Dünyalık görevlerimiz, her daim ahireti hatırlamak ve oradaki vakitlerimizde pişmanlık duymamak için düzenlenmesi ve gözden geçirilmesi gereken işler olarak bizim uyanışımızı beklemektedir. Yanlış giden ve akidemizin çizdiği yolda taş gibi durarak tökezlememize neden olan engeller var mı diye sürekli analiz edilmesi gereken bir inanca tabiiyiz. Tazelemek için her fırsatta vakit ayırmamız gereken bir iman taşıyoruz göğsümüzde. Kâh dilimizi süsleyen zikirlerle, kâh bedenimizi diriltecek faaliyetlerle içimizde kalakalmış imanımızı gün yüzüne çıkarmak, mükellefiyetimizdir.

İşte bu yenileme, tazeleme, gözden geçirme ve diriltme fiillerini gerçekleştirebilmek için, her işte olduğu gibi Mekke’de 610’lu yıllara, mübarek şahsiyetin ve ona mutabık olanların yaşantısına uzun bir yolculuk yapmamız gerekmektedir.

Yolculuğumuzun başında, İbn Ömer (r.a.)’dan o dönemde Müslümanların hayatında Kuran-iman ilişkisinin nasıl olduğunu ve peygamberden sonra bu ilişkinin ne kadar değişiklik gösterdiğini göreceğiz. İbn Ömer şöyle söylüyor: “Hayatımda öyle bir dönem yaşadım ki, o dönemde bize Kur’an’dan önce iman verilirdi. Bir sûre Muhammed (s.a.v.)’e iner, sonra biz onun helal haramını ve sizin Kuran’ı öğrenmeniz gibi Kur’an’ın üzerinde durulup derinlemesine incelenmesi gerekli konularını öğrenirdik…”

İbn Ömer, sözlerinin ilk yarısında Kur’an ve içindekiler sahabilerin kalplerine sirayet etmeden önce, ayetlerin zihinlerde daha etkili ve çarpıcı kalması, okurken de bambaşka duygularla okuyabilmeleri için, öncelikle ruhlarına imanı dupduru ve kuvvetli bir biçimde yerleştirdiklerini; bunun, Allah kelâmını hakkıyla kavrayabilmeleri için şart olduğunu gösteriyor. Yani sahabenin, somut ve maddî olan ayetleri görmeden önce soyut ve manevî olan imandan emin olduklarını anlayabiliyoruz. Olması gereken, Kur’an’dan müstefid olmak için yapılması gereken buyken, sözlerinin devamında sanki şimdiki Müslümanlara seslenircesine şöyle diyor: “…Görüyorum ki sizden birine imandan önce Kur’an veriliyor. Fatiha suresinden sonuna kadar Kur’an’ı okuyor ve içindekileri anlamıyor. Kur’an’ın neyi emrettiğini, neyi yasakladığını ve Kur’an’ın üzerinde durulması gereken konularını bilmiyor. Hurmaları saçıp dağıttığı gibi Kur’an’ı saçıp dağıtıyor.”

Ashabın kendisine Kur’an’dan önce iman verilirken, İbn Ömer’in seslendiği kimseler (belki de bizler) imandan önce Kur’an’ın tadına bakmaya çalışıyoruz. Daha kabuğu kırmadan içindekine ulaşmak istiyoruz. Hâlbuki sayfalardaki ayetlere lezzet veren, kalpleri yumuşatan ve gözleri yaşartan asıl şey, bedenlere yerleşmiş imandır. O iman olduğu sürece coşkuyla ayetleri yudumlayabiliriz. O iman olduğu sürece hikmetleri kavrayabiliriz. Fakat insanın içinde anlama ve uygulama isteği olmazsa, İbn Ömer’in ifadesiyle “Kur’an’ın neyi emrettiğini, neyi yasakladığını ve Kur’an’ın üzerinde durulması gerekli konuları” bilmesi de mümkün değildir.

Asr-ı Saadet döneminde imanın, yani itikadın amel için ne kadar mühim bir mesele olduğunu sahabiler yoluyla biraz da olsa anlayabiliyoruz. Bu yolculuğumuzda biraz da ibadetlerimizin önemine söz vererek, tek önderimiz olan peygamberimizin hayatından yine sahabiler yoluyla aktarım yapalım. Aişe (r.anh) validemiz, Alkame (r.a.)’ın Rasulullah (s.a.v.)’ın ibadetleriyle ilgili yönelttiği bir soruya şöyle cevap veriyor: “Onun ameli sürekli idi. Hanginiz Rasulullah (s.a.v)’ın yaptığı şeyleri yapmaya güç yetirebilir ki?”

Burada bahsedilen ve yüzümüze vurulan gerçek, hiçbir işimiz ve ibadetimizin, peygamberimizin yaptığı, yaparken de sürekli şükrünü ve sabrını gösterdiği ibadetlere denk olamayacağıdır. Geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmış bir kul olduğu halde saatlerce secdede kalan, her daim cihada davet eden, tebliğini sayısız zorluğa rağmen her fırsatta yerine getiren bu yüce kişiliğe yetişmemiz nasıl mümkün olabilir? Biz farkında olmadan ömrümüz boyunca ne bataklıklara düştüğümüzü, kaç kere tevbe kapısını araladığımızı bile bilmezken, o Nebî ümmetinin günahları için bile Rabbine yalvarıyordu.

Önce Allah’a layık bir kul, sonra Rasûl’e layık bir ümmet olmak için o kadar çok çaba sarf etmemiz ve fedakârlıklar yapmamız gerekiyor ki, ibadetlerimiz de ancak bu uğraşlarla kabul buyrulabilsin.

Peygamber aracılığıyla bütün gücümüzle ibadete sarılıp ruhumuzu hür bıraktıktan sonra, yolculuğumuzun son durağı olan sebat konusuna girebiliriz. Bedir günü yaralanan oğlu Hârise (r.a.) hakkında Rasulullah (s.a.v.)’dan bilgi almak için yanına gelen Ümmü-r Rubeyyi’nin o kalplere dokunan sözlerine bakalım: “Ey Allah’ın Peygamberi! Hârise’nin halinden bana haber vermez misin? Bedir günü serseri bir ok isabet ederek onu öldürmüştü. Eğer oğlum cennette ise bu acıya sabrederim, cennette değilse ona gücüm yettiği kadar ağlamaya çalışırım.”

Bir Bedir şehidinin annesi. Onu teselli eden yegâne şey, oğlunun şehadet haberini almanın ümidi. Eğer kulakları bunu duyarsa kalbi rahatlayacak, fakat gözleri analık şefkatinin etkisiyle yaşlarını serbest bırakacak. Yok, eğer duymazsa, kalbiyle birlikte tüm bedeni gücünün son damlasına kadar ağlayacak. Çünkü onu cehennem gibi bir gerçekten kurtarmak için elinden gelen bir şey olmayacak, yıpranacak, belki kendini suçlayacak. Ama dönüşü olmayan bir yurda gittiği için duası bile bir şey değiştirmeyecek.

Şüphesiz sabırların en büyüğü ölüm karşısında gösterilen sabırdır. Bunun birçok örneğini sahabilerin hayatlarından ve bu şekilde bize ulaşan hadis ve eserlerden görebiliyoruz. Buradaki teslimiyet, bizlerin dünyadaki küçük büyük tüm sıkıntılara karşı gösterdiğimiz isyan ve kabullenemezliklere karşı sabit bir ders olmalıdır. Olaylara karşı takındığımız tavır, sonuçlarının da bizim razı olacağımız şekilde değişmesini sağlayabilir. Neticede hakkımızda neyin hayırlı olacağını bilen sadece Allah’tır. O’na olan imanımız ne kadar kuvvetliyse, olayları güzelleştirme ve hayra yol açma gücüne de inancımız her daim kuvvetli olmalıdır. Nitekim Hârise’nin akibeti için Rasulullah (s.a.v)’ın cevabı da şöyleydi: “Ey Hârise’nin annesi! Sana şanlı bir haber vereyim. Cennette birçok dereceler vardır ve şüphesiz senin oğlun bunlardan Firdevs-i Â’lâ’ya erişti.”

Yolumuzun sonunda, itikadı sağlam, ibadetleri makbul, sebatı yüreğinden eksiltmeyen kullar olma ümidi ve duasıyla ayrılıyoruz. “İşlerin sonu ancak Allaha varır.” (Lokman, 22)