Peygamber/ler olmadan ya da Peygamber/ler devre dışı bırakıldığı zaman İlahi vahyini muradını anlamak, onu yaşamak/pratize etmek mümkün olmaktan çıkar. Her kavim/ümmet, kendilerine gönderilen şeriattan, ancak peygamberleri kanalıyla haberdar olur ve bu şeriatı yani dini nasıl yaşayacaklarını da yine peygamberlerinden öğrenirler.
İslam’da peygamber(ler)e iman etmek farzdır. Çünkü İlahi vahiy, insanlar arasından Allah tarafından seçilmiş peygamberler kanalıyla insanlara ulaş(tırıl)maktadır. Dolayısıyla her Müslüman imanın şartlarından/tevhidin rükünlerinden birisi olan peygamberlere iman etmek ve peygamberlerin Allah’tan getirdiği her şeyi tasdik etmek zorundadır. Ayrıca her Müslüman bu zorunluluğun neticesi olarak vahyin hayata taşınması, pratikleştirilmesi anlamına gelen sünnete de ittiba etmesi şarttır. Çünkü sünnet Kur’an’ı/vahyi tefsir, mücmeli beyan, umumu tahsis ve mutlak olanı takyid ederek her Müslüman’ın vahyi/İslam’ı yaşamasını kolaylaştırır. Kısacası peygamberlik müessesi İslam dininin temel ve değişmez kurallarından birisidir. Peygamber/ler olmadan ya da Peygamber/ler devre dışı bırakıldığı zaman İlahi vahyini muradını anlamak, onu yaşamak/pratize etmek mümkün olmaktan çıkar. Her kavim/ümmet, kendilerine gönderilen şeriattan, ancak peygamberleri kanalıyla haberdar olur ve bu şeriatı yani dini nasıl yaşayacaklarını da yine peygamberlerinden öğrenirler. İmam Ebu Hanife ‘peygamber ve peygamberlik mesajı gelmeden, din’le, vahiyle ilgili hiçbir bilgiye sahip olmadan da, bir insan kendi vücut yapısına, çevresine; semaya, dağlara, taşlara, kısacası kainata bakarak, kainatın kendi kendine var olmasının mümkün olmadığını, mutlaka bir yaratıcısının olduğunu akıl yoluyla bulması gerekir. Ancak Allah’a karşı kulluk görevlerini, Allah’ın belirlediği çerçevede yerine getirebilmesi için mutlaka bir peygamberin ya da peygamberin getirdiği vahyin mesajından haberdar olması gerekir’ diyerek peygambersiz kulluk görevinin yerine getirilmesinin mümkün olmadığını belirtir. Bu nedenledir ki her ümmete bir peygamber gönderilmiştir. Hz. Muhammed (as)’a kadar gelen bütün peygamberler belirli bir zaman ve belirli bir kavme gönderilmişken, son peygamber Hz. Muhammed (as) kıyamete kadar bütün zaman ve bütün insanlığa gönderilmiş[1] son peygamber,[2] Kur’an-ı Kerim ise son kitaptır. Yani Hz. Muhammed (as)’dan sonra yeni bir peygamber ve Kur’an-ı Kerim’den sonra da yeni bir kitab gelmeyecektir. Dolayısıyla son peygambere gönderilmiş ilahi vahyin tahrifi/değiştirilmesi de söz konusu değildir. Çünkü bu vahyin koruyuculuğunu Allah’u Teala bizzat kendi üzerine almıştır.[3]
İslam’da peygamberlik, Kur’an-ı Kerim’in dolayısıyla İslam dininin anlaşılmasında ve yaşanmasında en önemli, hatta tek vasıtadır. Çünkü Allah (cc), ancak, peygamberleri kanalıyla vahyi insanoğluna göndermiştir. Bu mesajın pratiğe nasıl aktarılması gerektiği, insanoğlunun Allah’ı gereği gibi tanıma ve O’na karşı kulluk görevini nasıl yerine getireceği, helal ve haramları, tevhid ve şirk ayrımı; kısacası bütünüyle İslam dini, peygamberler kanalıyla bilinmekte ve yaşanmaktadır. Peygamber/ler olmaksızın İslam’ı yaşamak, Allah’ı gereği gibi tanımak ve O’na karşı kulluk görevini gereği gibi yerine getirmek mümkün değildir. Zaten her peygamberin gönderiliş amacı da insanoğlunun Allah’a karşı kulluk görevini nasıl yerine getireceği konusunda eğitilmesidir. Nitekim Allah’u Teâlâ, bu nedenle ‘her topluma Allah’a ibadet etmek ve tağuttan kaçınmak’[4] ve ‘tayyibatı/temiz şeyleri helal, habais/pis şeyleri de haram kılmak’[5] için bir peygamber göndermiştir. Demek ki peygamberlerin gönderiliş amacı insanları Allah’a ibadet etmeye ve tağuttan kaçınmaya davet etmektir. Bu davetin yapılabilmesi için de her ümmete mutlaka bir peygamber gönderilmiş olması gerekmektedir. Zaten birçok ayet de bunu teyid etmektedir: “İçinde azabı haber veren bir korkutucunun geçmediği hiçbir ümmet yoktur”[6]; “Her ümmetin bir elçisi vardır.”[7] Ayrıca, peygamber gönderilmeyen kavimlere ise azab edilmeyeceği yine Allah’u Teala tarafından bize bildirilmiştir; “Biz peygamber göndermediğimiz kavme azab etmeyiz.”[8] Bu ve benzeri ayetlerden de anlaşılacağı üzere peygamberler kendi kavimleri içinde ilk Müslüman[9] oldukları gibi, aynı zamanda kavimleri için İslam’ı yaşamada, onu hayata taşımada da ilk örnektirler.
İlk insan[10] ve ilk peygamber Hz. Adem (as)’dır,[11] son peygamber ise, Hz. Muhammed (as)’dır.[12] Bu iki peygamber arasında sayısını ancak Allah’ın bildiği kadar peygamber gelip geçmiştir. Kur’an-ı Kerim’de ise bu peygamberlerden yalnızca yirmi beşinin adı zikredilmiştir. Bazı hadislerde peygamberlerin sayıları belirtilmiş ise de, bu konudaki hadisler ahad yoluyla geldiğinden kesin delil sayılmamıştır. Çünkü peygamberleri bir sayı ile sınırlandırmak, bu sayının dışında kalanları peygamber kabul etmemek sonucuna götürür ki, bunun için de kesin delil gerekmektedir. Kur’an-ı Kerim’de; “Daha önce bazılarını sana anlattığımız, bazılarını da anlatmadığımız peygamberler gönderdik”[13] buyurulmak suretiyle kendi peygamberine bile zikretmediği peygamberlerinin var olduğunu anlamaktayız.
Kur’an’da adı zikredilen ya da edilmeyen bütün peygamberler, İslam peygamberleridir. Her Müslüman, aralarında hiçbir ayrım yapmaksızın[14] bütün peygamberlere iman etmeyi ve onları birer İslam peygamberi olarak kabul etmeyi kendi için farz bilir. Aksi halde, yani peygamberlerden birini kabul, diğerini reddeden birinin Müslüman olarak kalması mümkün değildir. Çünkü, böyle bir tavır, aynı zamanda –haşa- Allah’ı yalanlamak anlamına gelir.
PEYGAMBERE İTAAT ALLAH’A İTAATTIR!
Peygambere itaat etmek her Müslüman’a farzdır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de peygambere itaat etmeyi emreden onlarca ayet vardır. Hiçbir Müslüman bunca ayete rağmen peygamberlere itaat etmekten kendisini muhayyer addedemez. “Mü’min kadın ve mü’min erkekler, Allah ve Resulü bir konuda hüküm verdiği zaman, onlar için kendi işlerinde muhayyerlik hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklık içindedir”[15] ayeti ile “Rabbine and olsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı bulmaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar”[16] ayeti kadın, erkek her Müslüman’ın peygambere ve peygamberin verdiği bir hüküm karşısında teslimiyetten başka bir tercihlerinin olmadığını apaçık bir şekilde göstermektedir. Hiçbir Müslüman, peygamberin verdiği hükme rağmen, kendisi ne başka bir hüküm arayabilir ne de peygamberin hükmü, -geçen bunca seneye rağmen- artık bağlayıcılığını kaybetmiştir deme hakkına sahiptir. Böyle bir hakkı kendisinde gördüğü zaman, “Peygambere itaat Allah’a itaattir”[17] ayeti gereğince sadece peygambere değil, aynı zamanda Allah’a da itaat etmemiş olur. Ben Müslüman’ım diyen hiçbir kimse böyle bir durumla karşı karşıya kalmak istemez herhalde!
Her peygamber olduğu gibi Hz. Peygamber de alelade, sıradan bir insan, bir postacı, bir hükümdar, bir kral, bir devlet başkanı değildir. O, büyük bir ahlak üzere olan,[18] Allah’tan gelen vahiyle biz insanların bilmediğini bilen,[19] kendisine hidayet/doğru yol gösterilen,[20] yanlışları/hataları Allah tarafından vahiyle düzeltilen[21] hayatında bizim için güzel bir örnek bulunan, sadece itaat edilmek üzere[22] ve âlemlere rahmet olarak gönderilen[23] bir peygamberdir. Dolayısıyla Hz. Muhammed (as) Abdullah’ın ya da Amine’nin oğlu ve yahut da Hz. Hatice (r.anha)’nın kocası olduğu için kendisine itaat edilmesi emredilen birisi değildir. O yani Hz. Muhammed (as) ve diğer peygamberler, Allah tarafından biz insanlar arasından seçilerek gönderilen, vahiyle desteklenen ve korunan[24] masumiyeti olan insanlar olmaları dolayısıyla örnek alınmakta ve kendilerine itaat emredilmektedir. Zaten Allah’u Teâlâ “Biz peygamberlerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik”[25] buyurmak suretiyle de, ben Müslüman’ım diyen bir kimseye başka bir tercih hakkı bırakmamaktadır. Bu emirlere rağmen birileri peygamber(ler)in verdiği hükümlerin dışında başka bir tercihte bulunursa, onun bu tavrı, onun Müslümanlığını tartışmalı hale getirir. Çünkü Müslüman’ım demek Allah’a ve Resulüne teslim olmayı gerektirmektedir. Dolayısıyla ben Müslüman’ım diyen bir kimse Allah’a ve Resulüne itaat etmede bir kayıt, bir sınır koyamaz. Çünkü Allah’a ve Resulüne itaat mutlak iken, diğer kimselere –ana, baba, büyükler, öğretmen, âlim, devlet başkanı vb- itaat ise kayıtlıdır. Yani bu kimseler Allah ve Resulüne itaat ettikleri müddetçe onlara itaat edilir. Aksi halde, Peygamber Efendimiz (as)’ın buyurduğu gibi ‘masiyette/Allah’a isyanda, itaat yoktur.’ Zaten “Ey İman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamberine itaat edin, sizden olan ulu’l-emr’e de”[26] ayeti, bu konuda herhangi müphemlik bırakmadan bu konuya açıklık getirmiştir. Çünkü bu ayette Allah’u Teâlâ kendisiyle Peygamberine itaati aynı türden, Ulu’l-Emr’e itaati ise Allah’a ve Peygambere itaat etme şartına bağlamıştır. Yani Allah’a ve Peygamberine itaat mutlak olduğu halde, Ulu’l-Emr’e itaat ise kayıtlıdır. Aynı şekilde “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir. De ki: “Allah’a ve Resulüne itaat edin Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez”[27] ayetlerinde de Allah’ ve Resulüne itaat aynı türden gündeme getirilmiş, –gerek Allah’a ve gerekse Peygambere- itaatten yüz çevirme hali ise küfür olarak değerlendirilmiştir. O halde bir Müslüman’a düşen görev Resule itaat etmektir. Çünkü Peygambere itaat etmenin, Allah’a itaat”[28] olacağını bize Allah emretmektedir.
PEYGAMBERE İTTİBA KONUSUNDAKİ KAFA KARIŞIKLIĞI NEDENDİR?!.
Kur’an’da bunca ayete ve peygamber efendimizin bunca hadisine rağmen, Peygamber’e (as) tabi olma, O’nun sünnetine uyma konusunda günümüz insanlarında bir kafa karışıklığının olduğunu görmekteyiz. Kimisi “peygamberlik dönemi bitmiştir, peygamber de bizim gibi bir insandır. Dolayısıyla peygamberin sözleri değil, Allah’ın kitabı bizi bağlar. Biz Kur’an’da bulduğumuzla amel eder, bulamadığımızla da kendimizi muhayyer addederiz” derken, kimisi de “Biz peygambere iman ederiz, ama peygamberin sözleri olan hadisler Kur’an gibi muhafaza edilmediği ve çokça uydurma söz de peygambere isnad edildiği için, bizler ancak Kur’an’a uyan, Kur’an’a ters düşmeyen hadisleri kabul ederiz” demektedir. Yine bir kısmı da “peygambere ulûhiyet sıfatı vererek, farkında olarak ya da olmayarak sadece Allah’a ait olan bazı sıfatları peygambere vermektedirler. Bunlara göre peygamber o kadar yücedir (elbette yücedir), o kadar yücedir ki, bizler kimiz ki onun hayatını yaşayabilelim. O’nu kendimize örnek alabilelim” demektedirler. Allah’ın, ‘peygambere itaat Allah’a itaattir ya da O’nun hayatında sizin için güzel bir örnek vardır veyahut da âlemlere rahmet olarak gönderdik’ dediği peygamber konusunda bu kafa karışıklığını anlamak mümkün değildir. Bu, İslam’ı bilmeme anlamında cahillik mi, bile bile Allah’ın ayetlerini inkâr mı, yoksa günümüz dünyasına egemen olan küfür ve tağuti sistemlere hoş görünmek ya da onlar karşısında yenilmişliğin ezikliği, kompleksi mi?! Her ne olursa olsun, peygambere karşı çıkmak, onu yok saymak, kimi hadislerini şüpheli görerek bütün hadislere şüpheli nazarıyla yaklaşmak bir Müslüman’ın asla yapmaması gereken bir ameldir. Ekonomik geri kalmışlık ya da batı dünyasının bilim ve teknoloji üstünlüğü veyahut egemen şirk sistemlerinin etrafa saldığı şiddet, korku ve terör; bunların hiçbirisi Müslüman’ı Allah’a ve Peygamber’e itaatten alıkoymaması gerekmektedir. Çünkü Müslüman bilir ki, ‘Allah, inananlarla birliktedir’ ve yine bilir ki “Allah’a inanmak ve O’na güvenmek”[29] üstün olmayı gerektirir. Hadisler, Kur’an-ı Kerim gibi korunmamıştır ve geçmişte binlerce uydurulan sözler hadis diye nakledildiği için güvenilir değildir diyerek hadisleri tartışmalı hale getirenler, ne yazık ki bugün Kur’an-ı Kerim’i de tartışmalı hale getirmişlerdir. Zaten hadis inkârcılığının ya da sahih hadis/sünnet diyerek yola çıkanların varacağı yer de burasıdır. Dolayısıyla biz Müslümanlar, Resulullah (as)’ın buyurduğu gibi “Sakın sizden birinizi koltuğuna yaslanmış otururken, kendisine emrettiğimiz veya yasakladığımız hususlardan bir husus geldiğinde: ‘Biz bunu bilmiyoruz. Biz, Allah’ın Kitabı’nda ne bulduysak ona tabi oluruz’ diyenler gibi olmamalıyız! Çünkü bizler Peygamber’e tabi olurken de –aynı zamanda- Allah’a tabi ve O’nun emrine uymuş oluyoruz.
Örnek Kur’an neslinin yaşadığı ilk dönemlere baktığımızda, peygambere itaat etme, O’na tabi olma konusunda bir kafa karışıklığı yoktu. Tam tersine o dönem nesli Allah’ın istediği ölçülerde peygambere tabi olma noktasında herhangi bir eksiklik, bir zaafiyet göstermemişti. Nitekim Hz. Ebu Bekir (ra), münafıkların çıkardıkları onca yaygara ve dedikoduya rağmen İsra ve Mirac olayı ile ilgili gelen haberi hemen tasdik etmesi, Hz. Ömer (ra) Hacer’ül Esved taşı ile ilgili “çok iyi bilirim ki, sen zararı ve faydası olmayan bir taş parçasısın. Eğer Rasûlullah öpmemiş olsaydı seni asla öpmezdim” demesi, Muaz b. Cebel’in Yemen’e vali olarak gönderilirken ne ile hükm edersin diye sorulduğunda, ‘önce Kur’an’la, onda hüküm bulamazsam sünnetle… “ diyerek gösterdiği teslimiyet neden günümüz insanlarında yoktur? Bugün, kendisini İslam’a nisbet eden bu kadar aydın, ilahiyatçı, yazar ve çizer, o günün insanlarından daha mı iyi Kur’an’ı anlamış ve hayatlarına aktarmışlardır? Elbette ki hayır!
Bugün ayrılıklarımızın, parçalanmışlıklarımızın, güçsüzlüğümüzün, içinde yaşadığımız tağuti ve şirki sistemlere yamanmamızın, payanda oluşumuzun nedeni Peygamberi gereği gibi tanımamak ve O’nun mücadele metodunu kendimize örnek almayışımızdan kaynaklanmaktadır. Çünkü O (as), şirkin en yoğun olduğu, baskıların, işkencelerin şehadetle neticelendiği zulumat ortamında müşriklerin işbirliği teklifini ‘bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz dahi’ diyerek elinin tersiyle itmiş ve küfürle, şirkle asla uzlaşmamış bir peygamberdir. O (as), Müddesir Suresi’nin ilk ayetleri geldiği zaman artık biraz dinlen diyen eşi, mü’minlerin annesi Hz. Hatice (r.anha)’ya ‘artık dinlenme vakti geçmiştir’ diyerek gece gündüz, hayatı pahasına insanların küfür ve şirk bataklığından kurtulmaları için çaba sarf eden bir peygamberdir. O (as), ‘biz senden bıktık, usandık, sen hala bizden umudunu kesmedin mi’ diyen kavimlere, umudunu, heyecanını hiç kaybetmeden İslam mesajını götürmenin çabası, gayreti içinde olmuş bir peygamberdir. O (as), namaz kılarken üzerine hayvan işkembesi atılmasına, Taif dönüşü ayakları kan revan içerisinde kalmasına rağmen, ‘nesillerinden Müslüman çıkabilir’ düşüncesiyle beddua etmeyen ‘mü’minlere karşı şefkatli ve merhametli’[30] bir peygamberdir.
İşte Allah’u Teâlâ böyle bir peygamber’e iman ve itaat etmemizi istemektedir. Çünkü O (as), Allah tarafından bütün insanlığa ve kıyamete gönderilen bir peygamberdir. Biz Müslümanlara yaşantısı ile, mücadelesiyle itaat edilmesi ve örnek alınması istenen/emredilen bir peygamberdir. Hz. Peygamber (as), sadece yaşadığı dönemde değil, bugün de, yarın da ihtilaflarımızın çözümünde[31] ve İslam’i mücadelemizde biz Müslümanlara örnektir. Müslümanlar olarak bizler, Hz. Peygamber (as)’a itaat etmek ya da örnek alıp almamada muhayyer değiliz. Biz Müslümanlar ancak, Hz. Peygamber’e itaat ettiğimiz ve O’nun mücadele metodunu örnek aldığımız zaman içinde yaşadığımız zilletten kurtulabiliriz. Zaten birlik, beraberlik ve vahdet, ancak o zaman oluşur.
Ali KAÇAR
[1] “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” Enbiya, 21/107
[2] “Muhammed sizin erkeklerinizin hiç birisinin babası değildir. Ama Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” Ahzab, 33/40
[3] “Şüphesiz o Kur’an’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” Hicr, 15/9
[4] Nahl, 16/36
[5] A’raf, 7/157
[6] Fatır, 35/24
[7] Yunus, 10/47
[8] İsra,17/15; ayrıca bkz: Şuara, 26/208, Kasas, 28/59
[9] En’am, 6/14, 163; Zümer, 39/12
[10] Bakara, 2/31; Hicr, 15/26-29
[11] N. Mehmet Solmaz-Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi c.1, Ensar Neşriyat, 1991, İstanbul, s.15
[12] Ahzab, 33/40
[13] Nisa, 4/164
[14] Bakara, 2/285
[15] Ahzab, 33/36
[16] Nisa, 4/65
[17] Nisa, 4/80
[18] Kalem, 68/4
[19] A’raf, 7/62
[20] Duha, 93/7
[21] Abese, 80/1-12; ayrıca bkz: Enfal, 8?67, Tevbe, 9/80, 84, Tahrim, 66/1
[22] Nisa, 4/64,65,80
[23] Enbiya, 21/107
[24] Maide, 5/67
[25] Nisa, 4/64
[26] Nisa, 4/59
[27] Al-i İmran, 3/31-32
[28] Nisa, 4/80
[29] Al-i İmran, 3/139
[30] Tevbe, 9/128
[31] Nisa, 4/59