Bismillahirrahmanirrahim…
“O (Muhammed), kendiliğinden bir şey söylemez; söylediği ancak kendisine gönderilen vahiydir” (Necm, 3-4)
Günümüzde en çok tartışılan konulardan biri de hadislerin, daha doğrusu sünnetin vahiy kaynaklı olup olmadığıdır. Vahyin sünnetle doğrudan veya dolaylı olarak bir ilişkisi var mıdır, yok mudur? Çok eskilere dayanan bu tartışmanın farklı açılardan zaman zaman gündem olması bazen hakikati anlama çabası olurken, bazen de art niyetli düşüncelerin kafa karışıklığı meydana getirmek için ortaya attığı bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yüce Allah’ın insana bahşettiği ve diğer canlılardan daha üstün bir mertebeye çıkmasına yarayan akıl melekesinin, doğru kaynaktan uzaklaştığında nasıl da sapkınlığa doğru evrildiği hepimiz için yadsınamaz bir gerçektir.
Aklına kılavuz olarak vahyi tercih etmeyenlerin, sınırlı düşünme yetisiyle içinden çıkılmaz bir mantık karmaşasına düştüğünü ve bunun sonucunda yolunu şaşıranlardan olduğuna tarih boyunca sıkça tanık olmaktayız. Tabi olarak konunun anlaşılabilmesi için doğru kaynağa başvurmak durumundayız. Bunun için vahye ve vahyin ilk muhatabı olan sahabenin bakış açısına, onların görüşüne yer vermeden, bu tartışmanın doğru anlaşılmasının mümkün olmayacağını da belirtmek durumundayız.
Öncelikle İslam’ın en temel iki ana kaynağı olan vahiy ve sünnetin genel bir tanımını yaparak, vahiy ve sünnet arasında nasıl bir ilişkinin olduğunu anlayarak başlayalım.
Vahiy, en genel tanımıyla Yüce Allah’ın kullarıyla iletişim kurmak için seçtiği elçilere gerek melek (Cebrail), gerek doğrudan kalbe ilham gibi yöntemlerle sözlerini, emirlerini bildirmesi olayına denir. Allah’u Teâlâ peygamberleri vasıtasıyla diğer insanlara vahiyle haberleşme yöntemini uygun görmüş ve vahyetmeyi bu şekliyle takdir etmiştir. Nitekim bu olay, Kur’an’da birçok sürede net bir şekilde ifade edilmektedir.
“Rasûlüm! Biz, Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyediyoruz. Nitekim İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Yâkub’a onun soyundan gelen peygamberlere, İsa’ya, Eyyûb’e, Yûnus’a Hârûn’a ve Süleyman’a da vahyetmiştik. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.” (Nisa 163)
“Rasûlüm! De ki: “Size «Allah’ın hazîneleri yanımda» demiyorum, gaybı da bilmiyorum. Yine size «ben bir meleğim» de demiyorum. Ben, ancak bana vahyedilene tâbi oluyorum. De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?” (En’am 19)
“Rasûlüm! Sen, Rabbinden sana ne vahyediliyorsa ona uy. O’ndan başka ilâh yoktur. Müşrikler ne derse desin aldırma, onlara ehemmiyet verme.” (En’am 106)
Vahyi saf, duru bir akılla kabul eden iman ehli bir kimsenin aynı zamanda yine vahyin ifade ettiği hikmet ve sünneti kabul etmeyişi veya sünnete eksik, problemli bir bakış açısıyla bakması pek de anlaşılır değildir. Kafa karışıklığına neden olan salt aklın, sünneti vahiyden kaynaklı bir hikmet olarak algılamayan sınırları olan mantığın acziyetini göz önünde bulundurduğumuzda bu gibi zihinsel karmaşanın olması, hiç de anlaşılması zor olmayacak bir durumdur. Burada asıl mesele, sünnet kavramına nasıl bakıldığının, sünnetin nasıl anlaşıldığının doğru bir çerçevesinin çizilmesi gerektiğidir.
Sünnet; Hz. Muhammed’in (sav) (seçilmiş olan kutlu elçi) sözleri (hadisler), davranışları ve yaşantısını içeren her şeye verilen genel bir kavramdır. Bu evrensel ve kutlu dini (İslam) kendisinden öğrendiğimiz en temel kaynaklardan biridir.
“… Resul size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allah’tan korkun! Çünkü Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Haşr 7)
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin ve Peygamber’e itaat edin ki amellerinizi boşa çıkarmayın!” (Muhammed, 33)
Peygamberimiz, Sahabeye şöyle demiştir: “Dininizi ancak benden öğrenin!” (Müslim)
“Nefsimin kudretini elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki; (işaret parmağıyla dilini gösteren peygamber) buradan haktan başka bir şey asla çıkmaz…” (Buhari, Müslim)
Ayet ve hadislerden de anlaşılacağı gibi sünnet, dinin olmazsa olmaz şartlarından biridir. Mü’minlerin annesi olan Hz. Aişe (ra.h), kendisine “Hz. Muhammed’in ahlakı nasıldı?” diye sorulduğunda, verdiği cevap, dikkatlere şayandır: “Siz, hiç Kur’an okumaz mısınız? O’nun ahlakı, Kur’an ahlakıdır” yani O (Muhammed), yaşayan bir Kur’an idi. Tabiri caizse Kur’an’ın ete, kemiğe, hakikate büründüğü kimseydi. Kur’an’ın asıl mesajının canlı örneğiydi. Konunun bu kısmı çok önemli; çünkü sünnet, bu manada Kur’an’ın tefsiri, Kur’an’ın dönüştürmek istediği insan prototipi yahut inşa etmek istediği şahsiyetin Hz. Muhammed karakterinde vuku bulmuş haliydi. Öyle ki İslam dininin ilk muhatabı olan sahabilerin sünnete bakış açısı, tam bir teslimiyet ve model alma anlayışına dayalıdır. Hz. Peygamber’in yaşam içerisindeki tüm davranışlarını, örnek almış, O ne yaptıysa onu kendi hayatlarına uyarlamaya çalışmışlardır. Giyimden konuşmasına, oturmasından yürümesine, ağlamasından gülmesine kadar her yönüyle O’nu rol model olarak benimsemişlerdir.
Abdullah ibni Ömer (r.a), Rasulullah’ı öylesine içselleştirmişti ki O’nun kimi zaman yürüdüğü yolda attığı adımların izini sürüp, aynı şekilde adım atmaya, kimi zaman yolculuk esnasında O’nun mola verdiği ağacın altında oturmaya varıncaya kadar bir model alma anlayışına sahipti. Çünkü sahabe, dinini Hz. Peygamber’den öğreniyor ve Allah’ın rızasının da ancak O’na uymak ve benzemekle mümkün olacağına inanıyordu. Sahabiler için sünnet, vahyin tefsiri, kanlı canlı örneği hükmündeydi. Onlar, “Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının!” (Haşr-7) “And olsun ki Allah’ın Resulünde, sizin için uyulacak en güzel bir örnek var, O, size en güzel bir numune ve Allah’tan mükâfat umana ve ahiret gününde mükâfat umana ve Allah’ı çok çok anana da en güzel bir örnektir.” vb ayetleri bu şekilde anlamış ve bu şekilde içlerinde hiçbir şüphe duymaksızın iman etmişlerdi.
Sünnetin bağlayıcı olup-olmadığıyla alakalı geçmişten günümüze bazı ihtilaf noktaları olmakla beraber, genel kanının sünnetin bağlayıcı olduğu hususunda ağırlık olduğudur. Üstad Mevdudi’nin “Sünnetin Anayasal Niteliği” isimli eserinde bu konu ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Detaylı bilgi sahibi olmak isteyenler bu esere başvurabilir.
Sahabiler açısından sünnet, anayasal bir niteliğe ve hükme sahipti. Hz. Peygamber’in yaşantısında dini bir hükmü olmayan bazı davranışların varlığı onlar tarafından bilinmesine ve kabul görmesine rağmen, çoğunluğu bu gibi mübah şeyleri de örnek almaktan geri durmamışlardır. Aslında sahabenin bu hassas yaklaşımının, konunun ehemmiyeti açısından sünnetin ne derece önemli olduğunun kanıtı niteliğinde bizlere de ipucu vermektedir. Seven kişinin sevdiğine benzemesi, sevdiğini örnek alması ve sevdiği kişinin, en çok sevilmesi gerekene yaklaştırması onları bu konuda son derece hassas bir anlayışa ulaştırmıştır. Az önceki örneklerden de anlaşılacağı gibi, bu dinin istikamet üzere yaşanmasında sünnet olmazsa olmaz bir konuma sahiptir. Bu bağlamda Vahiy ve Sünnet arasında kopmayan sağlam bir bağın ve ilişkinin olduğu reddedilemez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Sünneti devre dışı bırakan bir İslam anlayışı, sünnetsiz bir vahiy yaklaşımının pek de iyi niyetli olduğu söylenemez. Dini ifsat etmek isteyen şer odaklarının yılların birikimiyle geliştirdiği bu kötü niyetli düşüncelerin, (Vahiy-Sünnet kopukluğu) iyi niyetli görünüm halinde bir yenilikmiş gibi zaman zaman gündeme getiriyor olması, ancak Müslümanları yanıltmak ve yenilgiye uğratmak için maskelenmiş bir tuzaktan başka bir şey olmadığını da açıkça anlayabilmekteyiz.
Yüce Allah tarafından kıyamete kadar korunacak olan Kur’an’ı tahrif edemeyen batılın taraftarları, sünnet anlayışını ifsat ederek, dini tahrif etmek istemektedirler. Eğer gerçekten sünneti tahrif etmeyi başaracak olsalardı, emin olun bir sonraki aşamada tefsir yoluyla veya farklı iddialarla Kur’an’ı tahrif etmeye de hiç çekinmeden cüret göstereceklerdir. Maalesef kısmen günümüzde bu aldatışa meyledenler bulunmaktadır. Ancak bunların aldanmaları veya yanılgıları hakikate asla zarar veremeyecektir. Nitekim bu dinin sahibi olan Allah; nasıl ki kitabını korumuşsa, bazı ihlâslı âlimler ve ihlâslı müminler vesilesiyle de sahih sünneti de korumuştur. Yani insanların dini doğru anlayıp, yaşamaları için onlara yetecek miktarda sahih sünneti de koruma altına aldığını anlayabilmekteyiz. Aksi takdirde herkese göre değişen, izafi bir din anlayışı ortaya çıkacaktı ki; doğru dini anlayıp yaşamak mümkün olmayacaktı. Dini anlama hususunda aklı tek referans olarak almak büyük bir yanılgıdan başka bir sonuca bizleri ulaştırmayacaktır. Allah’ın seçtiği, övdüğü ve en güzel örnek gösterdiği yüce şahsiyeti bir kenara bırakıp, yine Allah’ın razı olduğu, kendilerine cenneti ödül olarak verdiği kimseleri bir tarafa itip, sadece sınırları olan aklı kılavuz edinip, dini yaşamaya çalışmak insanı azgınlığa, sapkınlığa ve yanılgıya ulaştıracaktır.
Sünnetsiz vahyin anlaşılması mümkün görünmemektedir. Bu nedenle sünneti vahyin bir parçası olarak gören âlimlerin ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anlamaktayız. Yüce Rabbim, sünneti, sahabiler gibi kabul edip hayatını bu doğrultuda yaşayan kullarından olmayı bizlere nasip eylesin, âmin…
İslam DOĞUBEY