Karanlıklardan Aydınlığa
Arşiv Yazarlar

Karanlıklardan Aydınlığa

Zorluklarla karşılaşmadan alamadığımız bir “dünya” yolu var önümüzde. Gücü zayıf olanların, duygularını Allah’ın razı olmadığı yollarda sarf edenlerin ve kendini bir oyunun içinde sananların mutlak mağlubiyeti yaşayacağı bir yol bu. Şüphesiz birçok ayette bahsi geçen “oyun ve eğlenceden ibaret olan” dünyaya, geçiciliğinden dolayı ona ‘oyun’ niteliğini veren Rabbimizin bu sözlerine inancımız tamdır. Ama şu da unutulmamalıdır ki, her oyunun sonunda sevinç duyan ve üzüntü duyan taraf olmak üzere iki grup vardır. Sevinç duyan taraf, oyun içerisinde gösterdiği başarıdan ötürü kazanan olmuş ve oyundan mesut bir şekilde ayrılmıştır. Ancak üzüntü duyan taraf, oyunun kurallarını gereğince yerine getirememiş, eksikliklerinden veya yanlışlarından dolayı oyunun kaybedeni olmuştur.
İşte dünyaya sadece eğlenmek için gelmemiş olan insan, bu büyük oyunun hükümlerini -doğru kaynaktan- öğrenmeli, bu hükümleri oyun boyunca hiç aklından çıkarmamalı ve dikkatli adımlarla muzaffer olmayı, sevinç duyan taraf olmayı temenni etmelidir. Bu büyük oyunun, elbette diğer oyunlar gibi cezası ve ödülü vardır. Tek level olan bu oyunun zorluğuna göre nitelenecek sonlar, dönüşü olmayan, Hak katında hazırlanmış; oyuncularını beklemektedir.
Her insanın hayatında farklı meşguliyetleri ve bu meşguliyetlerin getirdiği farklı meşakkatler elbette ki her zaman vardır. Zaten kendini bir imtihanın içinde görmeyen insan, yaşamından herhangi bir anlam çıkaramaz. Ama sınandığının bilincinde olan kimse, yaşı ilerlediğinde pişmanlık duymayacak ve gücü yetmediği işler karşısında mazisinde gerçekleştirmiş olduğu iyi işleri, nefsine teselli edinecektir.
İnsan, doğumundan ölümüne kadar her zaman bir işe, bir uğraşa ihtiyaç duyar. Çünkü kendini boşluğa atan ve onu farklı yollara koyduracak hiçbir ipin ucunu tutmayan kişi, yaşamdan kendine bir enerji oluşturamaz. Bunun sonucunda dünya neymiş, hayırlı iş nasıl oluyormuş, önce Allah’ın rızası, sonra kulların rızası nasıl kazanılıyormuş, sevap neymiş, günah ne demekmiş gibi ifadelerden uzak bir yaşam (!) ile kendini bekleyen toprağa gidişini hızlandırır. Aldığı nefesin hakkını veren insan, onu kendisine layık görene borcunu ödeyen insandır. O öyle bir alacaklı ki, ne kapıya dayandığı görülür ne de hakkının fazlasını ister. O öyle bir alacaklı ki, tek bir kelimeyle borçlusuna koşarak gelir ve geçmişteki tüm ödemeleri siler. Ama aynı zamanda O öyle bir alacaklı ki, verdiği vakit tamam olunca, ne affı dinler ne de vakit tayin eder. Böyle bir alacaklıya borcumuzu ne zaman ödeyeceğiz?
Mekteplerde öğretilen bilgilerle, dünyanın bizzat sakinlerine öğrettiği bilgiler arasında oldukça büyük farklar vardır. Mektepler, bildirdiklerini, yalnızca kişinin şahsî olarak gireceği imtihanlarla test edip, “Acaba kendisine fayda sağlayacak mâlûmâtı hiç aklından kalbine sürüklediği olmuş mu?” diye sorgulamadan, dilediği hayata, dilediği koltuğa oturtur. Ancak dünya, çoğu zaman ahireti de konu edinerek talebelerine ders verirken, öğrendiklerinin insana ne kadar faydası ve ne kadar zararı olmuş, faydası zararından büyük mü yoksa zararı mı faydasından büyük, aldığı faydayı gelecekteki yaşamına geçirebilecek mi, üzerine aldığı sorumlulukları layığınca yerine getirebilecek mi, en önemlisi, yapacağı bu işten Rabbi razı mı, gibi sorulardan geçirmeden, kişiyi istediği hayata, istediği koltuğa yönlendirmez. Hep isyan cümlelerine maruz kalan dünya, yalnızca içindekileri barındırma ve aklandırma görevini yerine getirmektedir. Görevinin ardından uzunca bir uzlete çekilecektir. Yani suç dünyada değil, içinde yaşanılan/yaşatılan dönme dolap diyebileceğimiz bir sistemdedir. İnsan aklı, alabileceği her faydalı ilmi amele dönüştürmeye yatkın bir yapıda yaratıldığı halde, sorumluluk bilincinde olmayan bireyler bu iki kavramı ilişkilendiremediği için daha ilk durak olan dünyada kaybetmektedir. Alınan ilmin sadece insanı ayakta tutmayı sağlayacak nitelikte olduğunu sanarak en büyük gaflete düşmekteyiz. Gördüğümüz ve duyduğumuz, bizi Allah’a yaklaştıran her iş, bizi ayaklandırmalı. Amele dönüşmeyen ilim, şimdiye kadar hiçbir toplumu dik tutmamıştır. Bu dünya, istisnasız herkesin adaylığını koyduğu, en bilgenin ya da en güçlünün belirlendiği bir seçim sahası değildir. Zaten burada kazanan, ahirette kaybetmiştir. Hayatını riyâ ve süslü sözler işitmek üzere kuran kimse -neûzu billâh- ancak hüsranla müjdelenir. Ayakları yerden kesen en azîm müjde, bu olsa gerek!
Amel dediğimiz kavram, insana bir kurtuluş ümidi doğuracak kapılar açmalıdır manevi dünyalarda. Farkında olmasak da batmakta olduğumuz çukur bizi zaman geçtikçe dibe çekerken, kendimizi kurtarmak için bir çaba gösteriyor muyuz? Bu çukur, hayatımızın neresinde etki ediyor? Meşgul olmayı layık gördüğümüz uğraşlar, bizi cennete layık görüyor mu yoksa kendimize cehennem kütükleri mi hazırlıyoruz farkında olmadan? Bilincinde miyiz bulunduğumuz çukurun ve bilincinde miyiz bataklığa boyun eğdiğimizin? Bilincindeysek ne ile teselli ediyoruz kendimizi? Bir teselli, bir çıkış bulmaya çalışıyor muyuz? Günün sonunda karanlıktayken aydınlığa kavuşabiliyor muyuz? “Bu Kur’ân, öyle büyük bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa, her şeye galip ve hamde lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için onu, sana indirdik” (İbrahim, 1). Felahı arayana felah, huzuru arayana huzur, teselli arayana teselli, aydınlık arayana aydınlık ve en önemlisi cenneti arayana cennet bahşeden bu ayeti şimdi dönüp tekrar okumalıyız. Sonra tekrar, sonra tekrar… Tâ ki kara bulutlarla çevrili kalplerimiz, bu sözlerdeki güneşi kabul edip derinliğindeki saadeti hissedene kadar.
Belki üzerimize gün doğmadı hiç. Belki de dilediğimizce yaşayamadık istediğimiz hayatı. Dünyadan bir yol istedik önümüzü açsın diye. Ama karşımıza çıkan olumsuzlukların sebebini düşündük mü, düşündüysek de kendimizde aradık mı sıkıntıyı? Hep “zâlim” dünya mıydı bizi yıpratan, hep çevremize aldığımız ama yüreğimize yerleştiremediğimiz insanlar mı engelledi mutluluğumuzu? Biz hatalı değil miydik hiç, bizim bir yanlışımız olmadı mı ömrümüz boyunca? Bunca soru işareti karşısında acizliğimizin bir kez daha farkına varıp dilimizin lâl kesildiğini hissetmek kaçınılmaz olmalıdır.
İlim, insanda bir kıpırdanmaya yol vermelidir. Ondaki parantezi açmalı, manevi evrenden çıkıp fiillerde gerçekleştirmek için bedene yüklenmeli, artık amele gerçekten amel diyebilmek için bir nevî koşuşturmalıyız. Bizi koruyacak olan ilimdir, ameldir. İlmi aldığımız kapıdan amellerle çıkmak ve yalnızca Rabbimizi razı etmek gayesiyle yaşamak ümidi ve duasıyla… Yüce Allah, en doğrusunu bilir.
Rüveyde Bera PALA