• Ali Kaçar

    Sevr’den Montrö’ye Boğazlar Meselesi – II

    - 10 Temmuz 2021

Halife Vahdeddin, Sevr Antlaşması için, “Padişahlığıma mal olsa da imzalamam” demişti ve imzalamamıştı. Bu nedenle de bu Antlaşma, kâğıt üzerinde kalmış ve yürürlüğe girmemişti. Zaten Yunanistan’ın dışında hiçbir ülke, bu antlaşmayı kendi iç hukukunda onaylamamıştı. Ancak Vahdeddin’in bu antlaşmayı imzalamaması, sadece saltanatın kaldırılmasına mal olmamış, aynı zamanda İmparatorluğun parçalanmasının da yolunu açmıştır. Zaten İngilizlerin asıl amacı, antlaşmanın imzalanıp imzalanmamasından ziyade Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasıydı. Çünkü Osmanlı parçalanırsa, İngilizler hem petrol bölgelerini ele geçirebilecekti hem de Hilafet makamının, sömürgesi altındaki ülkelerdeki Müslümanlar üzerindeki etkisini ortadan kaldırmış olacaktı. Bu ve benzeri başka nedenlerle Vahdeddin’in devre dışı bırakılması gerekiyordu. Bu, Mustafa Kemal’in de işine gelecekti. Çünkü Saltanat ve Hilafet makamı, artık Mustafa Kemal’in de önünde bir engeldi. Dolayısıyla Vahdeddin ile anlaşamayacağını anlayan İngilizler, Vahdeddin’i devre dışı bırakmak için Anadolu hareketi ile irtibata geçmişlerdir. Bu irtibatın sonucunda Mustafa Kemal ve ekibi, İngiltere’nin isteği -ve sunduğu kolaylaştırıcı imkânlar- doğrultusunda saltanatı 1 Kasım 1922’de, ‘bazı kafalar koparılacaktır’ tehdidiyle kaldırmıştır. Saltanatın kaldırılmış olması, İngilizleri rahatlatmış ve Lozan Konferansının da toplanmasının önünü açmıştı. Çünkü Lozan görüşmelerine, artık Osmanlı’nın bütünlüğünü savunan Hilafet makamını temsil yerine sadece -yeni oluşmakta olan- Ankara adına bir heyet katılacaktı.

Güç, yavaş yavaş Mustafa Kemal’in eline geçince saltanatı kaldırmakla yetinmemiş, Misak-ı Milli’ye aykırı bir şekilde kabul edilen Lozan Antlaşmasını imzalamayacak olan Birinci Meclisi de feshetmiştir. Birinci Meclisin feshi ise, hem emperyal devletlerin menfaatlerine uygun olan bu antlaşmanın imzalanmasını kolaylaştırmış hem de Mustafa Kemal’in ‘tek adam’lığının önündeki engelleri kaldırmıştır. Mustafa Kemal, bütün bunları yaparken dış güçlerle ve özellikle de İngilizlerle ilişkisinin boyutu neydi, bu, hala bugün bile bilinmiyor ya da biliniyorsa da açıklan(a)mıyor. Çünkü 5816 sayılı Mustafa Kemal’i koruma kanunu nedeniyle tarihi gerçekler yazılıp çizilemiyor. Ama bu, ilânihaye devam edecek değildir. Çünkü bir gün -er/geç- mutlaka bu ilişkilerin gerçek yüzü gün yüzüne çıkacaktır. Ayrıca gerçeklerin, bir gün mutlaka ortaya çıkmak gibi kötü/iyi bir huyu olduğu da unutulmamalıdır. Güneş balçıkla sıvanmaz. İşin üzücü tarafı ise bu ilişkilerin boyutunun bugün bile hala açıklanamıyor olmasıdır. Ne yazık ki üzerinden şu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen ‘tek adam, ebedi şef’ döneminde oluşturulan otoriter yönetimin baskın ve dayatmacı tavrı günümüzde de devam ediyor.

Lozan’a Gidecek Heyet Başkanını Mustafa Kemal Belirliyor

Lozan Antlaşması, Osmanlı’nın dağılmasını/parçalanmasını, yerine daracık sınırlara hapsolmuş, laik, seküler ulus devletçiklerin kuruluşunu sağlamıştır. Bu nedenle Lozan görüşmelerini yürütecek heyet, Osmanlı’nın parçalanmışlığını hukuki/yasal bir statüye bağlayacak yetenekte bir heyet olmalıydı. Misak-ı Milli’den asla taviz vermeyecek bir heyet, bunu engelleyebilir ve Mustafa Kemal’in de hesaplarını alt üst edebilirdi. Dolayısıyla Mustafa Kemal, işini şansa bırakamazdı. Bu nedenle Lozan Konferansına gidecek heyeti sağlama almalıydı. Yani sözünden çıkmayan, Meclis’in değil, kendi sözünü dinleyen, itaatkâr birileri olmalıydı. O dönemde Dışişleri Bakanı, Yusuf Tengirşenk idi. O, olmazdı. Aslında Lozan Konferansına Başbakan Rauf Orbay Bey’in ya da Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Tengirşenk Bey’in görevlendirileceği sanılırken, Mustafa Kemal, bu görevin İsmet İnönü’ye verilmesini istemiş ve bunun üzerine Dışişleri Bakanı Yusuf kemal Bey istifa et(tiril)miş, İsmet Paşa Dışişleri Bakanlığına getirilerek[1] Lozan Heyeti’nin de sorumlusu/başkanı yapılmıştır.[2] İnönü başkanlığında oluşturulan heyetin katıldığı Lozan görüşmeleri,[3] iki dönem halinde devam etmiştir. Birinci dönem görüşmeleri, 20 Kasım 1922-4 Şubat 1923 tarihleri arasında, ikinci dönem görüşmeleri ise 23 Nisan 1923-17 Temmuz 1923 tarihleri arasında gerçekleşmiştir.

İnönü: “Lozan görüşmeleri bir sahne oyunuydu.”

20 Kasım’da başlayan görüşmelerin sonucunda; “Müttefikler hazırladıkları antlaşma projesini 30 Ocak’ta özel olarak heyetimize verdiler. 150 sayfa, 160 madde ve 9 bağlı projeden ibaret olan bu koca belge, Türkiye ile barış için değil, fakat Türkiye’nin her çeşit egemenliğini elinden almak için yapılmıştı.

Bu projeye bakıldığı zaman görülüyordu ki bazı kısımlar daha çok ağırlaştırılmış, o zamana kadar hiç görülmemiş meseleler de istedikleri şekillere konarak antlaşmaya yazılmıştı. Bu antlaşmanın özeti ve esasları şunlardı:

1- Karaağaç, Yunanlılara kalıyordu.

2- Türk, Yunan, Bulgar hudutlarının taraflarında askerlikten tecrit edilecek mıntıka Akdeniz’e kadar uzanıyordu.

3- Trakya’da bulunabilecek Türk kuvvetlerinin sayısı, 5000 jandarmaya indirilmişti.

4- Irak hududu (Musul), Milletler Cemiyeti tarafından tayin edilecekti.

5- Türkiye’ye iade edilen Bozcaada ve İmroz adaları müstesna olmak üzere Akdeniz adaları üzerinde Yunan hâkimiyeti teyid edilmekte idi.

6- Yunanistan; Sakız, Sisam, Nikarya adalarını askerlikten tecrid edecekti.

7- Türkiye, on iki ada üzerindeki haklarından İtalya lehine vazgeçmekte idi.

8- Türkiye, kendisinden ayrılan topraklar hakkında şimdi ve gelecekte verilecek kararları muahede ile beraber kabul edecekti.

9- Boğazlardan geçiş serbest olacaktı. Çanakkale ve Karadeniz Boğazları kıyılarının iki taraftan on beşer kilometrelik kısmı askerlikten tecrid olunacaktı. Türkiye, İstanbul’da 12.000 asker bulundurabilecekti. Reisliği, Türklerden bulunacak olan Beynelmilel komisyon, boğazlardan gemilerin geçmesi işlerini tanzim edecekti. Boğazlar tecavüze uğradığı takdirde imza koyan devletler, Milletler Cemiyeti kararına uyarak müdahalede bulunacaktı.”[4]

Aslında bu maddeler, Konferans başlamadan önce üç devlet (İngiltere, Fransa ve İtalya) yetkililerinin kendi aralarında yaptıkları toplantılarda hazırladıkları ve Türkiye Heyetine dayattıkları maddelerdi. Çünkü Türkiye heyetinin katıldığı oturumlarda hiç gündeme gelmeyen, üzerinde hiç konuşulmayan maddeler de bu muahedeye konmuştu. Bu da gösteriyor ki Lozan Konferansı; günlerce yapılan oturumlar, tartışmalar ve yapılan oylamalar, bir senaryodan ibaretti. Bu Konferansta amaç, gerçekten Türkiye’nin ya da Türkiye heyetinin görüşlerine önem vermek veyahut barışın nasıl sağlanacağının şartlarını karşılıklı konuşarak belirlemek değildi. Çünkü Türkiye heyeti, artık devleti olmayan bir hükümetin heyetiydi. Yani İtilaf devletlerine göre, güçsüz ve kendilerine sunulan sözleşmeyi kabul edebilecek konumda idi. Zaten bu nedenledir ki dönemin emperyal devletleri İngiltere, Fransa ve İtalya, Lozan görüşmeleri başlamadan önce kendi aralarında bir araya gelerek Türkiye’ye sunulacak antlaşmanın maddelerini belirlemişlerdi.[5] Lozan Konferansı adı altında yapılacak toplantılar ise -İnönü’nün de dediği gibi- “usul yerini bulsun diye” yapılmış toplantılardı. Bu görüşmelerin bir senaryodan ibaret olduğunu hem İnönü hem de Dr. Rıza Nur söylemiştir. Nitekim İnönü, toplantıların göstermelik yapıldığını kendilerine verilen muahedeyi inceledikten sonra anlamış ve şöyle konuşmuştu: “Bütün bunların bir sahne oyunundan başka bir şey olmadığını şimdi anladım. Çünkü verdikleri bu muahede ile Lozan Konferansının müzakereleri arasında büyük bir münasebet yoktur. Komisyonlarda hiç görüşülmemiş birçok maddenin muahedeye konduğunu görüyorum. Aramızda kararlaştırılmış, taayyün etmiş birçok mesele muahedede şiddetlendirilmiştir. Bu şerait dâhilinde sulh nasıl imzalanır? Trakya’da bulunduracağınız kuvvetlerin sayısı tayin edilmişti. Muahedede bu sayı bize hiç sorulmadan eksiltilmiştir. Düyun-u umumiye idaresi, adeta Türkiye devleti içinde başka bir devlet haline konmak isteniyor. Anlaşılıyor ki iki buçuk ay evvel İngiltere ve Fransa arasında takarrür etmiş birtakım şartlara müttefikler konferans süsü vermek istediler. Artık her şey anlaşıldı…”[6]

İtilaf Devletleri, bu muahedenin Türkiye Heyeti tarafından kabulünü istediler. Heyetin bu muahedeyi incelemek için süre istemesi, bu sürenin de uzaması üzerine İngiliz delegesi Lord Gurzon, 4 Şubat 1923 tarihi itibariyle Türkiye heyetine haber vermeden Lozan’dan ayrılmıştır. Bunu duyan İnönü, çok üzülmüştü. Çünkü İnönü, barışın ve barış antlaşmasının imzalanması için çok uğraştıklarını, her türlü fedakârlığı gösterdiklerini ama buna rağmen haber vermeden gitmelerine çok bozulmuştu. Bu, Türkiye heyetine ne kadar önem verildiğini göstermekteydi.[7] Zaten İnönü de ara verme ile ilgili olarak İngiliz Lord Gurzon’un tavrını sadece eleştirmişti. İnönü, bu durumu Batılı gazetecilere: “Konferansın başlangıcında da böyle oldu. Bizi, buraya davet ettiler, geldik. Fakat karşımızda kimseyi bulamadık. Yalnız kaldım. Bir sefer de bana hiç haber vermeden, bir şey söylemeden, gidiyorlarmış… Yine burada yalnız kalıyorum. İnsana bir haber olsun verilmez mi?” demek suretiyle serzenişte bulunmuştu. İnönü, görüşmeler boyunca çok yoğun olarak çalışıldığını söyledikten sonra “Ben, bütün konferans esnasında bu ağır mesuliyetin yükü altında çalıştım. Şimdi hadiseler hakkında hüküm vermeyi milletlerin vicdanına bırakıyorum. Eğer dünyada tek kimse çıkıp da bana: ‘Daha yapılacak fedakârlıklar vardı…’, ‘Şu kararı almalıydınız!’ diyebilirse onları yapmaya razı olurum. Ben fedakârlığı son haddine vardırdım.

Toprak meselelerinin hepsi halledildi. Bu meselelerde kendi zararımıza ve müttefiklerin lehine kararlar aldık.

Ekalliyetler meselesini müttefiklerin dilediği gibi hallettik.

Boğazların serbestliğini kabul ettik.”[8]

Oysa İnönü’nün ve dolayısıyla Türkiye heyetinin, bu kadar taviz vermeye, ‘ne istedilerse verdik’ demeye hakları da yetkileri de yoktu. Çünkü Türkiye heyetine, TBMM Lozan görüşmelerinde uymaları gereken 14 maddelik bir talimname vermişti. Bu talimname özet olarak:

“1- Irak sınırı Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları içine alacak tarzda olması,

2- Suriye sınırı ise, “Re’si îbn Hani’den başlayarak Harım, Müslimiye, Meskene, sonra Fırat Yolu, Derizor, Çöl, nihayet Musul vilayeti güney sınırına” dâhil olacak tarzda,

3- Kıyılara yakın olan adalar sınırlar içinde kalacak tarzda olmalı,

4- Batı Trakya için Misak-ı Milli maddesi [yani plebisit istenecek],

5- Boğazlar ve Gelibolu yarımadası: “Yabancı bir askerî kuvvet kabul edilemez, bu yüzden görüşmeleri kesmek gerekirse önceden Ankara’ya bilgi verilecek”[9] şeklindeydi. Bu 14 maddelik bir talimatname ile heyete, ülkenin bütünlüğünün ve tam bağımsızlığının ön plana çıkarılması ve bu konularda asla pazarlık yapılmaması talimatı verilmişti.[10]

Lozan Konferansı’nın devam ettiği, özellikle Musul Meselesi’nin tartışıldığı sıralarda da Mustafa Kemal Paşa, 25 Aralık 1922’de La Jurnal Muhabiri Paul Herriot’a ve 30 Ocak 1923’te İzmir basınına verdiği beyanatında iddiasında ısrarlıdır: “Musul Vilayeti’nin hududu Millimize dâhil olduğunu biddefaat ilan ettik. Lozan’da elyevm karşımızda bulunanlar, bunu pekâlâ bilirler. Vatanımızın hudutlarını tayin ettiğimiz zaman büyük fedakârlıklara katlandık. Menfaatlerimize aykırı olmakla beraber sulh taraftarı hareket ettik. Artık Milli arazimizden en ufak bir parçasını bizden koparmağa çalışmak, pek haksız bir hareket olur. Buna izin vermeyiz. Musul Vilayeti Türkiye Devleti’nin hudud-u Millisi dâhilindedir. Buraları anavatandan koparıp, şuna buna hediye etmek hakkı kimseye ait olamaz. Cemiyet-i Akvam ile bu meselenin ilgisi yoktur.”

Lozan öncesinde ve kısmen Konferans sırasında bu çerçevede ele alınan sınırlar ve Misak-ı Millî, Lozan’a gidecek heyet için belirlenen politik esasları da belirlemiştir. İsmet Paşa Heyeti Lozan’a giderken TBMM’de yapılan görüşmelerde de Lozan’da Misak-ı Millî üzerinde ısrar edilmesi vurgulanmış, Konferans sırasında özellikle Musul konusunda, TBMM’nin gizli oturumlarında hep Misak-ı Millî tartışılmıştır.[11]

İnönü de heyet başkanı seçildikten sonra, Mecliste milletvekillerine yönelik yaptığı bir konuşmasında, heyetin işini en iyi şekilde yapacağını belirterek görüşmeler sırasında heyetin Misak-ı Milli çerçevesinde hareket edeceğini söylemiş ve bu konuda Meclise kesin güvence vermiştir.[12]

İnönü, Lozan Konferansına giderken kendisiyle görüşmek isteyen gazetecilere: “Bizim barış şartlarımız dünyaca malumdur. Bu şartları müteaddit defalar, müteaddit vesilelerle ilan etmekten geri kalmadığımız için onları herkes bilir. Bizim uğrunda yıllardan beri her türlü fedakârlığa katlandığımız gayelerimiz, çok mütevazı ve çok haklıdır. Bu gayeler iki kelime içindedir: Misak-ı Milli…”[13] şeklinde yine Misak-ı Milli’den asla taviz verilmeyeceğini söylemiştir.

Mustafa Kemal, La Jurnal Muhabiri Paul Herriot’a Musul’un dahi Misak-ı Milli sınırları içerisinde bulunduğunu, “Artık Milli arazimizden en ufak bir parçasını bizden koparmağa çalışmak, pek haksız bir hareket olur. Buna izin vermeyiz. Musul Vilayeti, Türkiye Devleti’nin hudud-u Millisi dâhilindedir” derken, Meclis’te de Misak-ı Milli ile belirlenen sınırların vazgeçilmezliği ile ilgili daha sert açıklamalar yapılırken murahhas üye Rıza Nur ise Mustafa Kemal’in sulhun imzalanması uğruna İstanbul’dan dahi vazgeçilebileceğine dair kendilerine -İnönü ile kendisine- şöyle talimat verdiğini söyler:

“Bizde ne hazırlık var ne dosya var, hiçbir şey yok. Lord Gürzon gibi birtakım resmi diplomatlar burada. Hem bunların mükemmel dosyaları vardır. Ne yapacağız?! Hey’et-i Vekile bize giderken bir içtimada avuç içi kadar bir kâğıda sığan bir talimat verdi. Mustafa Kemal, İsmet ile beni bir tarafa çekti, dedi ki: ‘Esaslarınız budur. Baktınız ki, hatta Trakya’yı alamıyorsunuz, sözlerinden dönüyorlar, uğraşmayın, terk edip sulhu yapın, hatta icab ederse, İstanbul’dan vazgeçmek lazımdır. Musul için hiç uğraşmayın!’ Mustafa Kemal’in de şifahi direktifi bu. Herife hayret ettim. Trakya ile İstanbul’un bizi terki meselesi olmuş bitmiş bir mesele halindeydi. Bu adamın fikri neydi? Bilmem! Galiba ne pahasına olursa olsun, demek ne olursa olsun sulh istiyor. (…) Fakat İsmet, Lozan’da Musul için daima bana: ‘Canım gel şunu bırakalım da sulh yapalım’ beni zorladı. Ben, ‘Olmaz, bütün mukavemetleri yapalım’ derdim. ‘Canım sonra boca ederiz. Sulhu kaçırırız. Verelim’ derdi. Boca, onun tabiridir. Ne yapsın, efendisinin emrini icra ediyor. İhtimal İngilizler, Trakya ve İstanbul için de Musul gibi yapsalardı oraları da vermek isteyecekti. Bereket versin İngilizler bunlara hiç itiraz etmediler.”[14]

Siz bakmayın, bugün Kemalistlerin Lozan’da zafer kazanıldığı yönündeki iddialarına! Buna ihtiyaçları vardı (halen de var), aksi halde ‘tek adam’ rejimi, daracık sınırlara hapsedilmiş Türkiye nasıl kurulacaktı ve Osmanlı, İngilizlerin istekleri doğrultusunda nasıl parçalanacaktı? Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması; başta Filistin ve petrol bölgelerinin İngilizlere bırakılması, Lozan Antlaşması ile resmileşmiş ve yasal statüye oturtulmuştu. Elbette bu Antlaşmadan önce işgaller, istilalar Osmanlı’yı dağılmanın eşiğine getirmişti. Ama Osmanlı bütünlüğünü, bu işgal ve istilalara rağmen devam ettirmekteydi. Bu antlaşma ile 600 yıllık İmparatorluğun parçalanması/dağılması, Türkiye’nin redd-i miras anlayışıyla tahkim edilmiştir. Bu Antlaşmanın maddelerine ve İnönü’nün taahhütlerine bakıldığı zaman Osmanlı’nın parçalarının nasıl terk edildiği açıkça görülecektir. Ne yazık ki Lozan’da ve sonrasında, bir mirasyedi mantığıyla hareket edilmiştir.

Kısacası Lozan görüşmeleri; Mustafa Kemal ve ekibinin, işgalci devletlerin her istediğini vermesi ile sonuçlanmıştı. Yukarıda Ali Naci Karacan’ın, İnönü’nün “Ne istedilerse verdik, her türlü fedakârlığı yaptık” şeklinde aktardığı konuşmasında da bu çok açık olarak görülmektedir. İnönü’nün “istediklerini verdik” demesinin, Mustafa Kemal’den habersiz olması mümkün değildir. Hatta Misak-ı Milli’den verilen her taviz Mustafa Kemal’in izin ve talimatı ile gerçekleşmiştir. İşin bir başka ilginç yanı ise İnönü’nün Lozan görüşmeleri esnasında Ankara ile yaptığı şifreli görüşmelerin, İnönü’ye gelmeden önce Lord Gurzon’un kahvaltı masasına gelmesiydi. Çünkü bu şifreli talimatları İngilizler çözerek Ankara’nın talimatlarını ve dolayısıyla tavrını öğrenmiş oluyorlardı.[15] Bu durum, İngilizlere, Türkiye Heyeti karşısında alacakları tavrı belirlemede önemli fırsatlar vermekteydi.

Türkiye Heyeti’nin Tekrar Davet Edilmesi

Türkiye Heyeti,[16] görüşmelere ara verildikten sonra Türkiye’ye dönmüş ve gelişmelerle, kendilerine kabul edilmek üzere verilen muahede şartları ile ilgili Meclise bilgi vermiştir. Bu muahede ve Heyetin kabul ettiği maddelerle ilgili Meclis’te yoğun tartışmalar başlamıştır. Milletvekilleri, ne adalardan ne de Musul ve Suriye sınırı ile ilgili Misak-ı Milli’de belirtilen sınırlardan asla vazgeçilmesini istiyordu. İtirazlar, tartışmalar bu yöndeydi ve gerekirse tekrar savaşılabileceği ısrarla gündeme getirilmekteydi. Zaten o dönemde İngilizlerin ya da başka bir işgalci devletin savaşmaya niyeti yoktu. Aslında Türkiye’nin de yoktu. Ama Misak-ı Milli, Türkiye için hayat-memat meselesiydi. Bütün zorluklara rağmen bu sınırları korumak için savaş göze alınabilecekti. Ancak Mustafa Kemal ve ekibi ise ne pahasına olursa olsun, Trakya hatta İstanbul’un bile verilmesi pahasına da olsa Lozan Antlaşmasının imzalanmasını istiyordu.

Meclis’teki tartışmalardan Mustafa Kemal, mevcut Meclis’le Lozan Antlaşmasının imzalanamayacağını anlamıştı. Bu nedenle Meclis’in feshi için ortam hazırlamaya başlamıştı. Nitekim henüz daha seçim zamanı gelmeden 1 Nisan 1923’te Meclis’i feshederek yeni Meclis’i, Lozan’ı onaylayacak tarzda oluşturmaya başlamıştır. Yeni Meclis’e muhalif hiçbir milletvekilini aday göstermeyerek ‘kız gibi bir Meclis’[17] oluşturmaya çalışmış ve büyük ölçüde de bunu sağlamıştı.

İşgalci devletler, Türkiye heyetini bu Antlaşmayı imzalamak için 23 Nisan 1923’te tekrar çağırdıklarında çok da zorlanmamışlardı. Çünkü zaten Türkiye tarafının bu Antlaşmaya çok istekli olduğunu, gizli şifreleri çözerek önceden biliyorlardı. Ayrıca Mustafa Kemal ile görüşen Haim Nahum’dan da -muhtemelen halen açıklanmamış- bazı bilgileri hatta bazı teklifleri de almışlardı. Türkiye Heyetine verilen antlaşma maddeleri, Sevr’in hafifletilmiş halinden başka bir şey değildi. Sevr ile bütünlük korunurken, Lozan ile Osmanlı tamamen parçalanıyor, yerine kurulan her devletçiğin egemenlik hakları da elinden alınmış oluyordu. Meclis’in verdiği 14 maddelik talimnamede belirtilen sınırlar, adalar ve boğazlar meselesi, kurulacak yeni devletin güvenliğini de işgalci devletlerin insafına bırakacak tarzda düzenlenmişti. Ama buna rağmen Mustafa Kemal ve ekibi bu antlaşmayı imzalamaktan çekinmemiş ve üstelik zafer olarak lanse etmişler ve halen de etmektedirler.

İngilizler öteden beri hedeflediklerini elde etmişlerdi; Osmanlı parçalanmış, manda rejimi kabul edilmiş, petrol bölgeleri ele geçirilmiş ve Halifeliğin kaldırılma sözü alınmıştı. Nitekim İngilizler, bu antlaşmayı Halifelik kaldırılıncaya kadar da onaylamamışlardı. Türkiye İngiliz İlişkileri kitabının yazarı Ömer Kürkçüoğlu, “İngiltere’nin hayati çıkarları başlıca iki bölgeyle ilgiliydi: Boğazlar bölgesi ve Mezopotamya (Irak). Birincisi üzerinde, aşağıda inceleyeceğimiz gibi bir anlaşma sağlanabildi. İkincisinde ise, Türkiye’nin Arap ülkeleri üzerinde hak iddiasında bulunmaması ve Lozan’da, Mısır ve Kıbrıs’ı da İngiltere’ye bırakması, İngiltere’yi Mezopotamya (Irak) ve Arap Yakın Doğu’su yönünden bir ölçüde rahatlattı. Fakat Türk-Irak sınırı, Musul konusu yüzünden Lozan’dan kesin bir çözüme kavuşturulamadı.[18]

Sevr ile Osmanlı Devleti varlığını devam ettirecekken, Lozan ile Osmanlı yıkılmış ve yerine Suriye, Irak ve Türkiye gibi küçük ulus devletçikleri kurulmuştur. Bu da gösteriyor ki Sevr, Lozan’ın mukaddimesi mahiyetinde olmuştur. Lozan’ı kabul ettirmek için Türkleri biraz hırpalamak maksadına matuftur. Yani ‘Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek!’

Ali Naci Karacan, “İki buçuk ay çalışmadan sonra müttefiklerin delegeler heyetimize verdikleri antlaşma projesi böyle bir antlaşma projesi, yani “Sevres” bir başka türlüsü idi, Antlaşmanın genel hükümleri Türkiye’nin adli, mali, ekonomik bağımsızlığını baltaladığı gibi düyun-u umumiye de devlet içinde ikinci bir devlet olacak duruma girmekte”[19] olduğunu söylemektedir. Sevr Antlaşmasının imzalanmamasına rağmen sabah-akşam Padişah’ı suçlayan Kemalistler, Sevr’in benzeri olan Lozan’ı yere göğe sığdıramıyorlar. Oysa vicdan sahibi herkes gibi Ali Naci Karacan da Lozan Antlaşmasının “Sevres’in bir başka türlüsü” olduğunu söylemektedir. (Devam edecek…)

 

Ali KAÇAR

 

 

[1] Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi-V 1923, Türkiye Cumhuriyeti, s.4; Yusuf Kemal Bey bakanlıktan istifa ettirildikten sonra yerine İsmet Paşa atandı ve Lozan heyeti başkanlığına getirildi. Kazım Karabekir Paşa, bu tercihi üzerine Mustafa Kemal Paşa’ya “Neden İsmet?” diye sorduğunu hatıratında anlatır. TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın cevabı, başka söze hacet bırakmayacak kadar açıktır: “Sen kafanla hareket edersin. Ama İsmet öyle değil.” Bkz;

https://m.facebook.com/DerinTarih/photos/a.384787648220015/802436713121771/?type=3

[2] Lozan heyet üyeleri, müşavirler, basın müşavirleri ve kâtiplerin isimleri için bkz; Ali Naci Karacan, Lozan, Milliyet Yayınları, 2.bsk, Temmuz 1971, İstanbul, s.69 vd.; ayrıca bkz; Editör Baskın Oran, Türk Dış Politikası, c.1, İletişim Yayınları, 2.bsk, 2001, İstanbul, s.217

[3] Lozan Konferansı’na bir tarafta Türkiye, diğer tarafta ise İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya katılacaktı. Türkiye’nin isteği ve ısrarı üzerine Boğazlarla ilgili konuların görüşülmesine katılmak için Sovyet Rusya, Ukrayna ve Gürcistan da davet edilmişlerdir. Amerika Birleşik Devletleri, Konferansta gözlemci bulundurmuştu. Bulgaristan’ın Ege denizinde bir mahreci bulunması işi görüşüldüğü zaman bu devletin temsilcisi de görüşmelere katılmıştı. Bkz; Mehmet Gönlübol-Cem Sar, Olaylarla Türk Dış Politikası, c.1 (1919-1973), Ank. Ün. Siyasal Bilgiler Fak. Yayınları, 5. Bsk. 1982, Ankara, s.51; Baskın Oran, age. s. 216-217

[4] Daha geniş bilgi için bkz; Ali Naci Karacan, age. s.271-272

[5] İtilaf Devletleri’nin Türkiye’ye karşı izleyecekleri politika konusunda birleşik bir cephe oluşturarak ortak bir tutum belirlemek için, konferans toplanmadan önce bir araya gelmişlerdir. Bkz; Doç. Dr. Hakan Uzun’un Türk Heyeti’nin Lozan’a Gidişi ve Lozan Konferans’ı Öncesinde Avrupa’daki Faaliyetleri (5 Kasım 1922–20 Kasım 1922) başlıkla makalesi için bkz; https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/617947

[6] Karacan, age. s.274

[7] Lozan görüşmelerine yapılan davette, görüşmeler 13 Kasım 1922’de başlayacaktı. Ancak İngiltere Yüksek Komiseri, İngiltere’deki seçimler nedeniyle Lord Curzon’un konferansa katılımının gecikeceğini ve bu nedenle konferansın açılışının ertelendiği belirtmiştir. Türkiye Heyeti, 12 Kasım 1922’de Lozan’a ulaşmıştır. Ancak Lozan’a ulaştıklarında, diğer ülke temsilcilerinin henüz gelmediklerini ve konferansın İngiltere ile İtalya’nın iç işlerinin gerekçe gösterilerek 20 Kasım tarihine ertelendiğini öğrenmişlerdir. Ancak bu durum, Türkiye Heyetine bildirilmemiştir. Bu da Türkiye Heyetine verilen önemi göstermektedir. Bkz; Hakan Uzun, agm.

[8] Ali Naci Karacan, Lozan, Milliyet Yayınları, 2.bsk. Temmuz 1971, İstanbul, s.296-297

[9] TBMM tarafından Lozan heyetine verilen talimatlar için bkz; Baskın Oran (Editör), Türk Dış Politikası, c.I, 1919-1980, İletişim Yayınları, 2. Bsk. 2001, İstanbul, s.217-218; Lozan’a başmurahhas olarak giden İnönü’ye verilen 14 maddeden oluşan üç sayfalık bu yönerge, o zamanki bakanlar tarafından imzalanmış ve sınırlar, Boğazlar, kapitülasyonlar, azınlıklar, Osmanlı borçları, Türkiye’deki yabancı kuruluşlar, bizden ayrılmış olan ülkelerdeki İslam cemaat ve vakıfları ile ilgili sorunları kapsıyordu… bkz; Zeki Arıkan, Lozan Görüşmeleri ve Türkiye Büyük Millet Meclisi makalesi için bkz; 80. Yılında 2003 Penceresinden Lozan Sempozyumu, T. Tarih Kurumu yayınları, 2005, Ankara, s.67; Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi-V 1923, Türkiye Cumhuriyeti, s.8

[10] Daha geniş bilgi için Hakan Uzun, agm.

[11] https://www.altayli.net/misak-i-milliye-gore-lozan.html

[12] İnönü’nün bu konudaki sözleri şu şekildedir: “Meclisi âlinizin hakkımda tezahür eden itimat ve teveccühüne teşekkür ederim. Bu itimat ve teveccühe istinaden sulh konferansında millî isteklerimizin müdafaa ve istihsaline son derece çalışılacağı tabiidir. Esasen millî istiklâlimiz meşru ve cihanca malûmdur. Konferansta murahhaslarınızın hattı hareketi Meclisi âlinizce şimdiye kadar kabul edilen muahedelerle “Misak-ı Millî”den mülhem olacaktır.” Bkz; Karacan, age. s.66

[13] Karacan, age.s. 72

[14] Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım III, Altındağ Yayınevi,1967, İstanbul, s.982

[15] Daha geniş bilgi için bkz; Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni Siyasi Hatıralarım, Emre Yayınları, c. 2, Eylül 1993, İstanbul, s.117; Doç. Dr. Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, Ank. Ün. Siyasal Bilgiler Fak. Yayınları, 1978, Ankara, s.263

[16] Heyette müşavir olarak bulunan Haim Nahum (daha sonra Mısır Hahambaşısı) de bulunmakta idi. Bu, kimdi fonksiyonu neydi ve heyetten önce gelip İzmir’de Mustafa Kemal ile hangi yetkiyle ve ne görüşmüştü? Bu görüşmeden sonra Lord Gurzon’a hangi tekliflerle gitmişti. Bu, bilinmiyor. Bu konunun üzerinde ayrıca durulmalıdır.

[17] Dönemin gazetecilerinden İsmail Habip Sevük, Mustafa Kemal’le bir röportaj için Çankaya’ya çıkmıştı. Mustafa Kemal, burada, amacının “Kız Gibi Meclis Yapmak” olduğunu belirtmişti. Bunun üzerine İsmail Habip, ‘Demek Meclis Feshediliyor?’ deyince M. Kemal ile aralarında şu konuşma geçmişti:

‘Nereden biliyorsun?’ der gibi yüzüme baktı. (Ben karşılık olarak:) ‘Kız gibi bir Meclis yapalım buyurdunuz da’ (dedim). O sözü ağzından kaçırdığına pişman olmuş gibi görünen bir tavırla dedi ki: ‘Hayır, Meclis fesh olunmuyor, olunamaz. Yalnız kendi kendine tecdid-i intihaba (seçim yenilenmesine) karar verecek!’ ve arkasından tenbih etti: ‘Şimdilik bunu kimseye söylemeyeceksin ha!’ Bkz; http://www.canmehmet.com/istiklal-mahkemeleri-gercegi-kiz-gibi-meclis-6.html

[18] Doç. Dr. Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, Ank. Ün. Siyasal Bilgiler Fak. Yayınları, 1978, Ankara, s.263-264

[19] Karacan, age. s.273