Şehadet ve Şuur
Arşiv Yazarlar

Şehadet ve Şuur

İnançların, ideolojilerin, düşünce ya da sanat akımlarının, muhatabı ile kendisi arasında bağ kurup inandığı davanın (ya da temsil ettiği sanat akımı, mimari, resim, edebiyatın) ne olup ne olmadığını imleyen, manifesto niteliğinde kavramları vardır.

İlahi olmayan din ve akımlar, kurucuları tarafından tarif edilerek simgesel bir dille veya kendine has bir isim, ritüel, renk, desen ve şekillerle temsil edilmek üzere değerler belirler. Örneğin Budizm’deki meditasyon, reenkarnasyon; sosyalizmdeki emek, üretim, işçi vb. ya da realizmdeki anarşi, güçler dengesi, ulusal çıkar ya da hegemonya gibi kavramlar, bu düşünce akımlarının temeli niteliğindedir.

İlahi olan dinde (ki bu tek din, Âdem’den (as) Hz. Muhammed’e (as) kadar gelen bütünü kapsar) ise bu kavramların “ne”liğini bizzat Allah (cc) belirler. Kuran-ı Kerim’den önceki kitaplarda, çoğu kavram insan eliyle değiştirildiğinden Allah (cc), yeni kitaplar göndererek onları düzeltmiş ve ilk gönderdiği forma sokmuştur. Kurani değerler olan bu kavramların metinlerinde oynama yapmak mümkün olmadığı için, anlam ve içeriklerinde daralma ya da sapmalar, zamanla belli sebeplere dayanarak meydana gelmiştir. İslam’ın da birçok kavramı belirleyici, başat kavramlardandır.

Kuran-ı Kerim’de önemli derecede bir yer tutan “şehadet” kavramı, İslam’ın temel kavramlarından biri olduğu gibi, en fazla anlam kaybına, değişikliğine, daralmasına ve kısırlaşmasına uğramış kavramlardan biridir. Şehadette bulunmak, tanıklık etmek, hazır olmak, şahit olmak ve huzurda bulunmak gibi anlamlara gelir. Yine bu kelimeden türeyen “müşahede”; iyice gözlemek, hisleriyle vakıf olmak, yakine ulaşmak anlamındadır.

İslam; insan-insan, insan-toplum ve insan-tabiat münasebetine nizam verme konusunda oldukça titiz davranarak çekirdekten başlayıp evrene doğru genişleyen halkalar gibi birbirine uyum sağlayan, birbirine hayat hakkı tanıyan ve her biri diğerinin hayatına güzellik katan, onların yaşamlarını kolaylaştırıp onlara katkı sağlayacak dokunuşlarda bulunan bir sistem kurma hedefi içinde olan bir dindir. Bu gayreti vazederken Müslüman’ın hayatındaki irili ufaklı her davranışa bir anlam ve görev yükleyerek onu sorumlu tutar.

İman etmiş bir insan, zerrenin bile hesabının sorulacağının bilinci ile hareket eder. “Kim zerre kadar hayır (iyilik) işlerse onu görür. Kim zerre kadar şer (kötülük) işlerse onu görür.” (Zilzal 7-8)

Örneğin konuşurken ses tonunu ayarlama (Hucurat 2, 3, 4), yeryüzünde tevazu ve alçak gönüllülük içinde yürüme (Furkan 63), ne cimrilik etmek ne de israfa kaçmak (Furkan 67), boş ve gereksiz işlerle uğraşmamak (Müminun 3), affetme ve kolaylık yolunu tutmak (Araf 199) ve daha burada sayamayacağımız kadar çok, bireyden topluma doğru etki eden davranışları, ıslah etme ya da belli bir istikamete yönlendirme ameli ile İslam, insanda bir yaşam dizayn etmeyi hedefler. Bu hedefe yürürken insana, riayet ettiği bu kurallar için mükâfat vadeder ve en küçük bir davranışa bile değer verir, onu dikkate alır.

İslam, şehadet kurumuyla hayatının her anında zamana, maddeye, doğaya ve diğer canlılara karşı “şahitlik” yaparak yaşayan inananı, öteki âlemde de şahit tutmak ister: “Böylece biz, sizi insanlara şahit olmanız için vasat bir ümmet kıldık. Peygamber de üzerinize bir şahit olsun…” (Bakara 143). Böylece her bir Müslüman, şahit sıfatı ile nitelendirilir. İnsana, bu kadar müdahale eden bir dinin, ölüm gibi bir gerçeğe kayıtsız kalması ya da anlam yüklememesi düşünülemez. Her davranışına mükâfat verdiği Müslüman’ın ölümü bile -ki ölüm kaçınılmaz bir sondur ve tercihe bağlı olmayan cebri bir vakadır- bir anlam ve aslında hayat taşıyan bir eyleme dönüşebiliyor.

Şehadet, Allah yolunda (fi sebilillah) ve sadece Allah’ın rızasına ulaşmak için canını vermek, kanını akıtarak canını yaşadığı hayata ve inandığı davaya şahit tutmaktır. Kuran-ı Kerim’de ne zaman bir cihat ayeti geçse genelde ondan önce “mallarıyla” kavramı geçer. Bu, bir tesadüf değildir; tam aksine bu, bir hesap ve bilinçtir. Bu, bir eğitimdir. Bu, büyük vazgeçişler için ön hazırlıktır.

Şehit olmak, sadece canını vermekle mi olur? Yoksa ondan önce sahip olduğu başka varlıklarını mı şehit vermeli? Kuran-ı Kerim’e kulak verelim: “Onlar ki mallarını gece, gündüz, gizli ve açık infak ederler. Artık bunların ecirleri rableri katındadır, onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Bakara 274). “Ey iman edenler, ne mallarınız ne çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan tutkuya kaptırarak alıkoymasın; kim böyle yaparsa artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendisidir.” (Munafikun 9). “Allah’a ve onun resulüne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz.” (Saff 11).

Malını gözden çıkaramayan, malını şehit edemeyen, Allah yolunda, yine Allah’ın verdiği dünya nimetlerini kendine şahit tutmak için önden gönderemeyen bir insan, canını nasıl verebilir ki? Sadece mal mülk değil tabi ki zamanını, aklını, dilini, elini, kalemini, kısacası dünyada nefes aldığı müddetçe işlediği her ameli Allah’la irtibatlandırıp, Allah yolunda harcamadan canını feda etmesi beklenemez. Bütün bu saydıklarımızın yapılabilmesi için bir adanmışlık olması gerekiyor ki bu adanmışlık, sarsılmaz bir iman ile mümkün olur.

Evet, malını şehit veren, vaktini şehit veren, zevk ve rahatını şehit veren, biricik canını seve seve feda edecektir. Bunu yaparken de en ufak bir şikâyet ya da hoşnutsuzluk göremezsin. Bugün Gazze’de yaşananlar, söylediklerimizi doğrular niteliktedir. Her şeyleri ellerinden alınmış, dünyadan izole edilmiş, aç ve susuz bırakılmış, mallarına ve canlarına kastedilmiş olmasına rağmen, onurlu bir mücadele sergileyerek, dünyada sönmeye yüz tutmuş vicdan ateşini harlayarak, bedenen diri ama ruhları komada olan halklara İslam’ın hayat dolu mesajını, canlarını feda ederek ulaştırdılar. Onlar, sözleşmelerine sadık kalarak Allah ile yaptıkları antlaşmanın gereğini yapanlardır: “Allah, müminlerin mallarını ve canlarını, karşılığında cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, bu yolda kimi zaman öldürülürler ve kimi zaman da öldürürler. Bu, Allah’ın üzerine borç aldığı ve hem Tevrat’ta hem İncil’de hem de Kuran’da yer verdiği bir sözdür. Allah’tan daha çok sözünde kim durabilir ki? O hâlde yaptığınız bu alışverişe sevinin. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.” (Tevbe 111).

Rivayet edildiğine göre Abdullah b. Revaha (ra), ikinci Akabe biatında Hz. Muhammed’e (sav), “Rabbin ve kendin için dilediğin şartı koş.” dedi. Hz. Muhammed (sav) ona, “Rabbim için ona kulluk etmenizi ve hiçbir şeyi ortak koşmamanızı, kendim için ise mallarınızı ve canlarınızı koruduğunuz şeylerden, beni de korumanızı şart koşuyorum.” buyurdu. Abdullah b. Revaha, “Peki, bunu yaparsak kazancımız ne olacak?” dedi. Hz. Peygamber “Cennet!” dedi. Orada bulunanlar, “Kârlı bir alışveriş, ne bozarız ne de karşı tarafın bozmasına razı oluruz.” dediler. Bu olay üzerine yukarıda zikrettiğimiz Tevbe süresi 111. ayet-i kerime nazil oldu. Bu, bir antlaşma; bu, bir ahitleşip imzalaşmadır.

Allah, sonuçta yine kendine ait olanı alıcı; Müslümanlar, satıcı olan taraf. Sözünde durma konusunda hiçbir şey, hiçbir canlı, hiçbir insan Allah’a denk olamaz. Allah, mutlak sözünden caymaz. Antlaşmaya sadıktır. Ve bunu, gönderdiği bütün kitaplarda vadederek kayıt ve garanti altına almıştır. Bu antlaşma, bugün Gazze’de vücut bulurken adı Müslüman; görünümü, söylemi Müslüman ama o cevherden hiçbir eser kalmamış olan, cismen boş ama ismen hâlâ Müslüman olduğunu iddia eden insanlar seyre dururken antlaşmaya sadık kalanların mücadelesi, sadakati, sabrı ve teslimiyeti, Müslüman olmayan topraklarda karşılık buldu.

Gazze halkı ve direniş öyle bir isyan başlattı ki görebilen için kurtuluş, akledebilen için özgürlüğün yolunu açarak insan ölürken nasıl umut olurun, ölümün aslında nasıl yaşatabilir bir yanının olduğunu, kayıp ve kazanç kavramlarının, ölüm ve hayatın yeniden yorumlanması gerektiğini, bütün insanlığa, körpe bedenleri toprağa vere vere anlattı. Mısır’ın ünlü şairi Ahmet Şevki’nin de dediği gibi “Hayat, iman ve cihattır.”. Cihat, kendinde cehdetmeyi de bulundurur. Allah yolunda cehdetmek ise her Müslüman için olmazsa olmazdır. Çünkü hiçbir çaba karşılıksız kalmaz.

Cihada gelince sonu, ya zafer ya da şehadettir. Her iki son da mümin için kazanç etme anlamı taşır. Zafere ulaşırsa ki bu da Allah’ın vaadidir, toplumlara huzuru, barışı ve adaleti tesis ederek Allah’ın kendisine yüklediği görevi yerine getirmiş olur. Şehit olursa Allah’a verdiği ahde sadakat göstermiş ve Allah’ın övgüsüne, iltifatına ve ikramına mazhar olur.

Yüce Allah, kerim kitabında canını Allah yolunda feda edenleri şöyle nitelendirir: “Sakın Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin; hayır, onlar diridirler. Fakat siz, bunun şuurunda değilsiniz.” (Bakara 154). Başka bir ayette ise buyruluyor: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ‘ölüler’ saymayın. Hayır, onlar rableri katında diridirler, rızıklandırılmaktadırlar.” (Al-i İmran 169). Ve bize, hayat ya da yaşam kavramının farklı bir boyutunun kapısını aralıyor. Hayatın, yaşamanın ne olduğunu biz, sadece dünya düzleminde ve insan şuuruyla değerlendirebiliriz. Cüzi ve içkin olan insan aklı; gözlem, deney ya da tecrübeye dayanarak hüküm verir. Oysa burada külli ve aşkın olan Allah (cc), yaşadığımız ve şahit olduğumuz zaman ve mekândan farklı bir boyutta yaşam sürüp rızıklanan şehitlerden bahsediyor.

İlahi makamda; zaman, mekân, hakikat, yaşam ve ölüm gibi kavramların dünyada algılanandan daha başka bir anlam ifade ettiğini anlıyoruz. Biz, yaşadığımız âlemin ölçülerini bilebiliriz. Fakat âlemler, bizim yaşadığımız ile sınırlı değil elbette. Hangi âlemde, hangi düzlemde ve hangi boyutta ne tür canlılar yaşadığını, Allah’ın (cc) bize bildirdikleri dışında olanları (cinler, melekler, şehitler) sadece Allah (cc) bilir. Şehitler de böyle bilmediğimiz, tahayyül edemediğimiz, künhüne varamadığımız bir mekânda yaşamlarını rızık içinde devam ettirmektedirler.

Şehadet, musibet değil ikram, imtiyaz ve nişanedir. Musibet olarak yorumlayanlara Kuran-ı Kerim cevap verir: “Onlar, kendileri oturup kardeşleri için: Eğer bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi, diyenlerdir. De ki: Eğer doğru sözlüler iseniz ölümü kendinizden savın öyleyse.” (Al-i İmran 168).

Şehadet, boşu boşuna canını feda etmek, bir kumarhane ya da bar önünde ölmek değildir. Şehadet, insanlar tarafından dağıtılan bir unvan, hiç değildir.

Şehadet, bir başkaldırıdır; kula kulluğa, adaletsizliğe, sömürüye, zulme, katliama, köleliğe ve insan gibi şerefli bir varlığa reva görülen bütün aşağılama ve yok saymalara karşı olan bir başkaldırı.

Şehadet, bir isyandır; Allah’tan başka bütün ilahlara, kendini ilah ilan eden firavunlara, Nemrutlara, şeytanla iş birliği yapmış tağutlara, haddi aşmış zalimlere, bozgunculuk çıkaranlara ve kendinden başkasına hayat hakkı tanımayanlara karşı bir isyan…

Şehadet, teslimiyettir, yerlerin, göklerin ve ikisinin arasındakilerin biricik yaratıcısı ve kendinden başka rab olmayan Allah’a, o yaratıcının insana yüklediği göreve, sarkıttığı ipe, gönderdiği kitaba bir teslimiyet…

Şehadet bir vefadır, sadakattir, Allah’a verdiği ahde vefa, yaptığı antlaşmaya, kendinden önce şehit olan bütün canlara, zulme uğrayan herhangi bir canlıya, hakkı gasp edilmiş bir kimsesize, ekmeği elinden alınmışa; dilsiz, bilinçsiz bir hayvana, sömürülmüş bir doğaya, el uzatılmış bir namusa, bombalanmış, parçalanmış bebek cesetlerine karşı bir vefa…

Şehadet, bir öze dönüştür; ruhumuza değmiş dünya kirlerinden, vahşi isteklerden, doymak bilmeyen arzulardan, ruhumuza musallat olmuş çamurdan, ölüm korkusundan, körelmiş vicdandan, merhametsizlikten, sevgisizlikten, çıkarcılıktan ve bencillikten öze (ahsen-i takvim) dönüş…

Şehadet, bir diriliştir; bazen tufanla gelen, şehidin düştüğü yerden binlerce hayat fışkıran, uyuyanları uyandıran, kaybolmuşlara yol bulduran, insanı dünyanın kısır döngüsünden alıp ebedi âlemde parmakla gösteren bir diriliş…

Şehadet bir ölçüdür, ayraçtır, kuvvetin ve gücün mantığını dumura uğratan, cesareti ve korkaklığı, haklıyı ve haksızı, mustazafı ve mustekbiri, merdi ve namerdi, mümini ve münafığı, doğru söyleyeni ve yalancıyı, kimin tercihinin daha isabetli olduğunu gösteren bir ayraç…

Şehadet aşktır, özlemdir, beklenendir, gelmeyince gidilendir, bir muştudur çağları aşıp gelen, bazen anne kucağında konuşan bir bebektir, bazen katledilen bir peygamber, şehadet. Suya hasret bırakılmaktır kızgın çöllerde, şehadet. Bir destandır, dilden dile dolaşan, Gazze sokaklarında çocuktur, Çeçenistan dağlarında bir yiğit, Bosna’da ağıt, Doğu Türkistan’da azınlıktır, şehadet. Allah’ın ikram masasına oturmaktır, pranganın kırılışı, kelepçenin çözülüşüdür, zindanların yıkılışı, putların devrilişidir, şehadet. Mekke’de; Sümeyye’dir, Yasir’dir. Bedir’de; Ubeyde b. Haris, Umeyr b. Ebi Vakkas’tır. Uhud’da Hamza, Mus’ab, Abdullah b. Cahş’tır. Ömrünün baharında taze fidandır, bazen beli bükülmüş bir pir-i fani, direniş destanı Ömer Muhtar’dır, kurtuluşu mutlak olandır, şehadet. Zulmün aciz kaldığı meydandır, zalimin kalbine korku salandır, mazluma umut olan, ölümsüzlük diyarının sakinidir, şehadet. Bir fetihtir şehadet, aşılmaz denen kubbeleri aşan, girilmez denen kalelere giren, taşlaşmış kalplere sızan bir fetih. Annelerin dilinde ninni, genç kızlarda hicap, delikanlılarda umuttur, erlerin kalbindeki imandır, dedesinin kucağındaki Rim’dir, şehadet.

Kısacası şehadet, ölümün en güzel, en tatlı hâlidir. Her sanatkâr, eserinde en mükemmele ulaşmayı hedefler. Şehadet ise Müslüman’ın imanda zirveye ulaşmış ve kanını bu imanına şahit tutarak Allah’a adamış olduğu hâldir. Şehit gibi yaşamadan şehadet beklemek, ne kadar mümkün olabilir ki? Ne derler, “Hayatı ramazan olanın, ölümü bayram olur.”

Erdal TUĞRUL