“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni ne aldattı? “(İnfitâr 6-7-8)
Mesleklerin insan fizyonomisi (dış görünüşü, özellikle yüz), sağlığı, alışkanlıkları, söylem, eylem ve karakteri üzerinde derin etkileri vardır. Meslek erbabı üzerinde bu etkiyi artıran ve kavileştiren belki de en önemli etmen; mesleğin alt dal ağlarıyla örülerek meslek içi departmanların ortaya çıkmasıdır. Meslek erbabının zamana, yeteneklerine ve iradesine bağlı mesleki başarı, departmanlar arası ilerlemesine (uzman/kariyer sahibi olmasına) neden olabilir. Departmanlar arası geçişler kimi zaman çalışanın istemi dışında, sistemin refleksiyle de gerçekleşebilir.
Bazı meslekler; arz ve talebin artışı ve günün teknik imkanlarının sağladığı avantajlarla, seri üretime geçişte daha kolay adapte olmuşlardır. Ayrıca mesleklerin bu kompleks, evrilme hali başka mesleklerin doğmasını ya da ilgili mesleğin mevcut mesleklerle çalışmasını (dirsek temasını) gerekli kılmıştır. Mesleki bu evrilme çalışacak kişilerin profil belirleme, adaptasyon süreci, sistem içi eğitim veya personelin sorunları ile ilgilenme konusunda ‘İnsan Kaynakları Departmanı’ gibi sistem içi bölümlerin oluşmasında da faktör olmuştur.
Konumuz itibari ile söylenmesi gereken en önemli hususlardan yekdiğeri de mesleki deformasyondur (form/şekil bozulmasıdır). Mesleki deformasyon prosesi (süreci); yukarda da ifade ettiğimiz üzere çalışma süresi, yeteneklerin keşfi ve departmanlar arası geçişle kendisini, kişi üzerinde zahire taşıyacaktır. Uzman olmamıza gerek kalmadan her yerde rastlayabileceğimiz bir takım meslek sahiplerinin sadece cilt ve fiziksel görünüşlerine bakarak ilgili mesleklerin izlerini görmek mümkün olacaktır.
Nasırlı ellere sahip taş ustaları, güneşte cildi kavrulmuş rençberler, sağlıklı ve biçimli bedenlere sahip atletler, mesleki ortamın tutkal ve reçine kokusu üzerine sinmiş mobilyacılar. Toz, toprak, boya, makine yağı üstüne, başına, eline yüzüne bulaşmış madenci ya da oto tamiri içerisinde uğraş veren meslek erbabları örnek gösterilebilir.
Kanara (mezbaha hane-kesimhane):
Yakın tarihe kadar, lokal bir alanda, günümüze kıyasla kol ve kas gücüyle, kısıtlı imkânlarla, sınırlı miktarda icra edilen, kesim miktarını; talebin, mevsim ve coğrafi şartların belirlediği kasaplık mesleği sanayi devriminin etkisiyle o günden bugüne teknolojiden çok yönlü nasiplenen; canlı, karkas ya da işlenmiş ürün çeşitliliğinde ithalat ve ihracatı yapılan meslekler arasında yerini almıştır.
Günümüzde kasaplık mesleği kanara (mezbahahane ya da kesimhane) olarak pek bilinmemektedir. Artık alıştığımız ve algılarımızın onayladığı yeni adı ‘Et Kombine Tesisi’dir! Günümüzde kombine tesisler; isminden de anlaşılacağı üzere içerisinde dijital kontrollü, birbirine uyumlu bir takım iş makinaları ile entegrasyonu gerçekleştirilmiş, büyük oranda otomasyon fabrikalardır diyebiliriz. Kombine tesisler nitel ve nicel ürün çıkartma kabiliyetlerine göre, sistem içi entegrasyonu aktifleştirecek gerekli miktarda; sistemin belirlediği fizik, sağlık, sertifikasyon ve eğitim düzeyine sahip insan gücüne de ihtiyaç duyarlar.
Evrak ve veteriner kısmını irdelemeden şunu söyleyebiliriz ki, tesisin (kanaranın) kapısından giren canlı; adeta ne olduğunu anlamadan dokuları, organları, üresi, gübresi, serum ve plazması,… sistemin belirlediği gerekli tasnif ve yönlendirmeye tabi tutularak ayrıştırılır. Tabir yerinde ise, parçalanmış dokular üzerindeki seğirme sönümlenmeden soğuk zincir teknolojisiyle, talebi karşılamak ve tüketilmek üzere topluma arz edilir. Tesisin büyüklüğü ve tüketim miktarı oranında da seri kesim gerçekleştirilmektedir. Şunu da ifade etmek gerekirse et kombine tesisleri (kanaralar) veteriner, enerji, soğutma sistemleri ve nakliyenin gelişmesine de katkı sağlamıştır. Saydığımız bu meslekler modern kanaralar için hayati öneme sahiptirler.
Kanara (-laşmak);
Her meslekte olduğu gibi kanara mesleği de çalışan üzerinde fizik, seciye ve tahayyül dünyasında irili ufaklı birtakım izler bırakabilir. Mesleği icra edenin karakter mukavemeti oranında, mesleğinin dışa yansımaları da görülebilir. Kanara mesleğinin; direkt olarak canlı, canlının parçalanma süreci ve canlı dokuları ile teması, çalışan üzerinde motor becerileri, refleks kontrolü, sisteme uyum/adaptasyon ve gizli yeteneklerinin yüzeye çıkmasını sağlayacağı gibi, bazı özelliklerinin dumura uğramasına da neden olabilir. Özellikle hissi çerçeve içerisinde ifade edebileceğimiz merhamet, nezaket, tiskinti ve/veya titizlik gibi hassasiyetlerindeki bu körelme, mesai dışı da devam edebilir.
Her meslek erbabı çalışma alanı dışında kendi mesleğini ilgilendiren herhangi bir obje, materyal, aritmetik veya fikir sistemiyle karşılaştığı anda birikimi meslek erbabını aktifleştirir. Tahayyülü, ifadesi ya da pratize edilmesi gereken ne varsa faal hale gelmesi de muhtemeldir.
Meslek erbabının çalışma alanında, özellikle mesai alanı dışında insani vasıflarını dumura uğratmadan her daim otokontrolü elinde tutması, uyanık ve kavi şahsiyet isteyen iştir. Bir mimar ya da hendese uzmanı nasıl kendi alanına dair yapı ya da araç gördüğünde, asgari olarak zihninde müşahade ettiği ile ilgili çok boyutlu grafik çıkarma ihtimali yüksekse, kanara çalışanı da mesaisi dışında kapasitesine göre bir cerrah hassasiyetiyle canlının dokusunu çok boyutlu hayal etmesi muhtemeldir. Ayrıca kanara mesleğine yıllarını vermiş bir personel için kesimhaneye getirilen canlı ona, işi gereği parçalara ayrılması gereken organik maddeden ibaret gözükme olasılığı da yüksektir.
Kanara (-laşmak) Metaforu Üzerinden;
İnsan maddi ve manevi olarak düzgün, kıymetli anlamlarına gelen ahsenü’t-takvîm üzere yaratılmıştır. İnsanın yaratılıştaki bu özel durumu, diğer yaratılmışlar karşısında onu üstün vasıf sahibi yapmıştır. Bu özelliği ile insan sayılamayacak ölçüde artı değerle donatılmıştır. Güzel ahlak, iyiyi kötüden ayırma, akıl, marifet ve irade sahibi olmak gibi vasıfları sayılabilir. Yaratıcısının insandan istediği ise yaratılışındaki özel hususiyetine yakışacak şekilde Yaratıcısına, kendisine emredilen ölçüde kulluk etmesidir.
Ancak iş bu kadar da sıradan ve basit değildir. Kendisine verilen onca latif hasletlerin yanı sıra insan cüzi iradesi ile hataya meyletme kabiliyeti de taşımaktadır. Yeteri kadar kendisini ve çevresini tanımayan, zaaflarına karşı muktedir olamayan insan şüphesiz ki ciddi hatalar yapacaktır. Kesinlikle şu da bilinmelidir ki insanın zaaflarını besleyecek, hatalar anaforu içersin de kaybolmaya götürecek hayati öneme haiz olan ise yoldan çıkmak ve yolun kılavuzuna itaatsizliktir.
Adem (a.s.) ve eşi cennette diledikleri gibi hareket etmelerine izin verilirken, sadece bir alana yaklaşmamaları (Bakara-35) onlardan istenmiştir. Gerçekleşmesi muhal, fakat insanın içerisine gömülü ebedilik arzusu, düşmanı iblis tarafından tahrikle yüzeye çıkarılmış ve aktifleştirilmiştir. İnsan, bilebildiğimiz kadarıyla ilk sürçmesiyle yüzleşmiştir. Bu ilk sürçme Adem’e (a.s.) çok ağır bedeller ödettirmiştir. Mahrem yerleri ortaya çıkarılarak utandırılmış ve cennetten tard edilerek dünyaya sürgüne gönderilmiştir. Adem (a.s.) hatasının farkına varmasıyla birlikte vakit kaybetmeden Rabbi’ni razı etmek için ivedilikle uzun soluklu nasûh tevbe (kesin, içten, halis tevbe) sürecine girmiştir. Elbette ki bir Müslüman için bunca olan ve insanlığın dünyevi nihayetine kadar devam edecek hadiseler İlahi hikmet gereğidir.
“Hani Rabbin, Meleklere: “Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim” demişti. Onlar da: “Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?” dediler. (Allah:) “Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim” dedi. “(Bakara-30)
Yukarıda ki ayetin ışığında, meleklerin insana dair birtakım bilgilere sahip olduğunu anlayabiliyoruz. Ademin çocukları arasındaki ilk rekabetin kanla neticelenmesi, tarihsel süreçte de oluk-oluk kan akışının devam ettiğine şahit olmamız trajediyi gözler önüne sermektedir. Ancak bu trajediden görebilecek gözü, işitebilecek kulağı olanlar idrak edip, ibret alabilirler. Çünkü bu idrake sahip olanların kalbi mühürlü değildir (Bakara-7/Casiye-23).
Kanara metaforu ile esasen vurgulamak istediğimiz; insan melekeleri, fıtratına uygun yönlendirilmeli ve asla sekteye uğratılmadan uyanık tutulmalıdır. Çünkü dünya insanın tek ve en önemli çalışma alanıdır. Çalışma mekanının (dünyanın) aktivasyonu, debdebesi ve şeytanın hasımlığı insanın içerisindeki zalimliğin yüzeye çıkmasına neden olacaktır. İnsanda dünyaya ve içerisindekilere şehvetli meyil varken zulmetmesi şaşılacak bir şey değildir. İnsan unutur, acelecidir, dünya onun için caziptir, hırsları-kinleri-nefretleri-şehvetleri vardır, kendisini tanrı görebilir, …. Ve bu olumsuzluklar vesilesiyle insan yeryüzünde yapması gereken biricik amelini (işini) unutur. O iş ise sadece Aziz Rabbine kulluktur.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat-56)
İnsanın asli görevi olan Rabbine kulluğunun ihmali ve bu kulluğu unutması sadece insanlık için değil, kendisine emanet edilen ne varsa ciddi hasar almasına ve önü alınmaz derin izler bırakacak yararalar açılmasına neden olmuştur.
İnsan özel yaratılmıştır demiştik! Lakin suretindeki bu latif hususiyet kendinden menkul değildir. Rabbinin insana ikramıdır. Akıl etmek, istikamet üzere yaşam, rehbere itaat gibi kendisine verilen diğer imkanları değerlendirmesiyle de siretini lâtifleştirebilir. Kısacası insan Rabbine kulluk için özveride bulunup ya yükselecek (İsrâ-70/ Âl-i İmrân-139) ya da kendisini dünyanın akışına bırakıp düşecektir (Tin-5/A’raf-179).
Zihin ve Yaşayış Dünyamızda Evrilme Etmenleri;
İnsanı asıl mecrasından çıkaran harici ve tabir yerinde ise mayasına dair birtakım iç etmenler vardır. Birinin çabası ile bir diğeri yüzeye çıkar. Arka plandaki niyet, çabanın iyi veya kötüye intikaline neden olabilir. İnsanlığın, özelde Müslümanların dejenerasyonunda (bozulma ve yozlaşmasında) ve amorf (şekilsiz/ kendine özgü biçimi olmayan) hal almasında bu etmenler sürece katkı sağlarlar.
Evvela insanın evrilmesinde aktif rol alan dış etmenlerden bahsetmek gerekir. Çünkü bilebildiğimiz kadarıyla Adem (a.s.) ve eşi cennette huzurlu yaşarlarken, dışardan gönül çelen telkin (A’râf-20) ile özlerinde var olan ebedilik arzusuyla tanıştılar. Adem (a.s.) kendisinde mühürlü olan bu arzuyu kendi eliyle açmıştır (Şûrâ-30). Fark ettiğinde iş işten geçmiştir. Ve telkininin etkisi, telkinin sahibini hedefine giden yolda bir basamak daha atlamasına neden olmuştur!
A-Zihin ve Yaşayış Dünyamızın Evrilmesinde Dış Faktörler;
a-Beşeri sistemler;
İnsan kendi fıtratına uygun Rabbani yolu terk etmesiyle birlikte ya kendi nefsine ya da şeytanın hevasına uymuştur. Beşeri sistemler üzerinden bir grup veya bir şahıs tanrılaştırılarak onun yasası, bunun kanunu, şunun hakları, bunun üstünlükleri, mottoları ve manifestoları ile insanlığın algısı yönlendirilmiş ve yönetilmiştir. Bahsi geçen beşeri (şeytani) aklın kendince en büyük icraatı (!) ve almış olduğu en büyük risk, mülkün tek sahibi Allah’ın (c.c.) yeryüzündeki hakimiyetine güya karşı durarak, son vermiş, Allah’ın (c.c.) insanların hayatlarını kuşatacak ve tanzim edecek yasalarını rafa kaldırmıştır! Bu onun yalnızca müstekbirliğini ilan etmesinden ibarettir. Çünkü Allah (c.c.) bu taşkınlıktan asla etkilenmez.
Asıl ilginç olan ise “günümüzde Allah’ın bazı yasaları ile amel edilemez”, “faiz kaçınılmazdır”, “setr teferruattır”, “vücut benim, tasarrufu da bana aittir”, “cinsel özgürlük kişisel bir tercihtir, yasalarla güvence altına alınmalıdır” gibi cüretkar ifadeler sergileyen bir kesim, Müslüman olduklarını (!) ifade etmekten geri durmadıkları gibi, mevcut bulundukları yapının mele ve mütref takımından da destek alarak halka, özelde Müslümanlara, algıları üzerinden baskı kurarak dualar ve niyazlarla taltiflendirilmişlerdir! Elbette ki ebabillerini gönderen Kâbe’nin Rabbinin, kendisine karşı yapılan istikbara, her an emre amade orduları vardır.
“… . Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir. (Şuara-227)
Sarsıcı İlahi tehdidin, Müslüman bünyede peş peşe Rabbani işaretleri hatırlatması gerekliliğiyle (Enfâl-25), Hz. Musa’nın (a.s.) şu duası dikkate şayandır.
“…. (Ey Rabbim!) içimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak mı edeceksin? …” (A’râf-155)
Burada Allah’ın muradını ve yapılması gerekenleri Müslümanların çok iyi tetkik etmesi gerekiyor. Kısaca Allah’ın (c.c.) bu muradı şöyle sıralanabilir. Şeytan insanın en büyük düşmanıdır (Yasin 59-60-61), dünya insan için caziptir (Hadid-20), arzda oluşan kaosun giderilmesi, İlâhi yasaların tesisi ve bu değişimin onurunu Allah (c.c.) Müslümanlara ikram etmek istiyor (Kasas-5).
b-Düşüklük;
İnsan yaptığı olumsuz işler dolayısıyla öyle bir hale gelmiştir ki bulunduğu yerden ve kıymetinden ödünler vererek aşağıya, aşağılara düşmüştür. Birliğini, dirliğini, kendisini değerli kılan ne varsa peyderpey yitirmiştir. Bu seviye insanda var olan, geliştirilmeye muhtaç korku ve sevginin yön değiştirmiş halinin getirmiş olduğu noktadır. Adeta, baharı ve baharın getirdiklerine bağlanan ve öyle ya da böyle kışlık erzağını hazırlamada ihmalkâr davranan, hazan mevsiminin gazelleri sarartarak, kışın burnunu göstermesiyle zemheriden korkan avare (aylak, tembel, başı boş) köylü misali…
İnsan da dünyaya ve içindekilere müptela olmuş ise sevgisi yön değiştirdiği gibi korkusu da yön değiştirmiştir. Bedeninde aklar, kırışıklar ve ağrılar nüksetmeye başladığında onu ölüm korkusu kuşatacaktır. Bu hal vehn (düşüklük/gevşeklik) halidir. Çünkü sevgi, seven için sevgiliyle birlikteliği veya ayrıysa sevgiliye vuslat arzusunu gerekli görür. Allah (c.c.) kullarını yarattığı gibi, her nefsin tatması için de ölümü yaratmıştır. İnsan bu kapsamdan da istisna tutulmamıştır (Mülk-2). Kısacası insanı halden hale koyan onun sevdası ve sevgilisidir. Muhabbet duyduğu, arzuladığı şey neredeyse, insanın kendisi de bir şekilde oradadır.
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Hz.Muhammed a.s.v.)
İnsanı insan yapan kıymetlerden yapılacak her fedakârlık onu irtifasından boşluğa iter. İnsan bu boşluğun aldatıcı, aydınlık ve serinliğine kendini kaptırıp, pamuksu bulutlar aralanıp da çakılacağı zeminle yüzleşmesiyle artık alınacak tedbirin geç kalınmış ve faydasızlığını müşahade eder. Maalesef trajik nihayet gerçekleşmiş olur. Bireyselleşme, özgürlük anlayışının sınırsızlığı, tüketim çılgınlığının sağlık sorununa dönüşmesi ve sarhoşluk veren eğlence kültürü insanın düşüşüne katkı sağlayan etmenler arasında sayabileceklerimizden bazılarıdır.
Diğer yaratılmışlar da olduğu gibi insan için de mutlak bir özgürlük yoktur. Olması da mümkün değildir. Maalesef özgürlük bir ideoloji olarak bir yaşam tarzı haline gelmiştir (/getirilmiştir). Bu yaşam tarzı(!) ne insan vasfının sınırlarına ne de kendi cidarında ki sınırlara riayet etmeyen bir zihin dünyasıyla hareket eder. Bu anlayış; bir mekanizmanın iç içe geçmiş parçaları gibi yekdiğerinin ihtiyacından türer. Bu paçalardan biri olmadan, diğerinin ehemmiyeti yoktur. Bir parçanın yokluğu mekanizmanın işlerliğini akamete nasıl uğratıyorsa; özgürlük bireyselliği, bireysellik tüketimi, tüketim ise insan için illüzyon haline gelen eğlence kültürünü doğurmuştur. Sıralanan ve insanın düşüşüne neden olan bu etmenler niceliksel ya da farklı kombinasyonlarda karşımıza çıkabilirler.
İnsanın düşüşüne etki eden faktörlerin temelindeki kalkış rampası, insanın kendisini müstağni görme eşiğini aşmasından başka bir şey değildir. Enaniyetin insana telkin ettiklerinin başında kendi kendine yeterlilik, kendinden olmayanı aşağılama, kozmosu kendi yörüngesine oturtma, kendini-dünü-bugünü- yarını ve ötesini bozuk para gibi tüket fısıltılarıdır! Egosu obez olmuş kişi, dünyaya gelişini sapkın eğlence kültürleri ile telef edilecek bir armağan(!) olarak görür. Sonuç olarak bu anlayış onu her ne kadar ızdırablı imha sonucuna sürüklüyorsa da artık kendi kendisinin patronu ve otoritesi olmuştur. Az bir şey midir özgürlük ideolojisinin bu insana verdiği makam ve taltif!
“İşte (nefsinin) arzusunu kendisine ilâh edinen ve Allah’ın (ezelî olan) bir ilim üzere (küfürlerindeki inatları yüzünden) dalâlete attığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üzerine de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Peki onu, Allah’tan sonra kim hidâyete erdirebilir? Hiç ibret almıyor musunuz?” (Câsiye-23)
Özgürlükler girdabına giren insan, münferit bir hayata doğru kayar. Çevresine aşama-aşama çıkılması zor, iç içe geçmiş yeni kabuklar örer. Bu insan bir ideoloji uğruna, kendini var eden değerlerden, geçmişinden, ailesinden, inancından, ikram edilen nimetlerden, … vazgeçer ve izole eder kendisini. Ancak hiç bitmeyecek zannedilen zaman, imkanlar ve simbiyoz (menfaate dayalı ilişkiler) yaşam bitiverir (Mü’minun 112-113-114-). Yalnızlığın, muhtaçlığın ve ölümün ağır nefesi, geçmişte bir hiç uğruna bıraktıklarını, bir sızı şeklinde dağ gibi önüne yığar!
İnanan insan için kendini müstağni görmek kibirdir. Kibir ise en büyük zulümdür (Lokman-13). Bireysel bir hayatla kişi kendisini yeterli görmeye başlar. Oysa ki defaatle üzerinde durulan bu hakikati yani insanın aciz, muhtaç bir varlık olduğunu kibirle kirlenmiş kalbin kabullenmesi zordur.
Bilip bilmediğimiz her hususta yalnızlık ve müstağnilik (her türlü ihtiyaçtan berilik) ancak Allah’a (c.c.) mahsustur. İnsanın yalnızlığı seçmesi, hele bir ideoloji olarak bireysel yaşamı seçmesi intihardır. İnsan sosyal bir varlıktır. İçtimai alandan ayrı düşünülemez. İçtimai hayattan tecrit bir yaşam peygamberlerin hayatlarında da yoktur. Çünkü peygamberler şehir hayatının en hareketli merkezinde varlardır. İslami referanslara bakıldığında peygamberlerin dinamik yaşantıları görülecektir. “Sürüden ayrılanı kurt kapar” sözü gereği; nitelikli bir sosyal dokunun (İslam toplumunun) ferdi müspet kuşatacağı ve inşa edeceği bir hakikattir.
“Yalnız kalan kişinin arkadaşı şeytandır.” (Hz. Muhammed a.s.v.)
c-İradenin Sindirilmesi;
Allah’ın (c.c.) insana ikram ettiği ve diğer mahlukatta olmayan belki de en önemli haslet iradedir. İnsan için irade, özet olarak tercih veya seçim yapabilecek yeti sahibi (ihtiyar) olma hali diyebiliriz. Zevklerimiz, alış-verişimiz, sevdalarımız, korkularımız, değer yargılarımız gibi… birçok unsurda kendini gösterir bu vasfımız!
Ancak insandaki iradenin varlığı “iradesiz” ya da “zayıf iradeli” söylemlerinin yanı sıra, amiyane ifade ile “omurgasız”, “kimliksiz” gibi deyimlerin türemesine de engel olmamıştır! Malumdur ki eğer insan eli altındaki imkanları, akıl nimetine uygun kanalize etmediğinde avucundakilerinin heder olduğuna şahitlik edecektir. Bir gerçekte insanın imkanlarının zayiatına otokontrolünün (iradesinin) dışındaki nedenlerin de olasılığını kabul etmemiz yerinde olacaktır. Ancak dış etmenlerin hesapları alt üst etme riskinin varlığı, cüzi de olsa insana ait iradenin ortaya koyması gereken muktedirliği ve mukavemeti görmezden gelip kabulleneceğimiz anlamı taşımamalıdır. Çünkü iradenin varlık hakikati buna aykırıdır. Bu hakikatle insan varlığını koruduğu gibi zahiren sonuç ne olursa olsun var olma sürecinde engelleme ve çelmelere karşı, etmesi gereken direniş ve mücadeleyi vermesinin gerekliliğini de taşır.
Lüks bir araca sahip olup da operatörlüğünü bilmeden, araca uygun yol ve güvenlik şartlarına uymadan direksiyon başına geçmek kendimizi, çevremizi felakete sürüklemek anlamı taşımaz mı? Vasıtanın perte çıkmasının kaçınılmazlığını ise ifade etmek yersiz olacaktır! Bu nedenle irade gibi lüks bir özelliği hercai (istikrarsız) karaktere teslim etmek felaketle sonuçlanacaktır.
Sıradan bir aracın bir tasarlayanı, mamul edeni, kullanma-geliştirme prosedür ve prospektüsü varsa; insan iradesini de tasarlayan, bu lüks melekeyi programlayan ve kuluna ikram eden bir otoritenin ilmi yüceliği, sanatı, varlık hakikati de tartışılmayacak gerçekliktedir. Bu çerçevede iradenin aslına uygun geliştirilmesi ve insanın tercihlerinde nedamete götürmeyecek kararlar almasında da aktifleştirmesi yerinde olacaktır.
“İlim amelin önderidir.” (Hz. Muhammed a.s.v.)
Öncelikle iradenin varlık ve bilgisine dair hakikat; insanı, arka plandaki yüce sanatkara (Allah’a c.c.) kadar uzanan bağlantılara sürükleyecek ve bu bağlantılar üzerinden insan tercihlerini mukavim bir dirayetle yapacaktır. (Allahualem!) Bu bağlantıları tespitiyle; dış dünyanın etkileri karşısında, iradeyi (kararlarımızı) akla ve aklıda vahyin yönlendirmesine havale eden insan Rabbani bir duruş sergileyerek hem güvenli ve dengeli bir alanda kalacak, hem de varlık hakikatine uygun insan vasfına ulaşacaktır.
İnsanın dış dünyasından gelen manipülasyonlar (duyularına yönelik yönlendirmeler) korkularını ve şehvetini önü alınamaz hale getirebilir. Dış faktörler yakamoz ışıltısı etkinliğinde; karanlığın, dalga şırıltısının ve derinliğin tehlikelerine karşı illüzyon da oluşturabilir. İllüzyonun etkisi zihinde birçok sahte algıların oluşmasına, algılarda zamanla insanda hayali birtakım inançlar kurmaya da götürebilir. Dışarıdan bakan için sabit duruyormuş gibi görünen rıhtımdaki insan (!), ayın şavkıyla oluşan su yüzeyindeki parıltının tesiriyle, o statiklikten çıkana kadar kendi kurduğu dünyasında aktiftir, Gözlemleyen için ise pasif!
İrademiz korku ve şehvetlerimiz üzerinden gerek bireysel gerekse toplumsal olarak yönlendirilebilirler. İrademiz istemimiz dışında yönlendiriliyorsa, biz irademizi yönlendirene hizmet ediyoruz demektir. Ve biz tabiatımıza uygun yapının dışında sürükleniyor, bu akışın dışına çıkmak için gayret sarf etmiyor isek, arka planda bizi sürükleyen bu akışın planlayıcısı beşer aklı gibi biz de bu akıştan sorumluyuzdur. Çünkü bu akışın beslenmesinde bir katkı payımız vardır. Katkı oranı kadar da bir hesabı olacaktır….
Algıların yönlendirilmesi ile iradenin blokajı, derece ve sonuçları;
1-Muannidin (inatçı zorbanın) iradesi:
Firavunun muannit karakteri onu Allah’a (c.c.) meydan okuyacak kadar istikbara sevk ettiği gibi bu asiliği ile yaratıcısına karşı iradesini müstehzice hamle yapmaya da götürdü. Bu hamlesi de baş mimarından kule yapmasını istemek olmuştur. Çünkü firavun tebaanın nezdinde (gözetiminde) Musa’nın (a.s.) işaret ettiği yüceliği ancak kalabalıkların zihinlerini maniple ederek aşabilirdi. Tacı ve tahtını yerle yeksan edecek, çocuğun doğumunun haberini alan aynı firavun o gün doğan erkek çocukların (İlahi takdir gereği biri hariç diğerlerinin) katledilmesi yönünde iradesini kullanmıştır. Aynı firavun İsrail oğullarının algıları ile oynayarak onları mankurtlaştırmıştır.
Azap gelip, sekeret halinde gayb perdesi aralandığında “Musa’nın Rabbine iman ettim” diyerek iradesi yön değiştirmiş, lakin firavun için fayda etmemiştir. Cesedi sonraki nesiller için ibretlik bırakılmıştır. (Yûnus -90.91.92.93)
2-Hakikatin teslim aldığı irade:
Bazı meslek erbabları vardır ki mesleklerinde çok ileridirler. Firavunun sihirbazları gibi! Ancak bu yetkinlik için; Allah’ın (c.c.) yasakladığı, insanların algılarında yanılsamalara neden olan ve firavunun istikbarını besleyen sihir ya da illüzyon teknikleri diyebiliriz. Firavunun civarındaki sihirbazların sayısal çokluğu, aynı meslekte fakat farklı branşlarda ve birbirleri ile ciddi koordinasyon içerisinde oluşları, halkın algı ayarlarının deformasyonu için ciddi bir dimağ (bilinç/ zihin) operasyonunu (işlemini) yerine getirir. Sihirbazların icra ettikleri bu mesleki seviyeleri hakkındaki korkunç manzaranın gözler önüne serilmesi ile yeterli kanâata sahip olunacaktır.
Ancak mesleklerinin erbabı sihirbazlar, Musa’nın (a.s.) sergilediği karşısında yenilmekle kalmamış, Musa’nın (a.s.) gösterdiği hakikatin sahibine, iradelerini teslim etmişlerdir. Bu meylin arka planında sihirbazların sindirilemeyen, bünyelerinde muhafaza ettikleri ve bakir kalan sapla-samanı ayırt edecek kabiliyetleridir. Görüyorlar ki Musa’nın (a.s.) getirdiği sihir değil ancak büyük bir mucizedir. Asla baş edemeyecekleri bu hakikat karşısında derhal secdeye kapanmışlardır.
“Sonunda sihirbazlar: “Biz Musa ve Harun’un Rabbine inandık” deyip secdeye kapandılar.” Tâ-Hâ 70)
Ceberrut firavunun aşağılayıcı tehditleri dahi sihirbazların imanlarından geri adım attırmadığı gibi, onlara darağacının yolunu göstermiş ve şehadete yürütmüştür!
İnsanın mesleği, şahsiyeti, bulunduğu konum ve ortamı, itibarı, … ne olursa olsun insan olmanın farkındalığını, hassasiyetlerini yitirmediğinde insan; hakikatle karşılaştığı an artık onun için biricik şey hariç, her şey anlamını yitirecektir. O biricik hakikatte “Ol” emriyle olduran güçtür (En’âm-73).
“Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra vakti gelince öldüren ve kıyamet günü yeniden diriltecek olan Allah’tır. Düşünün bakalım! Allah’a koştuğunuz ortaklar içinde bunlardan herhangi birini yapabilecek var mı? Allah, onların koştukları ortaklardan çok uzak ve çok yücedir.” (Rûm-40)
3-Mankurtun iradesi:
Uzun yıllar firavunun hükmü altında köle hayatı yaşayan İsrail oğullarının iradeleri o kadar sindirilmişti ki; Hz. Musa’nın (a.s.) gösterdiği mucizelere şahit olmaları, Tur üzerlerine kaldırılıp onlardan ahit alınması, Kızıl Deniz’i geçip hürriyetlerine kavuşmaları, gökten pişmiş bıldırcın ve helva inmesi, … dahi ekseriyeti üzerinde kölelik döneminden kalan buzağıya tapınma, istifleme, yalan, hile-i şeriyye gibi birçok konuda karakterlerinin düzelmesini sağlayamamıştı.
Mankurtlaştırılmış, köle iradeli bu nesil Tih Çölü’nde kırk yıl dolaştırılmıştır. Çünkü Musa’yı (a.s.) anlayacak ve Musa’nın (a.s.) getirdiklerine hakkıyla iman edecek yeni bir nesil gelsin! İbretliktir ki önceki nesil kendinden sonra gelen nesle kölelik dönemlerinden kalan ahlaklarını ve birikimlerini tevarüs ettirmişlerdir. Bir diğer ibretlik ise yeni jenerasyon tarafından Musa’nın (a.s.) getirdikleri ve atalarından devraldıkları mirası hakkıyla mukayese yapmadıklarını da anlayabiliyoruz. Öyle ki iki kardeşin (Musa ve Harun’un a.s.) sabırlı, itinalı, istikrarlı, özverili, … bir şekilde hayatlarını vakfettikleri bu büyük amelin ve emeğin karşısında özellikle ben Müslümanlardanım diyenlerin ahvallerini çok iyi tartmaları ve gözden geçirmeleri gerekmektedir! Kim bilebilir belki de yeniden iman etmek gerekir (Nisa-136).
4- ikrah halindekinin iradesi:
Mustazaf bir Müslümanın canına, malına ve sevdiklerine karşı sergilenen zorbalık ve tehditler karşısında sözleriyle inandığı değerlerden vazgeçmiş görünmesi ve kalbinde imanını muhafaza etme halidir (Âl-i İmrân 28). Hz. Ammâr b. Yâsir’in (r.a) hayatına dair kesit örnek gösterilebilir. Bu eylem İslam kaynaklarında “ruhsat” olarak geçmektedir.
5-Alimin iradesi:
Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını tam ve kararlıkla ikame eden, itina gösteren, izzetli bir eylem ve ifade sergileyerek her daim sağlam iradesi ile içerisinde bulunduğu topluma örneklik teşkil eden İslam alimlerinin sağlam duruşları ile peşlerindeki ahaliye göstermiş oldukları nitelikli karakterdir. Ebû Hanîfe (r.a.), İmam Hanbel ve asrımızın şehidi Şeyh Ahmed Yasin (r.a.) örneği gösterilebilir (Allah (c.c.) cümlesine rahmet etsin).
“Alimler peygamber varisleridir.” (Hz. Muhammed a.s.v.)
“Alimin ölümü İslam’da açılan bir gediktir.” (Hz. Muhammed a.s.v.)
İslam alimlerinin göstermiş olduğu izzetli ve iradeli bu duruş İslam kaynaklarında “azimet” olarak geçmektedir. (İslam kaynakları “azimet” ve “ruhsat” konusuna teferruatlı yer vermiştir ayrıca bakılabilir.)
B-Zihin ve Yaşayış Dünyamızın Evrilmesinde İç Faktörler:
a-Gaflet/Unutkanlık:
“Gönülden yalvararak, korku ile ve yüksek olmayan bir sesle, sabah ve akşam Rabbini zikret. Sakın gafillerden olma!” (A’râf-205)
Artık bir takım gaybi bilgilerin, asrımızda gerçekleştiğine şahit oluyoruz. Dolayısıyla müşahitliğimizle bilgi, yakine dönüşerek gayb olmaktan da çıkıyor. Belki de hiç olmadığı kadar geri dönülmesi imkânsız virajdayız ve bu dönemece maalesef çok hızlı girdik. Kitlesel ölümler, depremler, hercümerç ahvaller, iklim koşullarının ani değişimleri ve bunun küresel çapta insanlığın konforunu ciddi-ciddi etkiliyor olması mevzunun cabası, …. Bu reaksiyon şu soruyu sormamızı gerekli kılmıştır “ne oluyor(-uz)?”
İnsanlık birçok hakikati terk etti, kıymetleri sıradanlaştırdı, onu her daim dinamikleştiren ve diri tutan unsurları pasifleştirdi. İnsanlık hakikatin, onun hayatı için elzem olduğuna dair idrak kabiliyetini yitirdi. Bu pespaye anlayışın sürüklediği güç(!), onu ihmallerinin kurbanı olarak, rüya alemine götüren yolun kucağında, yanılsamalar sarmalında, nihayet hevasına teslim etmiştir. İnsanlığın bu tuvalde resmettiği manzaranın adı ancak “Gafilliğin Emeği” olurdu! İnsanlık son manzarası “Gafilliğin Emeği” ile içler acısı bir hal almıştır.
Son tahlilde insanlığın yozlaşmasına aşama-aşama katkı sağlayan birtakım etmenlerin var olduğu her sağlıklı ve salim akıl sahibinin ittifak edeceği bir hale gelmiştir. Fıtratına uygun istikrarlı, müdavimi ve müntesibi olacağı İslam inancından yüz çevirmesi onun hayatına dair huzur, denge, esenlik ve güven,… içeren tüm unsurlarını alt üst etmesine sebep olmuştur.
Gafletinin getirdiği noktada insan, kendi gerçekliğine dahi burun kıvırmasının önüne geçememiştir. Hani “nereden nereye” denir ya! İşte tam da öyle diyebileceğimiz ahvalle kendine burun kıvıran insan oysa ki kokuşmuş bir balçıktan yaratıldı (Hicr-26). Üzerinden epey bir zamanın geçmesine rağmen anılmaya değer bir varlık değildi (İnsan-1). Ciddi-ciddi evrelerden geçerek Allah’ın ona ruhundan üflemesi ile ilk insan halini aldı (Secde 7-8-9). Çamurdu, bir damla nutfe, kimi zaman bir çiğnem et (zigot/embriyo), kimi zaman ise ona organlar ve kemikler yerleştirirek bir elbise gibi et giydirildi. Ayaklandı, yürüdü, koştu, eşi ve çocukları oldu. Geçirmiş olduğu ve bizi acze düşüren sayamadığımız, bilmediğimiz merhalelerine rağmen insan, gafilliğinin inşa ettiği kibriyle sindirim sisteminde ve mesanesinde her daim taşıdığı fosseptiği unuttu!
Başta insan yaratıldığını unuttu! Yaratıldığını unutan neleri unutmaz ki! Ve nasıl yaratıldığını, bu hale gelene kadar ne tür aşamalardan geçtiğini unuttu! Bu unutkanlık onu azdırdı! Ve bu azgınlık onu Rabbine karşı nankör ve kibirli hale getirdi!
İnsanın sıradan bir varlık olmadığını söylemiştik. Bu düşünceye her insanın niteliklerine göre; görev, sorumluluk ve çalışma alanının olmasının kaçınılmazlığını da ekleyebiliriz. Velhasıl, İnsanın; Rabbine verdiği ahdi (A’râf-172), dağların dahi yüklenmekten kaçındığı görev ve sorumluluklarla yüklendiği (Ahzâb-72), kendisine ikram edilen ilimle hududullaha uygun yeryüzünü imar ve inşa edeceği (Hûd-61), İslam’ın bir yaşam tarzı olarak gerekli iman, amel, dava, davet, yöntem ve çalışmalarıyla Allah’ın yeryüzünde kendisine tevdi edilen hilafet vazifesi ile vazifelendirildiğini (En’âm-165) insanlık olarak ne kadarımız hatırlıyor ya da biliyoruz. Fakat insanın bu durumunu Rabbani tarif ayan ve beyan ediyor:
“… . Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb-72)
En saf düşünceyle ifade edilmesi gereken bir diğer konu da şudur; Müslümanların araç ve amaç ilişkisinde de kurdukları şaşkın irtibatın sadece kendilerine değil insanlığın bugününe, yarınına da zarar verdiği gerçeğidir. Mülk peşinde koşmanın faydasızlığı, çünkü mülkün sahibinin ancak Allah (c.c.) olduğu, makam-mevki yerine Allah’tan (c.c.) ilim talep etmenin gerekliliği, cemaatin-cemaatleşmenin arızi bir durum olduğu; bağlı bulunduğu cemaati övmenin, cemaatine davetin yanlışlığı ve asıl olanın bir inanç (İslam) etrafında Müslümanları birleyecek ümmetçiliğin hakiki hedef olduğu,… olmasının gerekliliği maalesef ters yüz edilmiş durumdadır.
Rasulullah (a.s.v.) parmaklarını birbirine geçirerek, tarihe kaydedilen “Müminler bir binanın tuğlaları gibidirler” öğüdüyle Müslümanlara olmazsa olmaz kıstaslarından birini daha emanet etmiştir.
İnsanın gafletini besleyen en önemli zaaflarından bir diğeri de onun zapt edilemez özgüven hali içerisinde olmasıdır. Geçmişi değersizleştiren, gelecekte kesinlikle olacak olanlara karşı hazırlık yapmayan ve bir telaş içerisinde olmayan, bu zihniyete dair birtakım tespitlerin oluşması şaşılacak bir şey olmasa gerek. Bu insan için her ne yaparsa yapsın itimat ettiği, kendisini tüm risklere karşı koruyacak-kollayacak sığındığı bir güç vardır ya da özgüveni basbayağı şişmanlamıştır diyebiliriz! Netice de ki bu hal, cahilin cesaret gösterdiği haldir.
Evet insan unutabilir ve unutkanlık ise onun geçmişine dair gösterdiğidir. Yarınını, yani geleceğinde olabilecekleri bilmesi de mümkün değildir. Buraya kadar insan için her şey normaldir ve makuldür. Lakin insanın aklını başına alması için geçmişte vuku bulmuş ya da gelecekte kesin olacaklar ve olabilecekler bir şekilde ona enstantane kareler halinde hatırlatılır. Onun enstantaneleri fark edebilmesi için fazla zahmete girmesine yoktur. Yapacağı sadece kibirli burnunu birazcık yere yakın tutacak ve az biraz da sensörlerini açarak, sağına soluna bakacak, bu kadar!
Yaşadığımız ana ve mekâna bizim aktardıklarımız kadar, anın ve mekânın da bize aktardıkları vardır. Gözümüzün önünde birçok hadise cereyan eder. Bu hadiseler birbirinden farklı, çok boyutlu olsa da tek bir yerde düğümlenir, bizzat insanın kendisinde! İnsanın müşahade ettiği doğum gibi ölüm de onun için şimdiye aittir. Ancak; doğum hatırlamadığı geçmişini, ölüm ise hatırlamak istemediği ve kesinliğinden şüphesi olunmayan akıbetini hatırlatır ona! Özetle bazı şeylerin nasıl olduğu ya da nasıl olacağından ziyade, insan için şüphesiz gerçekliğin kabulü daha önemli bir adımdır. Doğum ve ölüm önemli veriler olmakla beraber, insana ait sadece iki hayati misaldir.
Hercai (istikrarsız) karakterli, sergüzeşt (serüven, macera peşinde) bir hayata sahip ve üstüne üstlük özgüvenli bir insan, şeytanın fısıltıları ile renklerin cümbüşüne, şehvetinin coşkusuna, gençliğinin enerjisine,… aldanarak sahte cennetlerde yaşamaktadır. İnsanın öyle muhtaç anları vardır ki; dili vardır konuşamaz azaları vardır kullanamaz, acıkır-susar-üşür-hastalanır,… kımıldayamaz ve kimsesizdir! Kur-an’ı Kerim, insanın içinde bulunduğu bu acziyet anlarını müthiş bir şekilde aktarmakla beraber, ancak bazı müstesna kulların bu haller içerisinde güvende olacağını da resmetmektedir.
“Doğduğu gün, öleceği gün ve yeniden hayata döndürüleceği gün ona selâm olsun.” (Meryem-15)
İnsanın gafilliğinin perdelediği en önemli hakikatlerden diğeri de mükerrem bir varlık oluşudur. Çünkü kendisine sayılamayacak kıymette nimetler bahşedilmiştir. Hayat, zaman, gençlik, sağlık, zenginlik,… gibi. Fakat o (insan), kendisine verilen bu uçsuz bucaksız nimetleri çar-çur ederek bir tüketim mekanizması haline dönüşmüştür.
“Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bilin; İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin, hastalık gelmeden önce sağlığın, fakirlik gelmeden önce zenginliğin, meşguliyet gelmeden önce boş vakitlerin ve ölüm gelmeden önce hayatın!” (Hz. Muhammed a.s.v.)
b. Normsuzluk / Disiplinsizlik (Gelişi güzel yaşam);
Disiplin için insan hayatına emirler, yasaklar ya da muhayyer alanlar bırakarak düzenleme getiren kurallar bütünüdür diyebiliriz. Bu kuralların menşei dini, beşeri, ahlaki ya da örf kökenli olabilirler. Yazılı metinler olarak dini veya beşeri yasalarla, sözlü metinler olarak ise toplumsal birikimlerin neticesinde ortaya çıkan ahlak ya da örf kuralları olarak karşımıza çıkar.
İnsan kendisine verilenlerin gereği olarak medeni bir varlıktır. Konuşur, araştırır, keşfeder, yazar, anlatır, birikimlerini aktarır, … sosyalleşir, yaşam alanları, devletler kurar, çevresini ıslah eder, hemcinsini tahakkümü altına aldığı gibi birtakım canlıları da kontrolü altına alabilir.
“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Câsiye-13)
İnsan hayatı birçok kulvarlardan oluşur. Her bir kulvarın kendi sistematiği içerisinde disiplinize edilmesi gerekir. Bu nedenle, üstün vasıflara sahip ve yer yüzünün kendisine musahhar (hizmetine sunulduğu) kılındığı, medeni, mükerrem varlık olan insanın kendi haline bırakılması asla düşünülmeyecek bir şeydir (Kıyâmet-36). Bu nedenle onu zarif ve latif yaratan, arzı onun tabiatına uygun yaşam alanı olarak ayağının altına seren el-Aziz (c.c.) sanatkâr, insanı disiplin altında tutacak işaretler de göndermiştir (Mâide-92).
“Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır.” (Mülk-15)
Uskuru parçalanmış, dümeni kırık bir gemiyi; pusula ve harita ilminden bihaber, yıldızları tanımayan, deniz akıntılarını bilmeyen birisinin kaptan koltuğuna oturmasıyla birlikte, geminin başıboş bir şekilde azgın dalgalara, sert fırtınalara teslimiyle alabora veya kayalara çarparak tarumar olması nasıl kaçınılmazsa insanın ve insanı oluşturan toplumların İslam hayat sistemiyle tanzim ve terbiye edilmediği sürece kaos ve anarşi içerisine düşmesi kaçınılmazdır (Enbiyâ-22).
İnsanın dünyevi hayatı İslam’ın tanzimine sunulduğunda olabilecekleri kısaca şöyle sıralayabiliriz;
“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi sizin gibi topluluklardır. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirileceklerdir.” (En’âm-38)
1. Önceliklerin tasnifi: İnsan yapı itibariyle nicel ya da nitel, farklı kategorilerde görev ve sorumluluklar icra edebilir. Ebeveyn, eş, bir meslek mensubu, öğrenci, yönetici,… gibi birbirinden bağımsız alanlarda, münferit isimlerle, yalnızca bir kişilik şemsiyesi altında, asla birbiriyle örtüşmeyen aktiflikler gösterebilir. İşte tamda burada insanın komplike hayatına bir trafik düzenlemesi gerekir. Bu düzenleme insan hayatının görev ve sorumluluklarına müdahale etmeden yapılması gereken önceliklerin listelenmesi disiplinidir. Bu disiplin görev alanlarında karışıklığı önlediği gibi sağlıklı ve teennili (sakin) bir yaşam sunar.
2. Eylem ve planlamada vaktin önemi: Eskiler çok manidar ve konunun röntgenini tüm açıklığı ile ortaya çıkaracak şu ifadeyi sergilemişlerdir; “Erken yatan erken döl alır, erken kalkan erken yol alır.” Ömür çok hızlı geçiyor, her ne kadar ihmal etsek te (ötelesek te) insan olarak bir ahdimiz var Rabbimize! Dolayısıyla her şeyi vaktinde ve yöntemine göre yapmak gerekir. İnsan hayatına dokunan ve dokunacak olan müspet ne varsa ertelemeden hele-hele geç kalmadan mevcut imkanlarla yapmak elzemdir. Ertelenmiş ya da geç kalınmış herhangi bir şeyin, insana geri dönüşü muhakkak nedamet ve hüsrandır (Asr Suresi).
3. Tercihlerimiz: İnsana verilen iradenin en önemli tecellisi (görüntüsü) tercih edebilme yeteneğidir. İnsan tahayyüllerini buna göre dizayn eder, dünya o yüzden bezenmiş ve caziptir, mavera ise ona bu dünyasıyla tahayyüller kurdurur, hedefler belirler ve kendisine davet eder! İrademiz dışındaki seçimlerimizden sorumlu değilizdir. Doğduğumuz yer, tenimizin rengi ya da anne ve babamızın varlığı gibi. Lakin meslek, eş, eğitim seçimi ya da bir inanç sistemi içerisinde olmak bizim irademizle belirlediğimiz, bilinçli-bilinçsiz sorumluluğunu yüklendiğimiz eylemler bizim seçimlerimizdir. İnsanın en önemli vasfı da sorumluluk almaktır. Asıl olan sağlam kriterler etrafında seçim yaparak sorumluluk almaktır. Zahiren neticesi ne olursa olsun (Âl-i İmrân-139).
4. Diri tutan dinamikler: Hareket fizikte bir nesnenin herhangi bir nedenle bir noktadan, diğer noktaya taşınması veya yer değiştirmesi olarak tanımlanmıştır. Ancak insanın bir nesne gibi davranması kendisine olduğu kadar Rabbine de saygısızlıktır. Onun için ihtiyaç olan dinamik (hareketli) ve bilinçli bir tasarruflarla, hayatına anlam katmak ve canlılık kazandırmaktır. Ölüler de yer değiştirebilir!
“Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda O’na döneceksiniz; öyleyken Allah’ı nasıl inkâr edersiniz?” (Bakara-28)
Ölümü; insan için biyolojik fonksiyonlarının nihayeti ya da yitimi olarak görmek eksik kalacaktır. Yukarıdaki ayetle insanın bizzat biyolojik fonksiyonlarının diri ve aktif olduğu bazı hallerinde de ölü olabileceğini anlayabiliyoruz. Bu düşünceyle insan gibi bir varlığın gerçekten hayat bulması ve hayatına anlam katması ancak Allah (c.c.) ve Rasulunun (a.s.v.) davetine icabet etmek, icabetin gereklerini yerine getirmekle gerçekleşeceğidir. (Enfâl-24). Bu canlılık; insana sınırları belirlenmiş aciz bir varlık olduğunu hatırlatır, bu gerçekle nasıl yaşayacağını da ona öğretir. Bazı ibadetlerinde zamanı, bazı ibadetlerinde rakamları, bazılarında eforunu (güç ve kabiliyetlerini) kullanmayı öğretir. Ve gelişen şartlara göre aktivitesini sekteye uğratmayacak, onu rutinde bırakmayacak yöntemler (içtihat) geliştirmesini sağlar. En önemlisi onun yaşam tarzına dönüşen davranışlarındaki adap ve ahlak kurallarının, yaşadığı toplum için dikkat çekici ve eğitici oluşudur. Her ne kadar o fark etmese de tarzı ile bulunduğu toplumun algılarının dikkatini çekerek nasihat formunda, davet eder inandığı değer yargılarına.
Bu canlılık iç dünyasında huzur, itminan, rıza, … şeklinde vücut bulur. İnsandaki bu diriliş onun zahir ve batın dünyasını birler. Artık onun iki dünyası nifaktan uzak ve ittifak halindedir (Beyyine-8).
c. Sabrın tecridi:
‘Sabır’ kelimesinin dar anlamı engel koymak ya da zorluklara mukavemet göstermektir. Rasulullah (a.s.v.) sabrı “Musibetin ilk anında gösterilen tahammül(-dür)” olarak tariflendirmiştir. Bahsi geçen tarifteki sabrın gerçekleşmesi birçok parametrenin bir araya gelmesi demektir. İman sahibi bir kişi, onu test edecek güç (Bakara-214) ve zorluk bunlardan bazılarıdır. Elbette ki başta müminler olmak üzere, her akıl sahibi insanın musibet istemeyeceği gibi hassaten müminler, Hz. İbrahim’in (a.s.) düsturu gereği iki cihanda da iyilik, mutluluk, sükunet isterler ve imanları gereği olarak bunu istemeleri de gereklidir. (Bakara-286).
“İnsanlar, denenip sınavdan geçirilmeden, “İman ettik” demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar? And olsun ki biz, onlardan öncekileri de sınamıştık. Allah, elbette doğru olanları ortaya çıkaracaktır; kezâ O, yalancıları da mutlaka ortaya çıkaracaktır.” (Ankebût 2-3)
İlâhi plan dairesinde takdir edilen ne varsa gerçekleşecektir. Verilen sözler ve emanetler doğrultusunda, güvenilirlik vasfına haiz olup olmadığımız, sabır ilistirinden (süzgecinden) geçirilerek tasnife tabi tutulacaktır. Kaçınılmaz hakikatte olan bu gerçeği yukarıdaki ayetler bize iletiyor. Elbette ki yarattığı kulunun sınırlarını şüphe götürmeyecek kesinlikte bilen Allah (c.c.) ona takatinin üzerinde yük yüklemeyecektir (Bakara-286). Birtakım kişilerin yük ve zorluk hakkında kuracakları bağlantı ve bu bağlantıya dair sübjektif tarifleri, ancak dillerinde ya da sair beden azalarındaki cehaletin yansımasından başka bir şey değildir.
Sabır mümin için; bir ruhbanın fıtratından feragat ettiği uzlet hayatı değildir. Hele zilletin esir aldığı parya hayatını içselleştiren ve bu hayatı inanç haline getiren bir köle değildir. Mümin; tez canlılık eseri güzel şeyleri çağıran ve asabileştiğinde de üzerine kötülükleri davet eden oto kontrolünü kaybetmiş biri hiç olmamalıdır.
“İnsan ise, (bazen öfkelenerek, bazen bilmeyerek) hayra olan duası gibi (kendi aleyhine olarak) şerre de dua eder. Çünkü insan, (işin sonunu düşünmez ve) çok acelecidir.” (İsrâ-11)
Mümin için sabrın mahiyeti:
1.Öncelikle sahibine karşı imanının gereğidir. Müminin karakterinin etkileyici gücü ve nezihliği verdiği söze karşılık, Rabbinin eğitimine kayıtsız, şartsız kendi rızası ile metanet göstermesidir. Her terbiyenin talimi için kendi argümanı vardır. Ayrıca eğitim esnasında, eğitmeninin de olabilecek olumsuzluklara karşı da talim görenin başından ayrılmaması gerekir. Mümin için bu argüman sabır ve namazdır (İslam’dır). Onu eğiten, başından bir an dahi ayrılmayan, emeği ve hakkı ödenmesi imkânsız güç ise onun Rabbidir.
“Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.” (Bakara-153)
2. Hedefe götürecek yol ve yöntemdir. Yani Stratejidir. Araştırıldığı zaman görülecektir ki kimi savaşlarda ricat edilir (geri çekilme) ve bir miktar ordu teçhizatında ve neferinde zayiat verilir. Bu yöntem bazen karşı tarafa mağlup olunuyor izlenimi vermek içindir. Müminde beklenmedik, hesap dışı veya hesap hatası ile gelişen krizler (musibetler) karşısında duygularını devre dışı etmeden, kontrol altında tutarak hamlelerini bir takım savaş taktiklerinde olduğu gibi ortaya koymasıdır. Devreye koyacağı stratejik bu yöntemler Hududullah’ın verilerine aykırı olmamalıdır.
Mümin bu stratejiyle:
-Beklemesini bilir; hayat onun için bu dünyadan ibaret değildir. Dolayısıyla her bir şeyin sonucunu da anda (hemen) beklemek yanlış bir tutumdur. O ibnul- vakt (an’ın oğlu) gibi yapılması ve yapılmaması gerekenleri yapar. Sonucu büyük bir heyecan ve huzurla hayra tebdil eder (hayra dönüşmesini murad eder). Mümin kimi zaman, zahirde anda kalmış gibidir. Oysa ki bu sabırlı hali ile o bir bütünün ayrılmaz parçaları olan tedbir ve tevekkülü birlikte yaşadığı andadır.
-Geçinmesini bilir; kendisiyle, çevresiyle ve Rabbiyle iyi geçinir. Kendisiyle iyi geçinir; çünkü zaaflarını, kabiliyetlerini ve sınırlarını sürekli keşf halindedir. Bu ona kendisi olmayı, ilim peşinde koşmayı,… adaleti, edep ve ahlakı,… öğretir. Çevresiyle iyi geçinir; bu haliyle çevresinin sınırlarına riayet eder (bilinmelidir ki çevresi sadece insanlardan ve zahirden ibaret değildir). Çevresinden saygı ve sevgi görür. Mazluma merhameti, gücü nispetinde zulme karşı kıyam etmeyi bilir. Rabbiyle iyi geçinir; O’nun emir ve yasaklarına gönülden uyarak bunu yerine getirmeye gayret eder. O Rabbini sever, Rabbi de onu sever.
– Metanetlidir; ibadetlere müdavimliğini ve musibetlere karşı elinden gelen azami kavi duruşu sergiler. Yalnızlığın oluşturabileceği travmalara karşı da metindir. Hz. Eyyüb (a.s.) ve Yusuf (a.s.) bunun en dikkat çeken sadece iki örneğidir.
-Dikkatlidir; nimetlerin bolluğu, rahatlığın getireceği şımarıklık ve azgınlığa karşı tetiktedir. Çünkü amellerinin dışındaki her şeyin Rabbine ait olduğunu bilir. İhmalinin kurbanı olmamak için rahatlık halinde devreye zekât, infak ve sair ibadetlerini aktive eder. Bu cömertliği onu arındırır ve Rabbine daha fazla yaklaştırır. Derler ki “rahatlığın imtihanı ağırdır”. Çünkü insan konfora çok çabuk alışır. Bu alışkanlık onu hasisliğe, savurganlığa, onun üzerinde hakkı olanlara karşı kayıtsızlığa ve Rabbine nankörlüğe götürebilir.
Netice;
İlk insandan günümüze kadar ademoğlunun müstesna bir bölümü madalyonun bir yüzüne insan olabilmek(!), insan kalabilmek(!) ve kendilerinden sonra gelecek insanlığın(!); tarihsel zihinlerinde ibretlik öyküler ile dolu bir mekân elde edebilmek için müspet birikimlerinin bir organizma gibi neşv-ü nemâ (yetişip büyüme, gelişme) bulabilmesine yönelik azami gayretler sergilemişlerdir.
Ve bu özverinin beşer nefsinin hilafına yapıldığı düşünüldüğünde, kendilerine dair fedakarlıklarıyla ademoğlunun bu bölümü, kaydettikleri aşamayla iktifa etmemişlerdir. Ayrıca madalyonun diğer kısmını hevâsının emriyle kazıyıp, şekillendiren cenahın da insan olabilmesi için bir plan, program dahilinde yürütüp, sergiledikleri tarihsel miras sarsıcı niteliktedir.
Şöyle bir gerçeklik de var ki bu eşsiz ve nezih hasletler; müstesna bir kanaldan, seçkin bir topluluk vesilesiyle nesilden nesle tevarüs edegelmiştir. Bu mirası alan nesil, emanetine sahip çıkmakla kalmamış; Emanetin özünü tahrif etmeyecek şekilde, içerisinde bulundukları çağı, şartlarını ve çağın mefkuresini çözümlemiş, akabinde bir disiplin gerçekleştirmişlerdir. Ayrıca mevcut çağın jenerasyonunun anlayacağı söylem ve pratik sunumlarıyla, onlara takatlerinin erişebileceği eylem modelleri sunmuşlardır.
Önem arz eden bir diğer mevzu da bu hayırlı nesil emaneti yüklenmekle kalmayarak uygulamalarında örneklik teşkil etmişlerdir. Ve kendilerinden sonraki gelecek hayırlı nesli inşa etmeye çaba sarf ederek, birikimleri ve tecrübelerini de bir sonraki zamana ve nesle bırakarak terki diyar etmişlerdir!
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân-104)
Zorlu, nitelikli ve mücadele isteyen bu kutlu yol; kimi yolcularının o ya da bu sebepten savrulduklarına şahit olmuştur. Fıtratın boşluk kabul etmeyeceği düsturu gereği, savrulan kesim maalesef bir şekilde kendilerini başka bir yolda bulmuşlardır. Muhakkak ki her yolun (düşünce veya davanın) bir buyuranı (otoritesi), şartları ve levhaları (işaretleri) vardır!
İnsanlık adına savrulmaların oluşturacağı risk yalnızca fert bazlı değildir. Olumsuz her ifade, fiil ya da müspet herhangi bir olgunun kirli dil, kirli eylem içerisindeki failin elinde oyuncak haline getirilerek kötü bir çığır açılmasına neden olunacaktır. Elbette ki bu eylemle insanlığın, özellikle taze dimağların zihin coğrafyası talana maruz bırakılarak iğdiş edilecektir.
“Kim İslâm’da iyi bir çığır açarsa bunun kendisine ecri vardır. Kişiye açtığı iyi çığır üzerinde yürüyenlerin ecri onlardan eksilmemek kaydıyla o kişiye de kaydedilir. Her kim İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığır üzerinde yürüyenlerin günahları da onlardan eksilmemek kaydıyla o kişiye de kaydedilir.” (Hz. Muhammed a.s.v.)
Allah Rasulünün (a.s.v.) bu kelamına binaen yer yüzünde haksız yere akıtılan har damla kanın vebali katil üzerinden sakıt (düşmüş, geçersiz) olmamak kaydıyla Kâbil’e de yazılır denmiştir.
İnsanlığa dair bir takım güzel hasletler, tarihsel süreçte nesli tükenen ve tükenmek üzere olan canlılar gibi yitip gitmektedir. Asıl endişe verici olan ise bu eşsiz hasletlerin kendisini inşa eden kaynağın dışında bir dava, ahlak, düşünce veya ifade sisteminin içerisinde onu bezemesi (süslemesi) ve beslemesidir.
Bu hasletleri gerek kaynağına dair yapı içerisinde orijinal bir biçimde ya da filtre edebilecek bilgi ve beceri sahibi isek monte edildiği sistemin içerisinde görebiliriz. İçerisinde bulunduğumuz zaman diliminde farklı coğrafyalara bakarak bazılarını tespit edebilmek mümkündür (Allahualem).
-Teşekkür anlayışında bir boyut!
Aborjinler veya Kızılderililer’de avcı avladığı avına seremoni gereği şu ifadeleri sergiler “sen bizim hayatımız için kendi hayatını feda ettin, sana teşekkür ediyoruz. …” O’nun için avı bir et parçasından ibaret değildir. Ayrıca avcı, avının hiçbir parçasına saygısızlık etmediği gibi tekrar ihtiyacı doğana kadar avlanmaya ara verir. Ona göre zevk için avlanma yoktur.
-İktifanın kıymeti!
Kuzey Afrika’nın bazı bölgelerinde balıkçılar “Tevekkeltü Alallah/ Allah’a güvendim” diyerek denize açılırlar. Yakaladıkları balıkların olması gereken boyuttan küçüklerini gerisin geriye denize salarlar. Bununla da kalmazlar, teknelerindeki günlük iaşe ve ihtiyaçlarını karşılayacak miktar fazlası balığı da denize bırakarak kıyıya geri dönerler.
-Hak anlayışında irfan!
Çocukluğumuzun bağ bozumu ve meyve toplama dönemlerinde büyüklerimiz; ağaçların üzerinde ve dibindeki meyvelerin hepsini toplamamıza izin vermezlerdi. Biz çocuklara tembihleri “Gökte uçan kuşun, yerde sürünen mahlukun ve gelen-geçenin hakkı vardır. Ağacın dallarında ve dibinde meyve bırakın. Ağaç diplerindeki meyveleri de ezmeyin” olurdu. Ayrıca toplanan meyveler eşekler üzerindeki küfelerle köye götürülürken “göz hakkı vardır” düşüncesiyle, karşılaşılan kişilere, kendilerinin seçerek almaları için ikramda bulunulurdu. İkramda bulunulan kişi de dua eder, nazikçe ikramı geri çevirirdi…
Elbette ki; ilme ve büyüğe saygı, yolun hakkını verme, kardeşini kendi nefsine tercih etme, paylaşmak, fedakârlık, sorumluluk gibi sayılamayacak nitelikte güzel hasletlere dair örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Sıbga;
Her insanın iştigal ettiği ameli ya da dava edindiği inanç sistemi muhakkak üzerine bulaşır. Zamanla ifade ve amelleriyle içselleşen meşguliyeti ve davası karakterinde bir tarz oluşturacaktır demiştik. Bu yüzden insanlığın meşguliyetlerini ve davranışlarını geniş, elvan-elvan (rengarenk) bir yelpazeye benzetmek yerinde olacaktır.
Çünkü Müslüman hayatına da şekil veren onun münferit ve içtimai alanlarına sirayet ederek itikat, amel, muamelat, hukuk gibi onu tümüyle kuşatarak kalbinden, ifade ve davranışlarına kadar nüfuz eden, hiçbir detayı atlamadan hassas ve itinalı fırça darbeleri ile, karakterini İslam ahlak rengine boyayan Aziz (c.c.) sanatçının Müslüman için seçip, uyguladığı renk Sıbgatullah yani Allah’ın boyasıdır.
“ ‘Allah’ın boyasıyla boyandık. Boyaca O’ndan daha güzel olan kim vardır? Biz yalnız O’na kulluk ederiz’ (deyin).” (Bakara-138)
Habl;
Allah’ın (c.c.) yarattıkları yaşamlarını sürdürebilmek, dengede kalabilmek, kendilerini güvende hissedebilmek için muhakkak bir yerlere tutunmak isterler. Kayalara tutunan yosunlar, ağaçlara sarılan sarmaşıklar, deniz altındaki mercanlar ve korkusunun ürettiği refleksle annesinin bedenine sımsıkı tutunan insan yavrusu gibi. Hatta insan bir eşyanın nakliye esnasında açılıp etrafa saçılmaması ve heder olmaması için koliler ve bir yere iple sabitler, araçlarımızdaki emniyet kemerinin fonksiyonu örnek gösterilebilir… Alınan bu güvenlik tedbirleri, kendimizin ve elimizdekilerinin zayi ve hasar almaması için bizde var olan endişenin ürettikleridir.
Müslüman hayatındaki Sıbgatullah’ın (Allah’ın Boyası’nın) yıpranıp solmaması ve korozyona uğramaması için de tutunması gerekli bir bağ olmalıdır. Müslümana muvazene, itminan ve emniyet sağlayacak olan bağ da Hablullah’tır. Bu çerçevede Müslümanın Hablullah’a (Allah’ın ipine) ferden ve cemian sımsıkı sarılması, kesinlikle bırakmaması gerekir.
“ Hablullah; Allah’ın arştan, arza uzattığı nurlu ipidir. O ip ise Kur’an’dır.” (Hz. Muhammed a.s.v.)
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a, İslâm’a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın” (Âl-i İmrân-103)
Şüphesiz sözlerin en güzeli ve doğru olanı Aziz Allah’a (c.c.) aittir.
Selam ve dua ile…
Yasin TEKİN
18 Temmuz 2023/Çarşamba
30 Zilhicce 1444