• Genç Birikim

    Çöküş Yolunda Yeni Osmanlılar Cemiyeti-I: Araştırmacı-Yazar Taşkın Önel

    - 04 Ağustos 2020

Bismillahirrahmanirrahim

“Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür ve ölür.” diyen İbn-i Haldun, toplumların çok farklı bir özelliğine dikkat çekmiştir. Farklı zamanlarda ve coğrafyalarda ortaya çıkan devletlerin her birinin doğuşuyla birlikte yükselişi ve nihayetinde yok oluşu söz konusudur. Hiçbir devlet, ilanihaye varlığını sürdürebilmiş değildir ve sürdüremeyecektir de. Aynı isimle yüzyıllarca varlığını korumuş gibi görünen devletlerin bile büyük badireler atlattığı, zayıfladığı hatta yıkıldığı; sonrasında tekrar kurulduğu görülebilir.

İnsanoğlu tarafından inşa edilen devletler de tıpkı insan gibi güçlü olduğu oranda başarılar elde eder. Gücün ne derece sağlam kaynaklara dayandığı önemlidir. Dürüstlük, sadakat, bilgi gibi erdemli kaynaklardan beslenen gücün, yok olması çok kolay olmayacaktır. Güç ve bilginin beraberinde getirmiş olduğu başarı, bunların ortadan kalkmaya başlamasıyla birlikte yok olmaya yüz tutar. Böylece doğum sürecinden sonra büyüme evresine geçen devletler, bir zaman sonra yok oluş sürecini yaşarlar.

Tarihi parlak zaferlerle dolu olan cihanşümul Osmanlı Devleti de bu süreçten geçti elbette. Kudretli ve erdemli bir devlet yapısı inşa ettiği süre boyunca kimseye ihtiyaç duymayan, kendi kendine her anlamda yetebilen Osmanlı, bir zaman sonra bu kudretini kaybetmeye başladı. Parlak ve güçlü günler geride kalmaya, imparatorluğun dört bir yanında sıkıntılar baş göstermeye başladı. Geçmişteki muktedir devletin özlemini duyanların ve bu günlere tekrar kavuşmayı hayal edenlerin sayısı her geçen gün artmıştı. Eski günlere kavuşmak için her kesimin kendince bir düşüncesi, çabası, önerisi vardı elbette. Devlet ricali, gerilemeyi tersine çevirmenin askeri gücü geri kazanmakla mümkün olduğu düşüncesindeydi ve çabaları da askeri alanda reformlar yapmak şeklinde tezahür ediyordu. Bunun için Avrupai devletlerin orduları gözlemlenmekte, askeri teknolojileri ve sanayileri yakın takibe alınmaktaydı. Avrupa’daki gelişmeleri kendi devletlerinde görmek isteyen idari kadro, Avrupa’dakilerle benzer kuruluşlar oluşturmaya, yabancı askeri eğitmenler getirmeye çalıştılar. Kısmen başarılı olan bu çalışmalar, orduda bazı yenilikler meydana getirse de devletin asıl sorununu çözmeye pek yeterli olmamıştı. Daha radikal çözümler peşinden koşan II. Mahmut, eski askeri yapının tamamen ortadan kaldırılmasının (Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması hadisesi- Vaka-yi Hayriye-16 Haziran 1826)[1] sorunu çözeceğini düşünmüştür. Tarih boyunca destansı zaferler kazanmış bu yapının köhne bir hâl aldığı düşüncesiyle yerine daha modern olduğu düşünülen bir ordu inşa edilmiştir (Asakir-i Mansure-yi Muhammediye’nin kuruluşu). Elbette bu yenilik öyle kolay olmamış, binlerce insanın kanı akıtılmış, baskından sonra idamlarla bu süreç sürdürülmüştür. Her geçen gün kan kaybeden imparatorluk, bu yolda bir başka yara daha almıştır. Çünkü oluşturulan yeni kurum, sorunların çözümünde yeterli olmamış, yenileştirme çabaları farklı alanlara sıçrayarak devam etmiştir.

Askeri alanda görülen gelişmeler, bunlarla sınırlı kalmamıştır. Farklı zamanlarda, farklı isimler tarafından, bambaşka işler yapılmaya çalışılmıştır. Tanzimat ve Islahat Fermanları da bu amaçlarla padişah tarafından alınan tedbirler, düzenlemeler arasında gösterilebilir. Ancak yapılan hiçbir yenilik, Osmanlı Devleti için istenen sonuçları beraberinde getirmemiş, tam tersine devletin her geçen gün biraz daha zayıflamasına, azınlıkların isyanlar çıkartmasına, bu isyanlar gerekçe gösterilerek Avrupalı devletlerin Osmanlı iç işlerine karışmalarına engel olunamamıştır.

Sorunun her geçen gün büyüdüğünü, Osmanlı Devleti’nin hem askeri hem siyasi alanda eskisi gibi bir varlık gösteremeyişinden gözlemlemek mümkündür. Öyle ki kendi sınırları içinde baş gösteren Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanını bastırmak için İngiltere’den yardım almak zorunda kalmıştır. Kırım sorununu çözmek için yine Avrupalı devletlerin yardımına müracaat etmiştir. Tüm bu yardımların karşılığında Avrupalı devletlere hem ekonomik hem siyası ayrıcalıklar tanınmak zorunda kalınmış, bu durum da sorunu hafifleteceği yerde büsbütün müzmin bir hâle getirmiştir.

  1. yy.da sorunun tüm girişimlere rağmen devam ettiğini, Osmanlının gün geçtikçe kan kaybettiğini, eski gücünden hızla uzaklaştığını gören bazı devlet adamları, bürokratlar, edebiyatçılar; sorunun çözümünü topyekûn Batılılaşmada aramışlardır. Osmanlı Devleti’ni, buldukları her fırsatta ortadan kaldırmaya, bunu başaramıyorsa bile zayıf düşürmeye çalışan başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupalı haçlı devletler, Osmanlı ricalinin bu yanılgısını bulunmaz bir ganimet olarak görmüş ve Osmanlı Devleti aleyhinde olabilecek her türlü girişimi desteklemeyi âdeta bir görev olarak telakki etmişlerdir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’ne şu veya bu şekilde küsmüş, kızmış, öfkelenmiş siyasilerin, bürokratların, sanatçıların; Osmanlı Devleti aleyhine giriştikleri her eylemi hem ekonomik hem fikri hem de siyasi yönlerden desteklemeyi kendi çıkarları için bulunmaz bir fırsat olarak görürler.

Değişimi, ilerlemeyi, eski güçlü günlere dönmeyi Avrupa kıtasının kültürel, siyasi, ekonomik yönlerinin Osmanlı coğrafyasına aynen aktarılmasıyla mümkün gören aydınlarımız, Avrupa’dan gelen her türlü değişimi, farklılığı gözleri kapalı bir biçimde kabul etme yoluna gitmişlerdir. Başlangıçta bir avuç Avrupa hayranı arasında görülen bu tutum, zamanla daha geniş bir çevreye sirayet etmiş ve daha çok sayıda insanın bu yolda çaba sarf etmesine yol açmıştır. Özellikle 19. yy.da görülmeye ve yayılmaya başlayan bu tutum, zamanla toplumun hemen her kesiminde kendini farklı biçimlerde göstermeye başlamıştır. Batı’nın fikri, edebî, siyasi eserleri okunmaya, değerlendirilmeye, tercüme edilmeye başlanmış; Avrupa’ya gönderilen gençlerin gördükleri karşısında hayran kalmaları ve hayran kaldıkları bu yaşantıyı kendi coğrafyalarına aktarma çabaları, toplumun yavaş yavaş Avrupai bir yaşam tarzıyla tanışması şeklinde kendini göstermiştir.

Bulunduğu durumdan kurtulmaya ve eski günlerine kavuşmaya çalışan Osmanlı, tam tersi bir istikamette son sürat yol alıyordur artık. Denize düşen yılana sarılır misali, koca imparatorluk kurtuluşu, düşmanlarının kendisi için uygun gördüğü reçetede aramayı benimsemiştir. Yüzyıllardır Avrupa’dan, Anadolu’dan atmak için uğraştıkları Türkler, kendi ayaklarıyla tuzaklarına doğru gelmekte hatta koşmaktadır. Böyle bir fırsat yakalanmışken onu değerlendirmemek tabii ki olmazdı. Topla, tüfekle yapamadıklarını içerden hem de kendi aydınlarına, gençlerine yaptıracaklardı. İşler umduklarından daha kolay ve daha az meşakkatli bir hâle gelmişti.

Tek amacı yaşadıkları ülkeyi bir arada tutmak, eski parlak günlerine döndürmek olan ilk dönem mütefekkirlerinin yerini, artık toplumundan, devletinden utanan, dönemin güçlü kültürleri karşısında eziklik hisseden bir güruh almıştır. Öyle bir güruh ki kurtuluş için kendilerine gösterilen yolun çöküş yolu olduğunu göremeyecek kadar gözleri kamaşmış hatta kapanmıştır.

Yen Osmanlılar Cemiyeti, işte böyle bir hâlet-i ruhiye içinde bulunan genç neslin bir girişimi olarak karşımıza çıkar. “Ebüzziya Tevfik cemiyetin kuruluşunu, İstanbul’da Belgrad ormanında Nâmık Kemal’in de katıldığı bir kır gezisinde veya cemiyetin önemli isimlerinden Sağır Ahmet Beyzade Mehmet Bey’in (Sadrazam Mahmut Nedim Paşa’nın yeğeni) evindeki toplantıda olmak üzere iki farklı anlatımla açıklar (1865). Ebüzziya’daki bilgi kargaşası Kaya Bilgegil tarafından çözümlenmiş, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin aslında Avrupa’da kurulduğu (1867) ve Belgrad ormanındaki toplantıda teşkil edilen cemiyetin Fransızca “misyon” anlamında “meslek” adını taşıdığı tespit edilmiştir.”[2]

Cemiyetin kurucuları arasında Sağır Ahmet Beyzâde Mehmet Bey ve arkadaşları Menapirzade Nuri ve Kayazade Reşat beyler bulunmaktadır. Ancak bunların, herhangi bir siyasi programa sahip olmaktan ziyade genelde gazeteler üzerindeki sıkı denetimi ve bunların kapatılması sebebiyle Ali Paşa’ya karşı duydukları hoşnutsuzluğun etkisiyle bir araya geldikleri var sayılmaktadır.

Kurtuluşun Avrupa’yı her yönüyle topraklarına taşımakta olduğunu düşünen bireylerin oluşturduğu bu topluluk içinde bunlardan başka, en büyük Batı hayranlarından biri olan İbrahim Şinasi’nin çıkarmış olduğu Tasvir-i Efkâr gazetesinde yazan Namık Kemal, Muhbir gazetesinde yazdığı eleştirel yazılar dolayısıyla dikkatleri üzerine çeken Ali Suavi, bunlardan başka Ziya Paşa, Agâh Efendi gibi isimler de yer alır.

Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi edebiyat dünyasının önemli isimleri, ortamın kendileri için pek de güvenli olmadığını düşündükleri bir zamanda Mısır hıdivinin kardeşi Mustafa Fazıl Paşa’nın davetiyle yurt dışına çıkmışlar ve 1867 senesinde Paris’e varmışlardır.

Mısır kanunlarında, Mısır hıdivi tarafından yapılan bir değişiklikle veraset hakkı elinden alınan ve buna karşılık kendisine yüklü miktarda bir tazminat ödemesi yapılan Mustafa Fazıl Paşa, Fransa’ya kaçan ve maddi imkânları sınırlı olan bu muhalif gençleri himaye etmiş ve onları maddi yönden desteklemiştir. Paşa’nın bu muhaliflerle olan bağlantısı, bu hadiseden önce başlamıştır. Paşa’nın Paris’te iken sultan Abdülaziz’e yazdığı açık mektubun Türkçe tercümesinin, o sıralarda İstanbul’da bulunan Namık Kemal tarafından yapılmasının onu ele vereceğini düşünüp tercümeyi Sadullah Paşa’ya yaptırması, bu ilişkinin çok önceden başladığının kuvvetli delilleri arasında bulunur.

Mustafa Fazıl Paşa’nın yönetime karşı oluşunun özelinde, kardeşi tarafından yönetimden uzaklaştırılmış olması, yani hakkı olan bir şeyin elinden alındığı düşüncesi yatmaktadır. Nitekim daha sonra Sultan Abdülaziz’le görüşüp sorunlarını hallettikten sonra İstanbul’a dönmüş ve kendisine güvenerek Paris’e kaçan muhalifleri geride bırakmıştır. Yani çıkarlar, ilkelerin önünde yer almış, bu uğurda arkadaşlar yolda bırakılabilmiştir.

Nâmık Kemal, babasına yazdığı Aralık 1869 tarihli bir mektupta ülkü ve ilkesi olmayan bu kişiler yüzünden güvenilecek adam yokluğundan serzenişte bulunur.

Avrupa seyahati esnasında (1867) Sultan Abdülaziz’e yanaşan ve kendini affettirerek geri dönme izni alan Mustafa Fazıl Paşa’nın bu gençleri kendi siyasi hesaplaşması için kullanmaya ve el altında tutmaya çalıştığı bilinmektedir. Paşa, Sultan Abdülaziz’in arkasından İstanbul’a dönmeden önce Baden’de Ziya Bey, Namık Kemal ve Çapanzade Agâh Efendi’den başka içlerinde bazı yabancıların da bulunduğu muhaliflerden teşekkül eden küçük bir heyetle 30 Ağustos 1867 tarihinde yaptığı toplantıda on üç maddelik nizamnamesiyle beraber Genç Türkiye (Jeune Turquie) cemiyetini kurmuştur.[3]

Terim kargaşasını önlemek ve II. Abdülhamid devri muhalefet hareketini simgeleyen Jön Türkler (Juenes Turcs) tanımlamasından ayırmak üzere ismi Yeni veya Genç Osmanlılar diye tercüme edilmesi gereken bu cemiyetin nizamnamesinde, Mustafa Fazıl Paşa’nın Sultan Abdülaziz’e hitaben neşrettiği açık mektupta öngördüğü reformların yapılması ve baskıcı bir idare sürdürmekte olan siyasi sistemin ortadan kaldırılması esas amaç olarak gösterilmekteydi. Rusya’nın etkisinden kurtarılmaları için Hristiyan halka geniş hürriyetler verilmesi maddesi herhalde Avrupa’nın muhabbetini çekmeyi hedeflemekteydi. Diğer maddelerde iş bölümü ve görevlendirilen kişilerin belirlenmesi yer almaktaydı; nizamnamenin 9. maddesi gizli tutulmuştu. Bu maddenin amaca ulaşmak için silahlı örgütlenmeye işaret ettiği tahmin edilmekle beraber bunun Şehzade Murad Efendi ile irtibat kurma ve ortak çalışma gibi bir hususa değinmesi daha mümkündür. Nitekim II. Abdülhamit, Sultan Abdülaziz devrinde cereyan eden bu olaylar hakkında yakınlarından Besim Bey’e yazdırdığı, Yıldız evrakı arasında bulunarak yayımlanan notlarında[4] , Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin Murad Efendi’nin bilgisi dahilinde ve saltanatı ele geçirmek maksadıyla ve onun teşvikiyle faaliyet gösterdiğini hatta Sağır Ahmet Paşazade Mehmet Bey’in Murat Efendi tarafından gönderildiğini ve bizzat kendisine de gelerek niyetlerini ifşa ettiğini ileri sürmüştür.[5]

Yeni Osmanlılar Cemiyeti içinde yer alan veya bunlarla birlikte oldukları iddia edilen isimler arasından tam anlamıyla bir uyum, düşünce ve amaç birliğinden söz etmek mümkün olmamıştır. Cemiyetin en büyük maddi destekçisi Mustafa Fazıl Paşa’nın Sultan Abdülaziz’le arasını düzeltmesinin akabinde maddi zorluklar yaşamaya başlayan cemiyet üyeleri, buldukları ilk fırsatta İstanbul’a dönmeye çalışmışlardır. Ancak siyasi hesaplarından bir türlü vazgeçmeyen Mustafa Fazıl Paşa, elini her daim güçlü tutmak adına eskisi kadar olmamakla beraber yurt dışında kalan muhaliflere az miktarda maddi kaynak sağlamaktan vazgeçmemiştir. Bu amaçla Londra’da haftalık olarak Haziran 1868’de çıkarılmaya başlanan Hürriyet gazetesinin masrafları için gereken paraları tahsis etmiştir.

Gazetenin 63. sayısına kadar Ziya Paşa ile birlikte hareket eden Namık Kemal, bu sayıdan sonra dava arkadaşını yalnız bırakarak yurda dönmüştür. Bundan sonra Ziya Paşa, gazetenin 100. ve son sayısına kadar muhalefetine tek başına devam etmiştir.

Londra ve Paris’te çıkarılan Hürriyet gazetesi çevresinde toplanan muhalif gruptan ilk ayrılan Namık Kemal olmamıştır. Ondan çok daha önce Sağır Ahmet Paşazade Mehmet Bey, bu hareketi, yetersiz ve eylemsiz bulduğu için cemiyetten ayrılmıştır. Bu zat, sadece fikri muhalefet ile işin halledilemeyeceğini, fiili birtakım eylemler gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünmektedir. Sultan Abdülaziz’e bir suikast tasarladığını, İsviçre’de Hüseyin Vasfi Paşa ile çıkardığı İnkılap adlı gazetede yayımlanan bir makalesinde dile getirmiştir.[6]

Muhalefetlerinin oluşmasında büyük bir etkisi olan Ali Paşa’nın ölümü üzerine, sanki muhalif oldukları bütün sıkıntılar yok olmuş gibi, yeni sadrazam Mahmut Nedim Paşa’nın ilan ettiği genel aftan yararlanarak 1871’de yurda döner Sağır Ahmet Paşazade Mehmet Bey.

Avrupa’da kalan son muhalif olan Ali Suavi’nin de Kasım 1876’da yurda dönmesiyle birlikte Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin yurt dışındaki muhalefeti de son bulur. Bu ilk muhalif hareketin öncü isimleri, sadrazam olduğu ilk tarihten itibaren beğendikleri Mithat Paşa’nın etrafında toplanmaya başlamışlar ve yurt içindeki muhalefetlerini bu isim öncülüğünde sürdürmüşlerdir. Yurt içinde Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve V. Murat’ın tahta çıkarılmasıyla (30 Mayıs 1876) gelişecek olan siyasi olaylarda ve bir anayasa ilan edilmesi aşamasında (23 Aralık 1876) tarihsel rollerini oynamaya devam ederler.

Birbirinden farklı kültürler, yaşam tarzları içinde yetişen Yeni Osmanlılar, bir amaç için bir araya gelmiş olmalarına rağmen ne bir siyasi ve sosyal parti olabilmiş ne de aralarında görüş birliğine varabilmişlerdir.

 

[1] II. Mahmut devrinin en önemli icraatından olan Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması (17 Haziran 1826) Osmanlı tarihinin önde gelen duraklarından birini teşkil eder ve kaynaklarda genelde “hayırlı olay” tanımlamasıyla anılır. II. Mahmut’un, devletin idarî sisteminin Avrupa devletleri gibi merkeziyetçi bir düzeye getirilmesini ve bütün devlet kurumlarının zamanın şartlarına uygun biçimde yeniden inşasını hayatta kalmanın bir zarureti diye görmesi her şeyden önce yeni bir askerî yapılanmayı da beraberinde getirmekte, bütün bunların karşısında en önemli engel olarak duran Yeniçeri Ocağı’nın ilgasını kaçınılmaz kılmaktaydı. TDV İslam Ansiklopedisi- Vaka-yi Hayriyye maddesi.

[2] TDV İslam Ansiklopedisi, Yeni Osmanlılar Cemiyeti maddesi

[3] TDV İslam Ansiklopedisi Yeni Osmanlılar Cemiyeti maddesi

[4] İbnülemin Mahmut Kemal, XVI/14 [1926], s. 90-91

[5] Mufassal Osmanlı Tarihi, VI, 3136, 3138

[6] Bilgegil, Kaya, Yakın Çağ Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, s. 437-438