• Remzi Korkmaz

    Milliyetçilik Virüsü ve Müslümanlar

    - 23 Ağustos 2022

İnsanın doğasında bulunan yakınlarını koruma, onları ayrıcalıklı görme refleksinden doğan milliyetçilik, zamanla kavmini üstün görme ve destekleme düşüncesine dönüşerek; toplumları etkileyen bir akım haline gelmiştir. Halkı ve yöneticileriyle İslam âlemi, bu akımdan oldukça etkilenmiştir.
Günümüzde, en gelişmiş ülkelerde bile göçmen karşıtlığı ve sınırların korunması gibi konularla günbegün milliyetçi söylemler artmaya devam etmekte ve dolayısıyla milliyetçilik tartışmaları da önemini korumaktadır.
“Milliyetçilik” kavramıyla ilişkili bazı kelime ve kavramın anlamına bakmakta konumuz açısından faydalı olacaktır.
Millet: “Millet”, sözlükte; tutulan ve gidilen yol demektir. Bu yol eğri de olabilir, doğru da. Bu anlamdan hareketle ‘millet’ kelimesi ‘din ve şeriat’ yerine kullanılmaktadır. “Millet”, kabile veya kavim demek değildir. Millet kavramı, daha çok, din etrafında bir araya gelen insanlar topluluğunu anlatır. Millet, toplumun adı olmaktan çok; toplumun üzerinde toplandığı inancı ifade etmektedir. Müslüman millet deyince, Allah’ın dini İslâm’a inanan ve ona uyan topluluklar akla gelir. Türk kavmi, Arap kavmi, Alman ulusu demek doğrudur. Ama -İslâm kültürüne ve Kur’an’daki kullanıma göre- Türk milleti, Fransız milleti… demek doğru değildir. Çünkü millet kelimesi, bir inancı, o inanç etrafında bir araya gelen topluluğu ifade eder.
Kur’ân-ı Kerim, bu kelimeyi, peygamberlere gönderilen inanç ve başka insanların gittiği yol (din) anlamında kullanmaktadır: “Kendini bilmez beyinsizden başka kim İbrahim milletinden yüz çevirir?!” (2/Bakara, 130) Yusuf (a.s.), Allah’a inanmayan bir topluluğun milletinden yüz çevirdiğini, onların dinlerine tabi olmadığını söylüyor (12/Yûsuf, 38). Şu âyet, millet kavramının anlamını daha açık bir şekilde ifade etmektedir: “Sen, onların milletlerine (dinlerine-inanç sistemlerine) uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle râzı (hoşnut) olacak değillerdir…” (2/Bakara, 120).
Kavim: Sözlükte; “aynı soydan gelen, töre, dil ve kültürleri bir olan insan topluluğu” anlamına gelir. Kavim kelimesi, Kur’an’da bazen soy birliği ve ulus anlamında kullanılır. Bu anlamıyla, zaman zaman kavmin adı açıkça söylenir: Âd kavmi, Semûd kavmi gibi. Bazen de yönetimin başındaki kişi veya peygamber adıyla verilir: Firavun kavmi, Mûsâ kavmi gibi.
Kavmin, Kur’an’daki diğer bir anlamı, çeşitli özelliklere sahip topluluk, grup, küme ve halkı ifade eder. Bu anlamdaki kullanımda, özellikle bir topluluğa gönderilen peygamberin adıyla belirtilir: Nuh kavmi, Hûd kavmi, Sâlih kavmi, Lût kavmi, İbrahim kavmi, Yûnus kavmi gibi. Kur’an’da kullanılan kavim kelimelerinin büyük bölümü, olumlu veya olumsuz özellikteki kişileri anlatmak üzere söz konusu edilir: “Kavmun yûkınûn (yakînen iman edenler)”, “kavmun yü’minûn (iman edenler)”, “kavmun ya’kılûn/yetefekkerûn/yezzekkerûn (düşünenler)”, “kavmun ya’lemûn (bilenler)”, “kavmun kâfirûn (kâfirler/inkârcılar)”, “kavmun zâlimûn (zulmedenler)”, “kavmun cebbârûn (zorbalar)”, “kavmun müfsidûn (bozguncular)”, “kavmun sâlihûn (sâlihler/iyiler)”…
Irk: Irk kelimesi, Arapçada “kök, bitkinin gövdesi, yaprağın sapı, damar, asıl, irsi özellik, nesep, menşe, ata” gibi anlamlara gelir. “Irk” kavramıyla genelde belli bedensel ve zihni özellikleri paylaşan, aynı genetik çizgi üzerinde bulunan bir grup insan tasavvur edilmektedir.
Irk üzerine yapılan çalışmaların çoğunda, görünür olması nedeniyle fiziksel nitelikler, genellikle de bu niteliklerin en belirgini olan “deri rengi”, ırksal sınıflamaların temelini oluşturmuştur. Amerika ve Avrupa’da yükselen beyaz-siyah ayrımının günümüze kadar uzanan yansımaları da bunu açıkça göstermektedir.
Asabiyet: Cahiliye döneminde aralarında baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın oluşturduğu topluluğa “asabe”, bu topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlikeye karşı koymak veya saldırıda bulunmak söz konusu olduğunda bütün topluluk üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhuna da “asabiyet” denilmekteydi.
Asabiyetin; siyasi ve hukuki alanlardaki otorite boşluğunu doldurmak, mal, can ve ırz güvenliğini sağlamak gibi olumlu yönleri yanında aile, aşiret veya kabilenin yahut benzer bir topluluğun hak ve menfaatlerine tecavüz etmek, onlara karşı şiddete başvurarak üstünlük sağlamak gibi olumsuz ve zararlı yönleri de vardı.
Kur’an-ı Kerim’de “asabiyye” kelimesi geçmemekle birlikte ona yakın bir anlam ifade eden “hamiyye” kelimesi mevcuttur (el-Feth, 48/ 26). Her ne şekilde olursa olsun bu zihniyetin temelini teşkil eden soy üstünlüğü, kabilecilik ve kavmiyet davalarının tümüyle reddedildiği (et-Tekasür, 102/1-8), samimi dindarlık ve ahlaki hassasiyet demek olan takva dışında bir üstünlük sebebi görülmediği, gruplar arasında baş gösterebilecek çekişmeleri, asabiyet gayretiyle daha da arttırmak yerine öncelikle adalet ve hakkaniyete dayanan uzlaşma yoluna gitme ve her durumda haksız tarafın karşısında olma vecibesinin getirildiği açıkça görülmektedir (el-Hucurat, 49/ 9-13). Al-i İmran süresinin 103. ayetinde Müslümanlara hep birlikte Allah’ın dinine (hablullah) sarılmaları emredildikten sonra, Allah’ın -cahiliye asabiyetinden kaynaklanan- düşmanlıkları nasıl kardeşliğe dönüştürdüğü ve böylece onları bir ateş çukuruna düşmekten nasıl kurtardığı hatırlatılır. Başka bir ayette ise (el-Maide, 5/21) kötülük ve düşmanlık istikametinde dayanışma yasaklanarak “iyilik ve takva üzerinde yardımlaşınız ” emriyle dayanışmaya ahlaki bir muhteva kazandırılmıştır.
Milliyetçilik Nedir?
Milliyetçilik, genel hatlarıyla kendi milletini ve onun değerlerini ideolojik, kültürel ve siyasi olarak esas alan görüşün adıdır. Zamanla ilkeleri oluşan milliyetçilik; din, dil, toprak ve menfaat birliği gibi etkenlerle ortak mefkûreye sahip olanların yakınlaşmasıyla kuvvet haline gelmeyi, milli birlik ve milli devlet hedefleyen akımın adı olmuştur. Maddi ve manevi olarak milletin çıkarlarını her şeyin üstünde tutmak, kendi milletine ait değerleri sahiplenmek ve yüceltmek, başka milletleri ve onlara ait değerleri küçük görmek; bazı ırkları doğuştan ve kalıtsal olarak üstün görüp bu ırklara ayrıcalıklı hakların tanınmasını istemek bu ideolojinin göstergesidir.
Bir örgütlenme biçimi olarak ortaya çıktığından beri millet, bireyden ve insan hayatından daha önemli bir sosyal birim haline gelmiştir. Son iki yüzyılın şekillenmesinde etkisi bulunan, bölgesel ve uluslararası birçok çelişkiye sebebiyet veren, dünya siyasetinin şekillenmesine damga vuran ve ulus-devlet mekanizmasının ortaya çıkışını tetikleyen milliyetçilik ise şüphesiz tarihin değişik dönemlerinde farklı versiyonlarla ortaya çıkabilmiştir. Nitekim antikçağda ve ortaçağda, insanlar, aidiyet hissettiği topluluğun merkezliliğine ve üstünlüğüne inanırdı.
Tarihsel süreç içerisinde farklı dönemlerde farklı şekillerde ortaya çıkan milliyetçilik, Kutsal metinlerin konularından birisi olmuştur. Denebilir ki Kur’an’a göre ilk insan olan Hz. Âdem’in (a.s.) yaratılışının ardından, Allah’ın meleklerden ona itaat etmelerini emrederken şeytanın bundan imtina etmesinin gerekçesi soy üstünlüğü iddiasıdır. Şeytanın bu yaklaşımı, milliyetçiliğin mayasında bulunan “üstün soy” düşüncesinin belki de ilk örneğidir.
Bir ideoloji olarak tarih sahnesine 18. yüzyılın sonlarında çıkan milliyetçilik 19. yüzyılda kendi zirvesine ulaşmıştır. Milliyetçilik ideolojisi, kendisine ait saydığı topluluğun kültürel ve siyasal sınırlarının milli bir devlet ile garanti altına almak gayesini her zaman taşımaktadır. Bu nedenle ulus-devlet inşası, milliyetçilerin siyasi bir hedefi olmuştur.
Siyasi bir hareket olarak milliyetçiliğin Müslüman toplumlarda gelişmesi Batı’dan farklı bir seyir takip etmiştir. Bu süreç, ya Osmanlılarda olduğu gibi dağılmaya yüz tutan bir yapının unsurlarını bir arada tutabilmek için düşünülen Osmanlıcılık ve İslamcılık hareketlerinin yanında hiç olmazsa bu yapının bakiyesinden sağlam bir bünye çıkarabilme gayesiyle veya sömürgeleşmiş Asya ve Afrika Müslüman toplumlarında önce sömürgeciliğe direniş, ardından bağımsızlık hedefine ulaşmak için öngörülen bir düşünce olarak gündeme gelmiştir.
Milliyetçilik, Osmanlı Devleti’nin Müslüman unsurları arasında 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişmeye başlayan siyasi-fikri düşünce akımları içerisinde en geç ortaya çıkanıdır.
Osmanlı insanının kimliğini yüzyıllarca İslam şekillendirmiş ve uzun süre Batı’da doğan milliyetçi akımlardan etkilenmemişti. Milliyetçiliğin, ilk etkilerini Müslüman olmayan ve bu yüzden yönetici kadronun dünya görüşü ile özdeşleşmeyen Osmanlı halkları arasında göstermesi, son derece doğaldır.
19. yüzyılda Batı’da yaygınlaşan milliyetçi ideolojiler, bazen kilisenin desteğini de arkalarına almaya çalışmalarına rağmen laik ideolojilerdir. Batı’da milliyetçilik laik bir ideoloji olarak gelişip yayılırken Osmanlı toplumunda din, milliyetçi bir ideolojiye dönüşmüştür.
Yenilmiş olarak çıkılan 1. Dünya savaşından sonra Osmanlı toprakları işgal edilmiş, bu işgal kurtulmak için başlatılan kurtuluş hareketlerine öncülük eden kadroları yönlendiren ise milliyetçilik anlayışı olmuştur. Kurtuluş sahası olarak belirlenen Misak-ı Milli sınırları da bunu göstermektedir. Misak-ı Milli’nin birinci maddesinde ifade edilen tanıma uygun Türk/Müslüman nüfusun yaşadığı coğrafya esasından ayrılmadan gücün yettiği, hâkimiyetin sağlanabileceği coğrafya, Misak-ı Milli sınırları olarak kabul edilmiştir. Mütareke sınırları içinde ve dışında kalan din, kültür ve amaç bakımından bir olan, birbirine karşılıklı hürmet ve fedakârlık hisleri taşıyan, gelenekleriyle yaşadıkları muhitin şartlarına tamamıyla uyan Osmanlı-İslam çoğunluğuyla meskûn bulunan kısımlarının tamamının gerçekten ve hükmen hiçbir sebeple ayrılık kabul etmez bir bütün olduğu beyan edilmiştir.
Kurtuluş hareketine yön veren kadrolar, İttihat ve Terakki içinde bulunmuş ve Türk milliyetçiğini benimsemiş kişilerden oluşuyordu. Ama toplumda Türklerin yanında Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Araplar gibi Müslüman ama kendini tam olarak Türk hissedemeyen halklar da yaşıyordu. Cumhuriyetle sonuçlanan kurtuluş savaşında etnik köken öncelemeden bu halkların ortak noktaları olan din bağı ile hareket edildi. Kurtarılacak olan, vatan ve Halife idi ve bu ortak değerler onları bir araya getirdi. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da bir süre daha böyle devam edildi. Sonrasında despotik tutumla Türkçeden başka dilin kullanılmasına izin verilmemesi, İslami değerler hor görülerek irtica yaftasıyla toplumsal hayattan dışlanması gibi uygulamalarla Türk milliyetçiliği katı bir şekilde uygulanmıştır.
Türk Milliyetçiliği, kavramsal olarak doğuşunu ve siyasi tarih başlangıcını İttihat ve Terakki ile bulmuştur. Cumhuriyetin, Türk Milliyetçiliği mefkûresi ile aktif siyasi hayatı İttihat ve Terakki ile başlamış, Kurtuluş Mücadelesindeki Milli ruhun vücut bulduğu Cumhuriyet Halk Fırkası ile devam etmiştir. Türk siyasi hayatının çok partili sisteme geçmesi ile de, Milliyetçi Hareket Partisi, Türk Milliyetçiliğinin siyasi hayatında yeniden devam ettirmiş ve aktif ve ideolojik bağlamda milliyetçilik güç kazanmıştır.
Türkiye’deki Milliyetçiliği üç başlık altında toplayabiliriz: Birincisi, ulus devlet iddiasıyla yola çıkan Cumhuriyetin de kurucu iradesini yansıttığı ulusalcılıktır. İkincisi ise muhafazakâr kitlenin etnik kimliği önemsemesiyle ortaya çıkan mukaddesatçı milliyetçiliktir. Üçüncüsü ise ümmetçi bir söylemden gelen İslamcılığın ulus devleti ve ulusal sınırları kutsamasıyla oluşan vatancılıktır.
Ulusalcılık, imparatorlukların parçalanıp ulus devlet olarak örgütlenmeye başlamasıyla birlikte ortaya çıkmış etkin bir görüştür. Türkiye özelinde değerlendirdiğimizde ulusalcılık, Osmanlı’nın son dönemindeki kurtuluş ideolojilerinden Osmanlıcılık ve İslamcılığın tasfiye olmasıyla birlikte Cumhuriyetin kurtuluş ideolojine dönüşen Türkçülük ve Batıcılığın fikri zemininde yer edinmiştir.
Mukaddesatçı milliyetçilik, ulusalcılığın aksine halkın içinde yuvalanan bir milliyetçilik türüdür. Ulusalcı anlayışın tepeden inmeci dönüşüm çabalarına karşın mukaddesatçı milliyetçilik halkın değerlerine atıf yapmayı tercih etmiştir. Bu milliyetçilik anlayışı, Batıcılıktan çok Türk-İslam sentezi ve birliğini esas almıştır.
Vatancılık kavramı ise tamamıyla İslamî bir söylemden beslenen ama temelde ulusalcılık ve mukaddesatçı milliyetçilikten farklı olmayan milliyetçi bir anlayıştır. Günümüzde sılayı ifade eden “vatan” kavramı, yerini sınırlarla çerçevelenmiş mekânın kutsallaşmasına bırakmıştır. Vatanın kutsallığıyla birlikte ulus devlet ve ulus devletin inşa ettiği değerler de kutsallaşıyor.
Siyasal milliyetçilik, Müslüman toplumlarda ya imparatorluklar sonrası birlikte olmanın son çaresi olarak veya sömürgeleşmiş toplumlarda önce sömürgeciliğe direniş, ardından bağımsızlık hedefini gerçekleştirmek için öngörülen bir düşünce olarak gündeme gelmiştir. Ancak sonraki aşamada bu tür milliyetçilikler varlıklarını meşrulaştırabilmek amacıyla giderek laikleşmiş, Batı’da olduğu gibi kendilerine uygun bir dil, tarih ve hatta ırk inşası ve gelecek tasavvuruyla farklı mecralara sürüklenmiştir.
Kur’an’ın Milliyetçiliğe Yaklaşımı
Cahiliye döneminde, ırkçılık o kadar ileri gitmişti ki insanlar için kan bağı her şeyden üstün idi. Birey, ancak ait olduğu kabilenin gücüne göre değerlendirilirdi. Kabilenin çokluğu, övünç kaynağı sayılırdı. Hatta bazı kimseler, kabile bireylerini sayarlarken ölüleri bile sayıp onlarla övünürlerdi: “Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya kadar oyaladı” (Tekasür, 102/1-2).
Kur’an, milliyetçiliğin temel beslenme konuları olan aile bağlarını, bazı durumlarda özellikle medeni hukukta dikkate almıştır. Buna karşın imani meseleler, kamu hukuku ve insani değerler söz konusu olunca kan bağının değil, inancın önemini ortaya koymuş; soy üstünlüğünün değil, eşitliğinin ilkelerini gözler önüne sermiştir.
İslam dini, zenginler ile yoksullar arasında toplumsal barışı ve dayanışmayı temin etmek için zenginlerin fakirlere maddi destek sunmalarını emretmiştir. Kur’an’da sadaka vermeyi emreden ayetlere bakılınca, akrabanın ilk sırada olduğunu görürüz: “De ki: Hayır olarak ne harcarsanız o, ana-baba, akraba, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar içindir” (Bakara, 2/215). Ayette, sadakayı en fazla hak edenler zikredilirken ilk sırada akrabalar sayılmıştır. Zira akrabalık bağını güçlendirmek için onlara sadaka vermek vaciptir.
İslam dini; bütün müminleri iman dairesi etrafında uhuvvet bağıyla birleştirmiş, müminin mümin ile hukukunu kardeşlik hukuku olarak belirlemiştir. Hatta İslam’ın ilk yıllarında dönemin koşullarından kaynaklı olarak miras bile kan bağı yerine inanç bağıyla dağıtılmıştır. Sonraki yıllarda şartların olağan hale dönüşmesiyle birlikte miras hukukunu, İslam kardeşleşmesi üzerinden değil de kan bağı üzerinden şekillendirmiştir. Ana, baba ve akrabaların (miras olarak) bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır. Ana, baba ve akrabaların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır (Nisa, 4/7). Allah’ın kitabınca, kan akrabaları birbirlerine (varis olmaya) daha layıktırlar (Enfal, 8/75). Miras hukuku ile ilgili ayetlerden anlaşılacağı gibi mirastan pay almak; esas olarak evlilik yakınlığı ile alt soy, üst soy ve yan soy akrabalığı ile hak edilir.
Kur’an, akrabalık bağını korumayı emretmiştir. Bu hukuku ihmal edenleri ise eleştirmiş, onlara lanet okumuştur. “Bir mü’min hakkında, ne akrabalık (bağlarını) ne de antlaşma (yükümlülüğünü) gözetirler. İşte onlar, taşkınlık yapanların ta kendileridir” (Tevbe, 9/10). Allah’ın, korunmasını emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar var ya; işte lânet onlara, yurdun kötüsü (cehennem) de onlaradır (Ra’d, 13/25). İlk ayette müşriklerin akrabalık bağına önem vermedikleri, mü’minlere düşmanlık ettikleri ifade edilmiştir. İkinci ayette ise akrabalık bağını koparanlara lanet okunmuş ve onlar kınanmıştır. Hatta hutbelerde her zaman okunan ayette akrabalık ilişkisinin korunmasına hususi vurgu yapılmaktadır. Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder (Nahl, 16/90). “Akrabaya yardım etmek”, bir önceki sırada zikredilen “iyilik yapmak” kapsamına girdiği halde akrabalık hukukunun önemine binaen ayrı bir emir olarak özellikle zikredilmiştir. Çünkü kişinin akrabalarına karşı yükümlülüğü, akraba olmayan insanlara karşı yükümlülüğünden daha büyüktür.
Kur’an’ın Milliyetçiliğe Karşı Aldığı Önlemler
Medeni münasebetlerde kan bağı üzerinde bazı hukuki ilişkileri şekillendiren İslam dini; aile bağının hukuksal, toplumsal ve siyasal ilişkilerde işin merkezine yerleştirilmemesi için önemli tedbirler almıştır. Evvela üstün ırk düşüncesinin temellerini çürütmüş; aile bağının iman bağı yanında önemli olmadığını ortaya koymuştur. Sonra çeşitliliğe ve farklılıkların korunmasına vurgu yapmıştır. En son ise birleştirici unsur olarak tevarüs yoluyla kuşaktan kuşağa geçen milliyeti değil, özgür iradeyle tabi olunan inancı esas almıştır.
Kur’an’ın milliyetçilik yerine öne çıkardığı modelde Müslümanların dikkat edeceği hususlar şunlardır:
1. Toplumsal Bağın İnanç Üzerinde İnşa Edilmesi
Müminler arasında geçerli tek bağın iman bağı olduğunu söyleyen Kur’an, buna uygun hareket etmeyenleri uyarmıştır: “Cehennem ehli oldukları açıkça kendilerine belli olduktan sonra, -yakınları da olsalar- Allah’a ortak koşanlar için af dilemek ne Peygambere yaraşır ne de müminlere” (Tevbe, 9/113). İslam dini, Müslüman olmayanlarla dostluk kurmayı yasaklamıştır. Kur’an, müminlerin müşrikler ile dostluk kurmalarını yasaklarken akrabalık bağının onları birbirine cezbetmesinin tehlikeli olduğunu bildirmiştir: “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olabilecekler vardır. Onlardan sakının” (Tegâbün, 64/14). “Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir. De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve onun yolunda cihattan daha sevgili ise artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez” (Tevbe, 9/23-24).
İslam dinine göre insanları birleştiren, müminleri aynı amaç etrafında toplayan unsur inançtır. Kan, soy, toprak, aşiret, millet, renk, dil, meslek ve sınıfsal yapı Müslümanları birleştiren unsur olmamalıdır. Bu nedenledir ki muvahhidlerin gemisine binmeyen Hz. Nuh’un (r.a.) oğlu, puta tapmaya devam eden Hz. İbrahim’in (a.s.) babası, bütün ömrünü onunla geçirdiği halde hakka tabi olmayıp kendi kavmiyle beraber olan Hz. Lut’un (a.s.) hanımı ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) amcası; Kur’an’da söz konusu peygamberlerin ailelerinden sayılmamışlardır. Cahiliye nazariyesi, bunları en yakın akraba olarak görse ve kan bağını asıl birleştirici nitelik olarak sunsa da Kur’an, bunu temelden reddetmiştir.
2. Kan Bağının Fayda Sağlamaması
Kur’an, geçmiş ümmetlerin peygamberlerinden ve onların iman etmeyen aile bireylerinden örnekler vererek aslında tevhid davasında inanç kardeşliği yanında kan bağının hükümsüz olduğunu ortaya koymuştur. “Allah, ‘Ey Nûh! O, asla senin ailenden değildir. Onun yaptığı, iyi olmayan bir iştir. O halde hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi benden isteme. Ben sana cahillerden olmamanı öğütlerim’ dedi” (Hud, 11/46). Bu ayet; dindaşlığın, akrabalık bağını ve yakınlığını ortadan kaldırdığını, birlik olmada önemli olanın inanç olduğunu göstermektedir.
“Sûr’a üfürüldüğü zaman, (işte) o gün ne aralarında soy-sop yakınlığı kalacak ne de birbirlerini arayıp soracaklardır” (Müminun, 29/33). Ayette ifade edilen, soyun tamamen yok olacağı değil de kıyamet gününün şiddetinden dolayı yardımlaşmanın ve yakınlara fayda vermenin olmayacağıdır.
3. Asabiyetin Cahiliye Âdetinden Sayılması
Cahiliye döneminde, vatandaşlığa dayalı otorite yerine kabileciliğe dayalı toplumsal yapı vardı. Bu nedenle toplumu birleştiren inanç birliği veya kamu otoritesi yoktu. Yegâne birleştirici unsur, soy bağı idi. Kişi, ait olduğu soy ağacına aşırı önem atfeder; haklı veya haksız her zaman akrabalarının tarafını tutardı. İslam dini, birleştirici unsur olarak inancı merkeze yerleştirince müşrikler buna şiddetle karşı çıktılar. Hudeybiye Barış Antlaşmasının imzalanması aşamasında belgeye tarafların isimleri yazılırken Hz. Muhammed’in tanıtıcı sıfatı olarak “Allah’ın elçisi” yazılmasına müşrikler itiraz ettiler, “herkes kendi babasının adıyla yani soy kütüğüyle yazılacak” dediler. Bunun üzerine şu ayet indi: “Hani inkâr edenler, kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi” (Fetih, 48/26). Ayette; haklılığa ve haksızlığa bakmaksızın kendi tarafını savunmak, itikat ve inancı esas almak yerine kibir ve soya dayalı asabiyet yapmak, cahiliye asabiyeti olarak nitelendirilmiştir.
4. Kökende ve Hukukta Eşitlik
Bazı soy, kabile ve milletleri doğuştan üstün görme anlayışı, milliyetçiliğin beslenme kaynağıdır. Bu noktada Kur’an, insanın kökeninden söz etmiştir: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah, üzerinizde bir gözetleyicidir” (Nisa, 4/1). Ayette, insanların tek bir nefisten yaratıldığına işaret edilmekte, böylece bütün insanların köken itibarıyla eşitliğine ve birleşme noktasına vurgu yapılmaktadır.
İslam dini, kökende eşitliği ortaya koyduğu gibi hukukta eşitliği de ortaya koymuştur; adaletin tecelli etmesi noktasında müminlerden yakınlarını yabancı kimselerden üstün tutmamalarını istemiştir: “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah, ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır” (Nisa, 4/135).
İnsanlar, hukuki meselelerde haksız dahi olsalar genellikle yakınlarını kayırdıkları için ayette özellikle akraba vurgusu yapılmıştır. İslam dini, akrabayı haksız oldukları durumlarda kollamayı yasaklamış; cahiliye döneminin mer’i ilkelerinden olan “zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” kuralını iptal etmiştir. Hz. Muhammed, anlayış haline gelen bu özdeyiş veya atasözünü; “kardeşin mazlum ise ona yardım et, zalim ise onu zulmetmekten alıkoy” şeklinde değiştirmiştir (Buhari). Hulasa İslam dini, her ne olursa olsun insanlar arasında adaletle hüküm vermeyi emretmiştir.
5. İnanç Kardeşliği
İslam dini; fikrî temelli birliği esas almış, akrabalık bağı yerine iman bağını koymuş ve müminlerin birbirleriyle ilişkilerini, “Mü’minler, ancak kardeştirler” (Hucurat, 49/10) ayetinde buyrulduğu gibi kardeşlik ilişkisi olarak tanımlamıştır. Yakınlık ve birlik, soya göre olmayıp inanca göredir. Buna uygun düşmeyen anlayışları Kur’an, eleştirmiştir: “Şu’ayb şöyle dedi: Ey kavmim! Benim kabilem, sizce Allah’tan daha itibarlı mı ki, O’na sırt çevirdiniz. Şüphesiz Rabbim, sizin yaptıklarınızı kuşatmıştır” (Hud, 11/92). Ayette, kabile bağını ilahi bağdan üstün görenler kınanmıştır.
6. Sorumluluğun Kişisel Olması
Irkçılığı besleyen önemli faktörlerden birisi, kabile bireylerinin birbirlerinin yaptıklarından sorumlu tutulmasıdır. Herkes, üst kimlik olan aşiretin kan bağı merkezli hukukuna riayet etmek zorundadır. İslam dini, bu yaklaşımı temelden reddetmektedir.
“Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez. Günah yükü ağır olan kimse, (bir başkasını), günahını yüklenmeye çağırırsa ondan hiçbir şey yüklenilmez, çağırdığı kimse yakını da olsa” (Fatır, 35/18). Cahiliye âdetinin aksine İslam’da, kimse kimsenin sorumluluğunu üstlenmez; kimse başkasının cezasını çekmez. İslam’da, suçun şahsi olması, her bireyin kendi yaptıklarından sorumlu olması, kabilenin manevi şahsının sorumluluğunu ortadan kaldırmıştır. Böyle yapmakla aslında kabileciliği ortadan kaldırmaktadır.
7. Başka Kavimlerin Hor Görülmemesi
İslam dini, milliyetçiliğin en önemli ayağı olan başkasını küçümsemeyi yasaklamıştır: “Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler” (Hucurât, 49/11). Bu ayet; zenci bir köle olan Bilal (r.a.), Fars diyarından gelip Müslüman olan Selman (r.a.), Dicle nehri kenarındaki ailesinden koparılıp esir olarak Müslüman diyarına getirilen Suheyb (r.a.) ve yoksul Ammar (r.a.) gibi sahabeyi küçümseyenler hakkında nazil olmuştur. Ayette ifade edildiği gibi bir insanı; gelir düzeyinden tutun yaşam standartlarına kadar, ırkından tutun rengine kadar herhangi bir özelliğinden dolayı küçümsemek haramdır.
Sonuç olarak;
Milliyetçilik, dün olduğu gibi bugün de siyasetin ve siyaset biliminin başlıca konusu. Küreselleşmenin yükselmesi, bölge işbirliklerinin güçlenmesiyle ikincil duruma düşeceğini iddia edenler oldu ama korona virüs salgınında Avrupa ülkelerinin “birlik ilkelerini” bir kenara itip “önce benim vatandaşım” demesi dikkat çekiciydi.
İradesine dayanmayan özelliği üzerinden insana değer biçilemez. Milliyetçilik, tam da bunu yapıyor. Rengi renkten, teni tenden, acıyı acıdan ve kalbi kalpten ayırıyor. Bu ister ulusalcılık üzerinden yapılsın, ister Türk-İslam ülküsü üzerinden yapılsın, isterse vatancılık üzerinden yapılsın insanlık adına endişe vericidir.
Kavmiyle övünç duyup, o kavme ait olmanın ayrıcalık olduğuna inanmak, İslam’da kesinlikle yasaklanmıştır. Kendi kavmine hak gördüğü bir durumu bir diğer kavme çeşitli gerekçelerle hak görmeyen her kişi, kurum ve yapı, menfi anlamda kavmiyetçidir. Allah’ın ayetlerinde bahsettiği farklılık, çeşitlilik ve çoğulculuğa rağmen tekçilik dayatmalarının yapılması, insani olarak da İslami olarak da vicdani olarak da sorunludur. Bir insanın da kendini ait olduğu kavimle tanımlaması ve kavmine sevgi beslemesi, adaletli şahitler olması şartıyla salt bir kavmiyetçilik ile açıklanamaz.
Remzi KORKMAZ