik kazandırmaya çalışabilirdi. Bu yeniden tanımlamayla, Müslümanların yaygın değerlerinin değiştirilmesi ve seküler bir Hindistan kimliğine mahal vermeyecek ve toplumsal hissiyatı güçlendirecek kolektif bir hareket şeklinin temellerinin atılabileceğini umuyordu.[15] Ve Mevdûdî, şu tesbitte bulunuyordu:

“Biz, Kur’an esasına dayalı İslami bir rönesans bekliyoruz: Bize göre Kur’ani öz ve İslami düsturlar değişmez; fakat bu özün pratik hayat sahasındaki tatbiki daima şartlardaki değişikliğe ve bilgideki tekâmüle göre şekillenir… Bizim yolumuz, hem yakın bir geçmişte yaşayan Müslüman ulemanın hem de modern Avrupai kesimin tarzından oldukça farklıdır. Biz, bir yandan Kur’an’ın hakiki özünü emerek bakış açımızı İslami esaslara bağlıyoruz; diğer yandan da son sekiz asırda bilgi alanında ortaya çıkan gelişmeleri ve hayat şartlarında meydana gelen değişmeleri tam manasıyla takdir etmek durumunda bulunuyoruz; üçüncü olarak da bu fikir ve kanunları hakiki İslami çizgiler etrafında tanzim etmek zorundayız ki bu suretle İslam bir kez daha dinamik bir güç, dünyanın takipçisi değil lideri olsun.”[16]

Mevdûdî, “Doğuştan veya ismen Müslüman olunmaz, Müslümanlık şeriata uyup uymamakla belli olur,” diyordu. Hakiki iman ile ismen Müslüman oluşun birbirinden ayrılması, Mevdûdî’nin ideolojisine meşruiyet sağlıyor ve hareket planına bir dava havası veriyordu.[17] Mevdûdî’ye göre mü’minler, hakiki manada Müslüman olmak için bir ihtida sürecinden geçmeli, dinin özüne olan şehadetini yenilemeli, kendilerini başka bütün inançlardan arındırmalı ve şer-i şerife uygun olarak yaşamalıydı. “Bozuk bir niyet” diyordu Mevdûdî, “ne ilhama mazhar olabilir, ne âlemi kavrayabilir ne de etkili bir şekilde düşünebilir. İdeal İslam düzeninin tesisi, bu ihtida sürecini takip etmeli ve bu sebeple de Müslüman fertlerle başlayıp, İslam’ın sınırlarını genişletme ameliyesi ile neticelenecek bir dava nokta-i nazarına dayanmalıydı.”[18]

Mevdûdî, İslam inkılâbını tanımlamak durumunda kaldığında devrimden ziyade tekâmülden bahsediyordu. “Birden vuku bulacak bir inkılâp ne mümkündür ne de arzu edilmektedir” diyordu Mevdûdî 1948’de; Cemaat’in hedefi bu değil, “Nebevi çağda görülen tedrici değişim olmalıydı.” Mevdûdî’nin devrimi, esas itibariyle bir reform süreciydi:

“Eğer biz, hakikaten İslami ideallerimizi gerçeğe dönüşmüş olarak görmek istiyorsak bir cemiyetin kolektif hayatında meydana gelen bütün istikrarlı değişimlerin tedrici olarak gerçekleştiği şeklindeki tabiat kanununu görmezden gelemeyiz. Bir değişim ne kadar ani ise o kadar kısa ömürlü olur. Değişimin kalıcı olabilmesi için aşırı önyargılardan ve dengesiz yaklaşımlardan uzak olması gerekir.”[19]

Mevdûdî’ye göre İslami devlet, gelişen bir model değildi; hiçbir değişikliğe ihtiyaç duymayan, bizatihi mükemmel olan bir modeldi. İnsanoğlu, onun ötesine geçemezdi; ona düşen bu devleti kurmak, daha sonra da onu muhafaza etmekti. Haliyle siyaset, seçimler ve teşri faaliyetleri böyle bir devlette ancak ikinci derecede roller üstlenebilirdi.[20]

 

Ali KAÇAR

 

[1] Kışlakçı, age. s.77

[2] Rıza Nasr, İslami İhyanın teşekkülü, s.93

[3] Rıza Nasr, Cemaat-i İslami, s.230

[4] Daha geniş bilgi için bkz: Rıza Nasr, age. s. 220 vd.

[5] Kışlakçı, age. s.82

[6] Kışlakçı, age. s.83

[7] Kışlakçı, age. s.84-85

[8] Kışlakçı, age. s.91-92

[9] Prof. Dr. Anıs Ahmad, Türk Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Mevdudi maddesi

[10] Rıza Nasr, İslami İhyanın Teşekkülü, s.15-16

[11] Rıza Nasr, age. s.118

[12] Rıza Nasr, age. s.119

[13] Rıza Nasr, age. s. 121

[14] Rıza Nasr, age.128

[15] Rıza Nasr, İslami İhyanın Teşekkülü, s.107

[16] Rıza Nasr, age. s.109

[17] Rıza Nasr, age. s.135

[18] Rıza Nasr, İslami İhyanın Teşekkülü, s. 139

[19] Rıza Nasr, age. s.154

[20] Rıza Nasr, age. s.193

Exit mobile version