Akıl Tutulmasının Sürüklediği Kifayetsizlik – II
Arşiv Yazarlar

Akıl Tutulmasının Sürüklediği Kifayetsizlik – II

Akıl Tutulmasına Götüren Faktörler

Akıl, insan fıtratına yüklenen, geliştirilmeye muhtaç ve insanı, diğer yaratılmışlardan ayıran en önemli ikramdır, diyebiliriz. Düşünebilmek; eğriyi, doğruyu birbirinden ayırabilecek; zekâ kadranına sahip olabilmek; hakikati görebilmek; duyuların aktardığı dataları olabildiğince kreatif (verimli) kullanabilmek; daima en güvenli alana yönelmeye ve bu korunaklı alanda kalmaya yarayacak stratejik teknikte hamleler üretebilmek; eşyanın (şeylerin) içerisinde kendi konum, kapasite, yeteneklerine göre eşyanın arka planını ve kendisiyle bağını gözlemleyerek hakikati tespit edebilmek ancak insana verilen akıl nimetiyle gerçekleşecek bir husustur.

“Hiç kimse, kendini hidayete götürecek ya da tehlikeden alıkoyacak akıldan daha faziletli bir şey kazanmamıştır.” Hz. Muhammed (sav)

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır.” (Al-i İmran-190)

Merhamet, şefkat ve vicdan sahibi her insan için akıl nimetinden yoksunlukların gözlemi; çaresizliğin, muhtaçlığın derin ifade ve hüzünlerini taşır. Aklın varlığı ve bu varlığı müspet kullanabilmek, faydalarını görebilmek onu (aklı), ikram edilmiş bir nimet vasfına getirir. Uykunun ölüm, sabinin (çocuğun) masumiyet, deli ya da divanenin her türü dengeden mustarip olduğuna dair asgari anlam yüklense dahi akıl nimetinin yokluğunun getirdiği ahvalle, aklın varlığının önemi daha da ciddiyet kazanmaktadır.

“Üç kişiden, kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır: Aklı başına gelene kadar mecnundan veya deliden, uyanıncaya kadar uyuyandan, akıl baliğ olana kadar çocuktan.” Hz. Muhammed (sav)

Çoğu insan için akıl nimetinin kendilerinde var oluş gerçekliği dahi maalesef onun (aklın) geliştirilmesini, kullanılmasını ve aktifleştirilmesini engellemeye yönelik birtakım paravanlar üreterek akılsız gibi davranmalarına da mani olmaz. İlmi eksiklik, tecrübesizliğinin ya da kimsesizliğinin getirdiği acziyet ve mağduriyet, makul daire içerisinde değerlendirmek kaydıyla bu hâl, insanın akıl tutulması evresidir. Bu evrede insan, “ben” der, “dünya” der; der, der. Akıl nimetinin fevkine varıp hayatı için devreye koyana kadar, der. Tabii ki bu ifade ve fiillerle hakikate karşı durur. Ne yazık ki hakikate karşı sergilediği her ifade ve eylemiyle kalbi kararır, duyuları körelir. Günün sonunda ise geri dönülmesi imkânsız eşiği aşar. Akıl tutulmasına sürükleyen birçok etmen olmakla beraber, dikkat çeken bariz iki unsurun, bilginin ve dünyevi imkânların insanı bir halt zannetme yanılgısına sevk etmesidir.

“Gerçek şu ki Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü), akıl erdirmez sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal-22) “Hevasını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?” (Casiye-23)

Birincisi, çehresini (yönünü) bilgiye dönerek gerçekleştirir. Şeytanın (Allah’a sığınırız şerrinden) bilgiyle ciddi bir şekilde donanımı ve kaydettiği seviyenin oluşturduğu kibir dikkate alındığında insanın, hikmetten yoksun bilgisi ve tecrübesi, onu kör eder ve hayata ukalalık ekseninden bakmasına neden olur. Ancak bu akıl tutulması, onun içerisinde taşıdığı korkuyu da büyütür. Gözlerine tutulan projektörün etkisiyle körleşmiş, körelmiş,  sinmiş, yön duygusunu ve yolunu kaybetmiş bir tavşan gibidir. Oysaki ışık (akıl) nimetini, hikmetle eline alsa (akıl nimetine muktedir olsa) önü aydınlanmakla kalmayacak, ışığı dilediği yere çevirmekle dilediği yerin aydınlanabileceğini de fark edecektir. Bilginin, daha doğrusu ilmin, insanı hakikate götürmesi ve onun tekâmülüne katkı sağlaması beklenir. O hâlde sorun; ilmin, hikmetten bağımsız transferi ve kişilik zaaflarının bu transferden bir adım önde olmasından kaynaklanmaktadır.

İkincisi; karanlığın (cehaletin), akıl tutulması yaşattığı insan tiplemesidir. Bu tiplerin tesis ettiği dünyevi, muannit, zorba otoriteleri (!); çevrelerini, aşiretlerini ve “malım mülküm” dediklerini o kadar sahiplenmiştir ki ele geçirdiği (!) bu dünyalıkları yitirmemek için, seviye ve kapasitesine göre akla hayale gelmeyecek sanrılar (halüsinasyonlar) eşliğinde türlü türlü mezalimi çekinmeden, ürpermeden gerçekleştirecektir. Çünkü reddetse de kabullenmese de cahildir, karanlıktadır. Karanlık/cehalet ise duyularını kör, kalbini hissiz etmiştir. Dünyanın, güneşin önüne geçerek ayı tamamen karanlıkta bırakması örneğinde olduğu gibidir. O cahil kafa ancak karanlık bir zeminde, anlık, bir çakımlık şerare ile yol ve yön bulmaya, endişelerini gidermeye çalışan, şaşkın bir korkak gibidir. Şüphesiz ki hakikat, bu tiplerin  korktuklarını, Karun misali en ağır derecede başlarına getirecektir.

“O şimşek, hemen hemen gözlerini kapıp alıverecek. Onları aydınlatınca (ışığı) içinde yürürler, başlarına karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dileseydi onların işitmelerini, görmelerini de giderirdi. Şüphe yok ki Allah, her şeye hakkıyla kadirdir.” (Bakara-20)

Velhasıl pelesenk olmuştur birçok şey dilimize. Konuşuruz hiç durmadan, önünü arkasını düşünmeden, eğrisini doğrusunu bilmeden, hesap etmeden ukala bir geveze misali. Maalesef ki yerli yerinde, sınırlara riayet ederek kelam sarf etmenin, susmanın ya da kelime israf etmemenin apayrı bir fazilet olduğunun idrakini arkamıza atarak, bunu da bir marifet addederek düşüncesizce konuşuruz.

Konuşmalarımız, fiillerimiz veya dilimiz ve fiillerimiz arasındaki bağın getirdiği reflekslerimiz içimizdeki bizi (beni) taşıdığını gösterir. Bugün olmasa da yarın, reflekslerimiz, şahit olarak getirilir aleyhimize ya da lehimize. (Fussilet 20-23) Hüsnüzanla, gayriihtiyari hâllerimizi yaşam alanımızdan soyutladığımız düşüncesine kapılsak dahi sarf ettiğimiz kelam ve ortaya koyduğumuz fiiller, kalbimizin dışa yansıması değil midir? Kalbe gelen duygular, yoğunlaşarak dilde ve fiillerde âdeta hayat bulur. İşte o vakit, eylemlerimize dair birtakım şahitlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Bu zincirleme reaksiyonun, insanoğlunun kârına dönüşmesi ancak İslam akidesinin arındıracağı kalbin ve bu arınmış kalbin  muhayyilesi, mefkûresi ile sınırlıdır. Ama has, derinlikli kelimelerin ve salih amellerin yayacağı aydınla gerçekleşecektir. İnsan olmanın gerektirdiği hata payını hesaba kattığımızda kendisiyle barışık herkes, bu ifadelerin kehanet ya da müneccimlik olmadığını kavrayacaktır. İlahi nizamla arındırılmış, nurlandırılmış, rektefe edilmiş kalplerin ürettiği akisler; ardışık, simetrik gelen söz ve davranışlarda hayat bulacaktır. Bu simetri; korkuyu, sevinci -kısaca söylemek gerekirse- insana dair ne varsa yerli yerince ve derinliklerine değin, muvazeneli yaşamaya sevk edecektir. İnsanın girdiği bu yolun ona aktardıkları, his dünyasının ve şahsiyetinin tekâmülünü olumlu etkileyecektir.

İnsanoğlu, özelde birtakım Müslümanlar, aklı erer ermez yekdiğerine, kendileri bunlardan âdeta ariymiş gibi, birçok konuda tavsiyede bulunurlar, tavsiyenin ehemmiyetini sulandırırcasına. Elbette ki Allah Resulü’nün dediği gibi din, nasihattir. Tam da burada söylenmesi gereken; nasihat, din (İslam) adına yapılıyorsa -dinin özü gereği- nasihat edenin kelamının fiilleriyle ikna edici bir uyumluluk arz etmesi gerekir. Bu özellik, sadece nasihat edenin, sekteye uğratmadan taşıması gereken bir özellik olduğu kadar, ilminin mertebesinin, sözün vaktinin ve muhatabının bu nasihate hazır olması da bir o kadar önemlidir.

Konuşuruz ve Telkinde Bulunuruz

Bizim için elzem olmayan söylemlerde bulunuruz: Allah’ın varlığını ispat etmek gibi… Oradan buradan deliler getirir, kaynak gösteririz, iddianın ispatının müddeiye ait olduğunu görmezden gelerek. Yokluk, kendini Allah (cc) ile tanımlarken; varlık, onun (cc) ile anlam kazanırken, İhlas suresi varken, peygamberlerin yöntemlerinde bu eylemin yeri ve ehemmiyeti önemsenmeyecek kadar alt sıralarda iken Müslümanlar, sanki ihtiyaç varmış gibi birbirlerine Allah’ın (cc) varlığını anlatırlar, yazarlar, çizerler  Küfrün, şirkin, zulmün, fıskın vb.  kol gezdiği, tefeciliğin yapıldığı çağımızda ya Yusuf (as) gibi, muhatabın rüyaları es geçilecek ya da Musa’nın (as) muamelat, ibadet gibi ayetlerin bulunduğu levhaları atarak Samiri’nin altın buzağısına tapan kavmine sil baştan tevhidi anlatması gibi, Müslümanların dili de aslına rücu edecektir.

Konuşur ve Savunuruz

Hatalarımıza, günahlarımıza birtakım iyi ve kötü şeyleri kalkan yaparız. Bunun adı, kısaca insanın kendisini aldatmasıdır. Oysaki doğruya yönelmek ve kendimizi kandırmaya tevessülden vazgeçmeye azmetmek, zor fakat ilk aşama için kâfi ve kayda değer bir adımdır. Kimi zaman yakınlarımız veya geçmişimizdeki figürlerin, bize göre müspet yönleri ile övünür, gururlanırız. Kabullenmesi zor olsa da yapmadığımız, yapamadığımız, hiç yapmayacağımız, belki de inanmadığımız değerleri, bir yerlere -dünyevi menfaat gereği bulunduğu yerden önümüze aşırtarak- kalkan yaparız. “Benim dedem hafızdı.”, “Babam ramazanda her gün oruç tutardı.”, “Büyükannem hacca gitmişti.” gibi sözlerle içinde bulunduğumuz durumu karartarak muhatabımızın aklıyla da alay etmiş oluruz.

Bir diğer savunma şeklimiz de bir başkasının hata ve günahlarını konuşur, detaylandırır, kendi ahvalimizden memnun olmak kaydıyla kötü ve kötülük tanımlamasının yapıldığı saf vicdan mahpushanesinden kendimizi, milletin gözünün içine baka baka tahliye ediveririz. “Bazen işini yürütmek için yalan söyleyeceksin.”, “O çalıyorsa ben de çalarım ”, “Her yerde bir dayın olacak ”, “Bir kereden bir şey olmaz.” gibi yaklaşımlar, içselleştirilerek kökleştirilmiş bazı mottolar hâlinde karşımıza çıkar.

Konuşuruz, Evrensel Değerlere Hasretle

Hep ararız, bekleriz bir şeyleri; kımıldamadan ve ne ilginçtir ki detay bilgiye hâkim olarak. Beklentilerimiz, hayal dünyamızda salgılanır. Bu hayal dünyasında bizi rahat ettirecek, kendimizce güvenli bir alan oluşturacak bir insan, bir dava ve bir adalet sistemi oluşturulur. Oysaki hakikatte, ataletin oluşturduğu böyle bir dünya yoktur; var olması da mümkün değildir  (Bakara-214) Çünkü insan, yapısının kodları itibariyle aktifleştirilmesi, aktif tutulması gereken bir varlıktır. İnsan olmayı, ona biçilen dinamizmle gerçekleştirecektir. İnsan için dünya hayatı; armut piş, ağzıma düş yeri değildir. Dolayısıyla insan, muhakkak ayağa kalkacak, gereken mücadeleyi verecek, gerekiyorsa bedeller ödeyecek, neyi hedefliyorsa ve nasibinde de varsa emeline ulaşacaktır. (Zilzal 7-8)

Konuşuruz Birtakım İşaretleri

İşaretler; referanslarıyla, renkleriyle, teşekkülleriyle, ait oldukları yolda sessiz ifadeleriyle hayatımıza anlam katar. Bizim onlara karşı samimiyetimizin derecesine göre, ciddiyet kazanır bu anlam. Her türlü soyut ve somut sahada tükettiklerimiz, ürettiklerimiz hız alır, duraksar, ihtiyaç giderir ve yön bulur. Neticeleri bu işaretlere göre sorgulanır, mükâfat görür ve nefes aldırır. Bazı işaretler vardır ki hayat kadar kıymetlidir, asla boşboğazlık kaldırmaz, akrobasiye kurban edilemez ve ihmale gelmez. Bitmeyen virajlara, derin uçurumlara, heyelan riskine, vahşi tabiata sahip, rakımı yüksek bir dağın yamacında ağır tonajlı, maksimum yüklü iş makinesiyle seyretmekten farksızdır bu işaretlerin ikazları.

Kıyamet alametleri, bunun en çarpıcı örneğini oluşturur. Usulsüz, üslupsuz, bilenin bilmeyenin dilindedir. Vaktin değerini, ifadenin yerini ve muhatabın ihtiyacını kavramadan anlatır dururuz. Görünen o ki bu işaretlerin anlatılmasının ne anlatanların ne de dinleyenlerin çoğunluğunun hayatlarında, geri dönüş niteliği içeren toparlanma emareleri yansıtmaktadır. Oysa gelmekte olan kıyamet, ürkütücü dehşeti, insanların hayatlarına çeki düzen vermek için kâfi gelebilirdi. O hâlde insanlığın kendine gelmesi ne alametlerle ne de kıyametin kendisiyledir. Anlaşılan o ki insanoğlu, kendini dünyevi ve uhrevi saadete götürecek şifreleri ancak kaybettiği ya da -en vahim ifadeyle- terk ettiği ilahını (Allah’ı cc) arayıp bulmakla çözebilecektir. Şüphesiz ki insanın, rabbine içtenlikle göstereceği en küçük teveccüh dahi rabbinin onu kuşatmasına, tahayyül edilemeyecek büyüklükte vesile olacağı hakikattir. Sadece insanın, rabbine minik bir adım atması gerekli ve yeterlidir.

“… Onlar, Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu. Şüphesiz münafıklar, fasıktırlar.” (Tevbe-67)

Esasen konuşmak, güzeldir; insan olmanın gereğidir ve insanın olmazsa olmazıdır. Bir nehir gibi,  hisler ve düşünceler kaynağından kalbimize akar, dilimize yönelerek, dudaklarımızda kelimeler hâlinde derlenerek bir ifade şeklini alır, konuşmak. İfadeler, muhatabına; rengiyle, manasıyla ve rayihasıyla iklim yaşatır. Bu iklimin kimi kurak, kimi fırtınalı, kimi yangın yeri, kimi ise mümbittir. Kimi ümit, kimi kasvet yaşatır. Bu iklim şartları, insanın kalbini besleyen kaynağın vasfı ve niteliği ile doğrudan alakalıdır. Bu kaynak, insana bir tarz katarak âdeta ayak izi gibi, onda ifade izini oluşturur. Artık bu ifade izi, o insanın kimliğinin bir parçası ve işaretidir.

Enaniyet ile sarmalanmış tecrübelerimiz, yalancı çobanın yalanda ısrarını, konforun sürüye verdiği mayışıklığı ve mevcut olumsuz gidişatı içselleştirmiş ahalinin rutin hayatını bize de yaşatabilir. Daha kötüsü, güvenirliğinden şüphe olunmayan kişinin uyarılarını dikkate almayarak karşı duran muannit zorba gibi, akıl tutulması da yaşatabilir. Akıl tutulmasının sürüklediği, sürükleyeceği rüsva oluş, vahim örneklere bakarak ibret ve tedbir almayı gerekli kılar. Yukarıda da mütemadiyen dile getirildiği üzere eylemsiz tavsiye bizi, “Ele verir talkını (telkini), kendi yutar salkımı.” pozisyonuna indirgeyecektir.

“Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında çok çirkin bir davranıştır.” (Saf 2-3)

Evet, her birimizin yüklendiği, sorumluluğunu aldığı, rehberlik ettiği emanetleri vardır. Türleri, nitelikleri ve rakamsal değerleri ne olursa olsun. İhmal ettiklerimiz, farkında olduklarımız ya da olmadıklarımız, hiç fark etmez. İfadelerimizle bütünlük kazanan kelimeler gibi… Emanetlerle donatılmış yükü sırtlayanın (insanın) tabiatı gereği, yükün sorumluluğunu (çobanlığını) ifa etmesi gerekir. Ancak varlığımızın sınırlı hususiyetleri dikkate alındığında batın, zahir ve ahir dünyamızın derinliklerinde ilerleyebilmemiz ancak bir rehberin kılavuzluğunda gerçekleşecektir. Bilgimiz, takatımız, erişebileceğimiz madde ve mana âlemi, birtakım tecrübelerimizle sınırlıdır. Sınırlarımızın ötesi bilinmezlik âlemidir. Bilinmeyen ise insan için esrarını (gizemini) her daim korur ve riskler barındırır. Tecrübelerimiz ise kalbimizin döngüsüyle, yeni yeni tanımlamalarla karşımıza çıkabilir, aynı olayı farklı versiyonlarıyla bize tekrar tekrar yaşatabilir. Resulullah’ın (sav) çobanlığına (rehberliğine) güvenmek, Müslüman için imanının gereği olmakla beraber, insanlık için de tek çıkış yoludur. Ancak bu yöntemle ilahi murakabe emniyeti aktifleştirilebilir. Bu sayede insan aklı, tutulma yaşamadan seferine devam eder ve menziline sağ salim ulaşabilir.

“Ey inananlar! Ant olsun ki sizin için Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Resulullah, en güzel örnektir.” (Ahzab-21)

Şüphesiz sözlerin en güzeli ve doğru olanı, aziz mevlam Allah’a (cc) aittir. Selam ve dua ile…

             Yasin TEKİN

28 Kasım 2023/ Salı

15 Cemâziyelevvel 1445

GRUBA KATIL