Resulullah (s.a.v), belki de tarihin gördüğü en barbar, en gaddar, en cahil toplumlardan birisine Peygamber olarak gönderilmişti. Bu toplumun ekonomik temellerinin tamamını faiz oluşturuyordu, toplumun sosyal yapısını ırkçılık ve kabilecilik oluşturuyordu. Bu toplumda; zina, faiz, adam öldürmek gibi büyük günahların tamamı normal ve sıradan işler olarak işleniyordu. Mesela bu toplumda, birisi, uzak bir yolculuğa çıkacağı zaman geride hanımına şöyle bir vasiyette bulunuyordu;
“Bak, ben uzak bir yolculuğa gidiyorum, eğer benim başıma bir şey gelirse bu çocuğa muhakkak kumar öğretin, insanlar, nasıl bir çocuk yetiştirmiş ki kumar oynamasını bile bilmiyor, diye arkamdan konuşmasınlar.”
Peki, böyle bir topluluğu Resulullah (s.a.v), nasıl değiştirip dönüştürdü? Bu cahiliye toplumundan nasıl bir Asr-ı Saadet Medeniyeti ortaya çıkardı? Efendimiz (s.a.v), yani kendi elleriyle kendi kız çocuklarını diri diri toprağa gömen insanlardan, her biri iffet timsali kız çocukları yetiştiren insanlar, nasıl bu dönüşümü ve değişimi sağladılar? Yani kabilecilik için, ırkçılık için birbirini boğazlayan, gözünü kırpmadan öldüren insanlar nasıl oldu da, belki de dünya tarihinde eşi ve benzeri görülmeyen Ensar ve Muhacirun kardeşliği diye sosyal bir projeyi ortaya koyabilecek noktaya geldiler? Mal için birbirini öldüren insanlar, nasıl oldu da Resulullah (s.a.v); “Malınızı infak edin!” dediğinde ceplerinde neleri varsa çıkarıp onu ortaya koyabildiler? Resulullah (s.a.v), bu değişim ve dönüşümü hangi imkânlarla gerçekleştirdi? Hangi maddi, ekonomik ve sosyal imkânlarla gerçekleştirdi? Biz, Efendimizin (aleyhisselatu vesselam) ve sahabe efendilerimizin hayatını okuduğumuz zaman görüyoruz ki her birisi kerpiçten, topraktan duvarları olan evlerde yaşıyorlar. Üstü hurma dallarından kapatılmış damların altında yaşıyorlar ve çoğu zaman da açlıktan karınlarına taş bağlıyorlardı.
Hz. Aişe annemiz buyuruyor ki: “Bizim evimizde öyle günler olurdu ki üç gün üst üste ateş yanmaz, ocak kaynamaz, sıcak pişmez yemek çıkmaz.” Biz, elimizdeki bu maddi imkânlarla, bu siyasi, sosyal, bürokratik imkânlarla ve kendi toplumunda yapmış olduğu o değişim ve dönüşümü bugün gerçekleştiremiyoruz.
Bugün, Türkiye’de sadece 106 tane ilahiyat fakültesi var. Bu ilahiyat fakültelerinde görev yapan ilahiyat akademisyenleri var. Bu ilahiyat fakültelerinde okuyan 314000 ilahiyat talebesi var. Sadece 1607 tane İmam Hatip Lisesi, 44000 tane İmam Hatip hocası, 500000 tane İmam Hatip talebesi var. Kardeşlerim, 150 bine yakın din görevlisi ve binlerce dernek, vakıf, sivil toplum kuruluşu var. Bu ülkede milyonu aşabilecek kadrolar varken, niçin Efendimizin (s.a.v) o toplumda meydana getirmiş olduğu değişimi ve dönüşümü, biz Müslümanlar olarak İslam toplumlarında meydana getiremiyoruz? Çünkü Resulullah’ın (s.a.v) en önemli özelliklerinden birisi de bugün bizim kaybetmiş olduğumuz en önemli prensiplerinden birisi, söylediklerimizi yaşamak ve örnek olmak prensibidir. “Kaybettiğimiz değerler” diyoruz ya işte Peygamberimizin (s.a.v) hayatına baktığımız zaman bugün imkânlarımıza rağmen neyi kaybettiğimizi net bir şekilde anlıyoruz.
Cehcah bin Kays (r.a) anlatıyor: İslam’ı tanımak için kavmimden birkaç kişi ile Rasûlullah’a geldik. Akşam olunca Efendimiz: “Herkes yanında oturan misafirlerden birinin elinden tutsun ve evine götürsün.” buyurdu. Herkes, birini aldı gitti. Mescidde Efendimizle ikimizden başka kimse kalmadı. Çünkü ben, iri kıyım, öyle herkesin evine götürüp doyuramayacağı bir adam idim. Görüntüm, çok yiyen biri olduğumu gösteriyordu. Rasûlullah, beni evine götürdü. Bana bir keçiden süt sağıp verdiler. Hemen içtiğimi görünce bir daha verdiler: “Doydun mu?” Dediler: “Doymadım” dedim. Peş peşe yedi keçi sağdılar. Ben de hepsini içtim fakat yine doymadım. Bir toprak tencerede yemek getirdiler, onun da hakkından geldim. Bunu gören Efendimizin hanımı Ümmü Eymen: “Peygamberi aç koyanın Allah karnını doyurmasın!” dedi. Peygamber (s.a.v.) de: “Sus ya Ümmü Eymen! O, kendi rızkını yedi. Bizim rızkımızın kefili Allah’tır.” buyurdu. Rasûlullah’ın, kendi yiyeceğini bile bana ikram etmesi beni çok etkilemişti. Sabah namazı mescide geldik. Bizim kabileden gelenler, birbirlerine kendilerine yapılan ikramı anlattı. Ben de “Bana yedi keçiden süt sağdılar hepsini içtim, bir tencere yemek geldi, onu da yedim.” dedim. Akşam namazını Müslümanlığı kabul etmiş olarak Peygamberle kıldık. Peygamberimiz yine: “Herkes yanındakinin elinden tutsun eve götürsün” deyince beni yine kimse götürmedi. Peygamberimiz, beni yine evine götürdü. Bana bir keçiden süt sağıp verdiler. Ben onu içince doydum. Benim doyduğumu gören Ümmü Eymen: “Ya Rasulallah! Bu adam, bizim dünkü misafirimiz değil mi?” dedi. Efendimiz: “Evet” deyip sonra “Bu gece o, Mü’min midesiyle yedi. Dün ise kâfir midesiyle yemiş idi. Kâfir, yedi mide ile yer. Mü’min ise bir mide ile yer.” buyurdu (İmam Zehebi, Tarihu’l-İslam).
Bir başka örnek verecek olursak: Hz. Ömer (r.a) bir kanun çıkaracağı zaman önce hanımına, çocuklarına ve akrabalarına anlatır; ilk önce onların uyumasını isterdi. Yani Hz. Ömer, kanunlarına, önce kendisi ve yakınları uyarsa halkın da uyacağını düşünürdü; çünkü bu, peygamber metoduydu. Günümüzde kanun koyanlar, hüküm koyanlar, kimler için koyuyor? Bu kanunu, alt sınıf için koyuyorlar ama kendileri hiçbir şekilde uymuyorlar. Yine Hz. Ömer’in hayatından başka bir örnek verecek olursak; Basra Valisi, Hz. Ömer’in çocuklarına kâr elde edecekleri bir iş vermişti. Hz. Ömer, çocuklarına: “Vali bu işi diğer askerlere de verdi mi?” Çocukları: “Hayır!” Hz. Ömer: “Demek bu işi size halife çocukları ve akrabaları olduğunuz için vermiş. O kazancı derhal hazineye iade edin!” cevabını vermişti. Bugün, makam ve mevki sahiplerinin hem yakınlarının hem çocuklarının neler elde ettiklerine bir bakalım.
Yine Bizans kraliçelerinden birisi de elçilik için Bizans’a giden Müslüman elçilerle Hz. Ömer’in hanımına birtakım hediyeler yollamıştı. Hz. Ömer (r.a.), bunları görünce, “Elçi devletin elçisi, posta devletin postası, taşıyan devletin taşıyanı hediyeler de sana öyle mi? Bunlar, hazineye iade edilecek” demişti. Burada da görüyoruz ki İslam’da tebliğ önemli ama temsil etmek daha önemli. Yani “din adamı” deriz ya, herkes dininin adamı olmak zorunda. Kabullendiği dini yaşayıp temsil etmek zorunda.
Adiyy Bin Hatem’in Müslüman Oluşu
Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem) elimden tuttu, beni evine götürdü. Yolda düşkün ve yaşlı bir kadın O’nu durdurdu ve ihtiyacını arz etti. O da uzun bir süre ayakta durup kadının derdini dinledi ve meselesini halletti. Eve vardığımızda hurma lifinden doldurulmuş bir minder alıp bana ikrâm etti: “Bunun üzerine otur!” buyurdu. Ben: “Hayır! Onun üzerine Sen otur!” dedim. Rasûlullâh bana: “Hayır, sen oturacaksın!” buyurdu. Minderin üzerine oturdum, Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi ve sellem) ise kuru yere oturdu. İçimden: “Vallâhi bu, hükümdar işi değildir!” dedim ve Müslüman oluşuma Peygamberimizin davranışı vesile olmuştu. Şimdi bizim evimize Müslüman olmayan birisi gelse ve bu toplumla tanışsa, hanımımıza ve çocuklarımıza davranışımızı görse; televizyonla, internetle bağımızı görse; ticaretimizi, insan ilişkilerimizi görse bizden etkilenip temsil ettiğimiz dini görüp Müslüman olur mu, şöyle bir düşünelim…
Şimdi burada bir anekdot paylaşmak istiyorum. Peygamberimizin ve sahabilerinin hayatını anlatırken hep yoksulluktan, aç kaldıklarından bahsederiz. Evet, zaman zaman aç kaldılar, yoksul oldular, fakir oldular ama öyle zamanlar geldi ki gerçekten zengin oldukları, Bizans-İran fethedildiğinde ganimetlerin geldiği dönemler de oldu. Peygamberimiz, elini açsaydı Rabbim, Uhud dağını altın yapıp önüne sererdi. Yani evdeki halıları, kilimleri bile altından olabilirdi ama onların hayatı zaruret değil, bir tercihti. Eğer böyle tercih etmeselerdi, peygamberimizden sonraki dönemlerde de sahabiler gerçekten zengin olurlardı. Çünkü fetihlerden sonra ciddi anlamda ganimet gelmişti ve gerçekten güzel evlerde oturabilirlerdi. Mobilyaları güzel, perdeleri güzel, eşyaları güzel lüks bir hayat sürebilirlerdi ama onlar dünyayı değil de ahireti istediler. Çünkü onların genel prensibi, “istemez misin ya Ömer, dünya onların, ahiret bizim olsun” prensibi idi.
İkrime bin Ebu Cehil’i örnek verecek olursak; Peygamberimiz diyordu ya, “oğlundan çektiğimi, babasından çekmedim”. Ama İkrime, Müslümanlığı kabul etmek için Resulullah’ın yanına geldiğinde kollarını açıp: “Hoş geldin güzel suvari” diye karşılamıştı onu. İkrime, bu sözden sonra, bu karşılamadan sonra Müslüman olmuştu ve bütün imkânlarını İslam için kullanacağına söz vermişti. Sadece Peygamberimizin yumuşak davranması ile olmuştu bu… Yani Peygamberimizin gerçekten bu dini tebliğ etmek için yumuşak sözlü olması, ahlaklı davranması, örnek olması İslam’a insanların girmesine vesile oluyordu.
Buradan hareketle önce evdeki ahlakımızı düzeltmemiz gerekiyor. Toplum olarak bir hanım kocasını sabah işe uğurlarken “Elhamdülillah, ya Rabbi, sana hamd olsun. Ya Rabbi, kocamın ahlakı, peygamberin ahlakına benziyor” diyebiliyor mu? Bir erkek de aynı şekilde: “Hanımımın ahlakı, peygamberin eşlerinin ve kızlarının ahlakına benziyor” diye biliyor mu? Biz, bu durumu yakaladığımızda, tebliği yapmış oluyoruz aslında ve dışarıya İslam dinini anlatmaya, örnek olmaya çalıştığımızda fevc fevc insanlar bu dine girecektir; çünkü Rasulullah böyle yapmıştı.
Şimdiye kadar “örneklik” dedik “ahlak” dedik. Tebliğde üçüncü özellikse; Peygamberimizin yetiştirdiği kadro, dik duruşluydu. Değerlerinden taviz vermiyorlardı, rızık için eğilmiyorlardı, bükülmüyorlardı. Dinleri için gerekirse canlarını, mallarını seve seve veriyorlardı. Bugün, İslam coğrafyası olarak kaybettiğimiz değerlerden bir tanesi de dik duruşumuzdur.
Hz. Ömer (ra) tarafından Romalılar üzerine gönderilen bir ordu içerisinde, Abdullah b. Huzafetü’s-Sehmi de vardır. Kendisi, Romalılara esir düşer… Zorlamalar, işkenceler… Ancak amaçlarına ulaşamazlar… O büyük Dava Adamı, imanından taviz vermez, dininden vazgeçmez… Sevgililer Sevgilisi’ne (a.s.m.) ihanet etmez… Roma kralı, Hıristiyan olması durumunda kendisini mülküne, saltanatına ortak edeceğini önerir. Bu teklifi kabul etmeyince, idam olmasına karar verildi. Bir ağaca asıldı ve kendisine ok, mızraklarla atış emri verildi. Fakat o, bu durumda da hiç korkaklık göstermedi. Bunu gören kâfirler, kendisini ağaçtan indirdiler. (Öyle anlaşılıyor ki, onu öldürmeye fazla hevesli olmayan kâfirlerin maksadı, onu Hıristiyan dinine girmeye zorlamaktı).
Bundan sonra bir büyük tencereye su koyup kaynattılar ve kendisine, (Müslüman) esirlerden birini bu kaynar suyun içine atmasını emrettiler. Bunu yapmadığı takdirde kendisinin bu suyun içerisine atılacağını söylediler. Bu emri de yerine getirmedi. Bunun üzerine düşman askerleri, kendisini yakalayıp kaynar tencereye doğru yürüttüler. Bu yürüyüş esnasında ağladığını görünce, kral kendisine geri getirmelerini istedi. Ağlamasının sebebini sorunca, şu şaşırtan cevapla karşılaştılar: “Keşke benim yüz canım olsaydı da hepsi tek tek Allah yolunda bu tarz işkenceyle ölüme mahkûm edilseydi. Böyle bir imkândan mahrum olduğum için ağladım.” deyince başta kral olmak üzere hepsi şaşırıp kaldı. Bunun üzerine kral, “benim başımı öpersen seni serbest bırakacağım” dedi. Abdullah da “eğer bütün esirleri bırakırsan bunu yaparım” dedi. Bu sözü alınca başını öptü ve birçok Müslüman esirin kurtulmasına vesile oldu. Bu olayı Hz. Ömer’e (ra) anlatınca, Hz. Ömer de kalkıp onun başını öptü ve Abdullah’ı başından öpmenin her Müslümanın görevi olduğunu söyledi.
Burada görüyoruz ki Rasulullah’ın yetiştirdiği kadro, hiçbir dünyalık karşısında eğilmiyor, bükülmüyordu. Hiç kimse onları, bir şey ile korkutamıyordu. Yalnız Allah’tan korkan ve Allah’ın yardımı kendilerine gelecek bir kadroydu. İşte burada da bunu görüyoruz.
Hasan el-Benna’yı İngilizlerin düşman görme sebebi neydi? O devire bakıldığında güzel Kur’an okuyan, güzel vaaz eden, güzel konuşan insan çoktu ama Hasan el-Benna, bu dini insanlara anlatıp yaşanır hale getirip bir Kur’an nesli oluşturmak için yani Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin ete kemiğe bürünüp yalnızca Allah’tan korkan bir nesil ortaya çıkartmaya çalıştığı için İngilizler onunla uğraşmış ve şehit etmişlerdi.
Sonuç;
Hz. Ali (r.a) için anlatılır: Bir sefer var. Kale fethedilmek üzere. Namaz vakti de çıktı çıkacak. Komutan geliyor, Hz. Ali’nin yanına: “Efendim” diyor “Namaz vakti çıktı çıkacak ama müsaade ederseniz önce kaleyi fethedelim gerekirse namazı sonra kılarız” diye devam ediyor. Hz. Ali: “Bana bak komutan, uğruna mücadele etmiş olduğumuz değerlerimizi ihmal ederek kazandığımız savaşların ve zaferlerin bizim için hiçbir anlamı yoktur. Eğer bugün biz uğruna mücadele ettiğimiz değerleri ihmal ediyorsak, Müslümanlar olarak zafer kazansak ne olacak, kazanmasak ne olacak!” buyurmuştur. Çünkü biz, değerlerimiz için varız, değerlerimiz için yaşarız. Evet, namaz bizimdir, başörtüsü bizimdir, sakal bizimdir ama bunlar, âlemlerin Rabbi olan Allah’a sunacağımız yönüdür. Bugün Müslümanlar olarak biz, insanlara adaletimizi sunmak zorundayız. Hak-hukuk konusunu sunmak zorundayız. Kul hakkı bilincimizi sunmak zorundayız. Bugün Müslümanlara, “Karnın aç mı? Bir ihtiyacın var mı? Bir derdin, problemin var mı?” diye sormak zorundayız. Çünkü insanlar, bizim namazımızı görerek bizi sevmez, Müslümanlığı sevmez. Neyi severler? Bizim ahlakımızı, bizim duruşumuzu, kafamızı kesseler de kimse bize rüşvet yediremez arkadaş. Boynumuzu vursalar da kimse bize torpil yaptıramaz, iltimas geçiremez, haksızlık yaptıramaz… Müslümanlık, budur kardeşim. Müslümanlık, savunulması gereken bir ideoloji değil, yaşanılması gereken bir dindir kardeşim. Bugün dinimizi yaşamıyor da; hocalar kürsülerden anlatılan bir makale malzemesine çevirmişse, akademisyenler üniversitelerde çalışılan bir tez malzemesi haline getirmişse, siyasetçiler birbirlerinin kafasına kurşun gibi sıktıkları bir malzeme haline getirmişse biz, bu dini kime sunabileceğiz? Onun için Allah Resulü’nün mücadelesini, sahabilerin mücadelesini irdelemek ve bu dini yaşanır hale getirmek için elimizden gelen her şeyi yapmak zorundayız. Velhamdülillahi rabbil âlemin…
Hakverdi DOĞRU