• Bekir Tok

    Bir Tefekkür İki Yol

    - 26 Şubat 2014

Başını iki elinin arasına almış düşünüyordu. Okulun karşısındaki geniş boş arazide, çamların kenarında boş bir yer bulmuştu. Bu sene ve sık sık buraya gelip tefekkür etmekten son derece haz duyuyordu. Ders araları uzun olduğunda kendini, etrafını, ümmetin evlatlarının acı halini, yapılması gerekenleri, kaçılması gerekenleri düşünür dururdu saatlerce.

Binlerce kez şükrediyordu Rabbine. Lise yıllarında kendisine sanki bir hayat amacı olarak futbolu belirlemişti. Bunda elbette kendisi gibi bomboş metotlarla yetiştirilen çevresindeki arkadaşlarının da etkisi vardı. Tuttuğu takım onun her an gündemindeydi. Başka birisi ona çokça maaş verse onun sözcülüğünü bu kadar yapmazdı herhalde. Çünkü konuşmalarının en az yarısı; tuttuğu takımın futbolcularından, takımının yaptığı maçlardan, transferlerinden oluşuyordu. Onunla yatıyor, onunla kalkıyordu. Arkadaşlarıyla sonucu olmayan tartışmalara giriyordu. “Hangi takım daha iyi” tartışmasında karşısındakilere hararetle kendi takımını tebliğ ediyordu. Hayatına anlam katan renklerin takımına ait renkler olduğunu anlatırdı hep. Takımı için öfkeleniyor, onun için seviniyordu.

Kız kardeşi aklına geldi sonra. Kendisinden üç yaş küçüktü. Tüm zamanını neredeyse hayranı olduğu şarkıcıları takip etmekle geçiriyordu. Beş altı tane vardı yolunu takip ettiği ama bir tanesi elbette en büyük puttu. Onun tüm hayatını ezbere bilirdi. Dışarıda ne giyer, nerelerden alışveriş yapar, kimle yatar kimle kalkar hep bilirdi. Arkadaşlarına o şarkıcının şarkılarını telefonundan gönderir, o şekilde onun tebliğini yapardı. Yolda, odasında, en ufak boşluklarda onun sesiyle mest olur, kendinden geçerdi. Kendisinden şunu çok sık duyardı: “Bu şarkıcı olmasaydı ben yaşayamazdım.”

Sonra oldukça samimi olduğu çalışkan bir arkadaşı düştü aklına. Onunla da lisedeyken arkadaştı. O, ona futboldan bahsetmeye çalışırdı ancak arkadaşının o taraklarda bezi yoktu. O hayatına amaç olarak tıp kazanmayı, en iyi uzmanlığı da yaptıktan sonra bir bilim adamı olarak en vahim hastalıkların tedavilerini bulmayı, tüm dünyada meşhur olmayı belirlemişti. Bunun için önünde aşması gereken, tüm zamanını alacak okul hayatı, sınavlar zinciri, zorluklar serüveni onu bekliyordu. Ama o hiçbirinden korkmuyordu. Zaten bunun için yaşıyordu. Bu da olmasa hayatın ne anlamı olabilirdi ki…

Amcasını düşündü. Kendisini “İslam”a nispet eden partilerden birinin müdavimiydi. Tüm toplantılarına katılır, kapı kapı dolaşıp partisine oy toplar ve bu işi de “cihad” olarak adlandırırdı. Parti lideri bölgelerine uğradığında kendinden geçer, akrabalarını-komşularını toplayıp mitinglere akın ederdi. Birisine “iyilik”ten bahsederken artık “İslam”ın önünde “parti” kavramı vardı. İyiliğe, doğruluğa, refaha, İslam’a ancak bu parti ile kavuşulabilirdi ona göre. Her yerde partisini anlatır, çalışmalarından bahseder ve Müslümanların desteklemeseler bile en azından çalışmalarında rahat etmeleri için bu partiye oy vermeleri gerektiğini anlatır dururdu.

Ve babası… Esnaftı… Son on yılda küçük bir bakkalken işini on kat büyütmüş şimdi büyük bir market açmıştı. O bölgede adı iyi duyulmaya başlamıştı yeni marketin. O bu başarısını hep disipline, çok çalışmaya, gözü açık olmaya bağlardı. Bu seviyeye gelene kadar ailesi ile çok ilgilenememişti. Sabah namazını kıldıktan sonra evden çıkar, gece geç vakitlerde dönerdi. Eskinin hızlılarındandı. O zamanlar İslam’a sıkı sıkıya bağlıydı. Kuran okur, tebliğ eder, insanlara tevhidi anlatırdı hep. Ama yaş ilerleyip de rızık endişesi baş gösterince, önce bu rızkı elde etti, rızık geldikçe yetmemeye, yeni masrafları karşılamamaya başladı. Artık davası için, Müslümanlara daha fazla yardım edebilmek için girdiği “işinde büyüme” azmi, kendisini ait olduğu davadan uzaklaştırdı yavaş yavaş. Bir zamanlar sahip olduğu bilinci çocuklarına aktaramadı. Sonra hayatın amacı değişiverdi. Artık yeni bir şube açmaktan hatta birkaç yıl içinde farklı şehirlere yayılmaktan söz ediyordu. Bunun için yaşıyordu adeta.

Tüm bunları düşünmesinin sebebi, az önce okuduğu ayetlerdi. Kuran’ı açtığında, sayfalar arasından yüzüne esen meltem ile oturduğu ağaç dibinden bir anda uzaklaşmış, farklı alemlere konuk oluvermişti. Bir anda şaşırıvermişti. Adeta izler gibi olduğu sahne çok çok ilginçti. Allah (subhanehu ve teala) onun elinden tutuvermiş ve zamanda yolculuğun zirvesine çıkarmıştı adeta. Çünkü içine daldığı bu zaman tünelinde, en başa gelmiş, kaset en başa sarmıştı. Melekler Allah’ın huzurunda ve Allah onlara hitap ediyordu. Rabb Teala ne de güzel somutlaştırmıştı biz anlayalım diye bu sahneyi… Meleklere; yeryüzünde bir halife yaratacağından bahsediyordu. Halife kavramından daha önce edindiği tecrübeler aracılığıyla haberdar olan melekler, bu “yaratılışın” sebebini anlayabilmek ve daha fazla bilgi alabilmek için şöyle diyorlardı rablerine: “Biz seni şükrünle yüceltir ve sürekli takdis edip dururken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” Endişelenmişlerdi, çünkü bu zamana kadar eksiksiz yerine getirmeye çalıştıkları “tesbih ve takdis” görevini yeterince yapamamış olmaktan korkmuşlardı. Sonra Allah onlara, onların bilemeyeceğini bildiğini haber vermiş, ve en büyük ataya yani “Adem” (a.s)’a “ol” deyip o da oluverdikten sonra; eşyaların isimlerini öğretmişti. Yani bir lisan öğretmişti. Konuşma becerisi… Melekler o an acizliklerini anlamışlardı. Bu lisan onlarda yoktu ve yine onlarda olmayan irade ile bu yeni varlık, eğer Allah’a bu zamana kadar meleklerin ettiği hürmeti gösterirse, demek ki Allah katında çok daha değerli olacaktı.

Allah, “Kerim Kitab”ın kapağını açmaya ve düşünmeye “zaman bulabilenlere(!)” bu kıssa ile aslında çok şey anlatıyordu. Bir hilafet görevinden bahsediliyordu. Yani Allah’ın yeryüzündeki temsilcilik görevinden… Başka temsilcilikleri düşünmüştü; mesela bir devlet başkanının kendi adına başka bir ülkeye “temaslarda” bulunması için gönderdiği bir temsilci, bir vekil ya da bir bakan hayal etmişti. Katılacağı toplantılarda o elçi hep onu gönderen devlet başkanıyla özdeşleştiriliyordu. Çünkü o hep başkanını savunmak, onun fikirlerini yaymak ile görevli olduğundan hep bahsettiği şey “kendi ülkesinin değerleri” oluyordu. Aslında insanın da yaratılışındaki bu hikmeti aklına getirdiği bu örnekle çok güzel anlamıştı. Adem (a.s) ve O’nun nezdinde nesli de Allah’ın yeryüzüne gönderilmiş elçileriydiler. Yeryüzünde insan Allah’ı temsil etmeliydi. O’nu tanımayanlara O’nu anlatmalıydı. Allah’ın kanunlarını, esaslarını, hükümlerini tebliğ etmeliydi sürekli. O’nun düşmanlarına O’nun adını haykırmalıydı. Hayatı bu eksende dönmeliydi. Bulduğu her insana, bulunduğu her mecliste, katıldığı her platformda onun görüşü, temsilini yaptığı Rabbi’nin esasları olmalıydı. Çünkü o bu amaçla gönderilmişti.

İşte bu sebepten, başka ilahların yeryüzünde temsilciliğine soyunanlar aklına düşmeye başlamıştı teker teker.

Kendisi bir zamanlar “futbol” adında bir tanrının temsilciliğini yapıyordu. Sürekli onu anlatıyor, onu savunuyor, onun getirdiği batıl esasları hayatına mihenk taşı yapıyordu. O olmadan yaşayamıyordu. Ama bu tanrının kendisine hiçbir vaadi; vakit kaybı, akıbet katli, dünyanın mahvı dışında yoktu. Bu davanın en başarılı şekilde sonuçlandığını düşünse, mesela tuttuğu takım dünyada bir numara olsa, en iyi futbolcuları transfer etse, tüm kupaları toplasa kendisine en ufak bir dünyevi getiri bile olmayacaktı ki gençliğini harcadığı bu yol, onu belki de cennetten edecekti. Asıl temsilciliğini yapması gerektiği Rabb’inin vaat ettiği cennetin yanında, edindiği bu ilahın ona bir “vaad”i bile yoktu.

Aynı şekilde kardeşinin düştüğü durum da çok acınılacak bir haldi. O da kendisi gibiydi ama başka tanrıların sözcülüğünü yapıyordu. Keşke o da “kendisini yaratan” Rabbinin hilafet görevini ifa etseydi ve O’nun gönderdiği kitapla yaşasaydı,  haram sözleri dinlemek yerine Kuran’ı okuyarak huzur bulsaydı, onu dinleyerek, anlayarak, yaşayarak hayatına yön verseydi ne kadar da güzel olurdu. Hayatlarının en ince ayrıntısına vakıf olduğu o şarkıcıların yerine Resulullah’ın (s.a.v), ashabının ve diğer peygamberlerin hayatına vakıf olsaydı. Magazin olarak Resulullah’ın (s.a.v) ev hayatını, hanımları olan annelerimizin röportajlarını, sahabenin evliliklerini takip etseydi, okuyup dursaydı, anlatsaydı herkese. Deseydi ki “Asr-ı saadeti okumak, yeniden yaşamak, Kuran okumak, dinlemek olmasaydı yaşamamın ne anlamı olurdu ki?”

genç

Sonra arkadaşı… o da kendisine dayatılan “dünya” ilahının sözcülüğünü yapıyordu; şimdi daha iyi anlıyordu. O’na evde, okulda, televizyonda hep “erdem” olarak en iyi mesleğe sahip olmak, insanlar nazarında saygın bir konumda olmak, çok paralar kazanmak, en iyi evlerde yaşamak anlatılmıştı. O da hayallerine, ideallerine hep bunu koymuştu; yani dünyayı. Bunun için vardı. Bu idealleri olmasaydı yaşayamazdı. “Dünya” adlı ilahın sözcülüğünü yapıyordu bu nedenle daima. Her amacı da buna yönelikti. Bazen yemeğinden kısıyor, uykusunu feda ediyor, gece gündüz demeden dershanelerde kafa şişiriyor, kalan zamanlarında ders çalışıyor ve hedeflerine bir bir ulaşmanın mutluluğunu yaşıyordu. Gerçi bazen “ilim öğrenme” kılıfını kullanmıyor değildi ancak gerçek ilmin de ne olduğunun farkında değildi pek tabii. Gerçek ilmin kendisini hayatta kurtaracak olan ilimlerden daha çok ahirette kurtaracak ilim olduğunu bilmiyordu. Bir karşılaştırma yapsa idi mesela otuz yaşına kadar öğreneceği dünyevi ilimlerle elde edeceği dünyalıklar en fazla 1000 ev olsun. Ama beş dakikasını ayırıp da ezberleyip pratiğe dökeceği mesela şu hadisle kazanacaklarını bir düşünseydi ne olurdu: “Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: ‘ben haklı bile olsa münakaşaya girmekten kaçınan bir kimseye cennetin kenarında bir köşkü garanti ediyorum. Ahlakını güzelleştiren kimse için ise cennetin en üstünde bir köşkü garanti ediyorum.” (Ebu Davud). Evet, içinde belki en fazla 50 yıl oturacağı sonra kendisine kalmayacak bir ev (diğer 999 evde kendi oturamayacak sonuçta) bir yanda, ebedi yaşayacağı bir köşk diğer yanda. Peşinden koşturduğu “materyalist” ilimin insana verdiği değer; onun başlangıcını maymun olarak nitelendirmesinden, atalarını sefil birer varlık olarak anlatmasından anlaşılırken, Allah’ın bize sunduğu bu şüphe taşımayan ilim (Kuran), insanın atasının da kendisi gibi, hilafet görevi verildiği için üstün, hatta meleklerin bile secde etmelerinin emredildiği derecelere yükselebilen bir varlık olduğunu bize öğreterek bu iki ilim arasındaki farkı tartışma götürmez şekilde ortaya çıkarıyordu. Şimdi çok daha iyi anlıyordu hilafetin değerini.

Amcası geldi gözünün önüne. İslam’a değil de partiye çağıran amcası… Sanki hilafet görevini Allah’tan değil de parti liderinden almış olan amcası… Allah’ın ahkamını yüceltmek, İslam’a çağırmak, yani Allah’ın elçiliğini yapmak dururken o partisine çağırıyordu herkesi. “İyilik” yani “Birr” olarak da bunu görüyordu. Oysa Allah kerim kitabında: “…Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekat verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder…” buyuruyordu. Yani “iyilik” Allah’a itaatten, kısacası “hilafet” görevinden geçiyordu. Ama bunun için Allah’ın dilediğinden, emrettiğinden başka yollar kullanmanın ancak kişiyi İslam’dan uzaklaştıracağını, Allah’ın değil de parti liderlerinin ve onların iplerini ellerinde bulunduranların temsilciliğini yaptığını amcası; çoğu kişi gibi bilmiyordu. Bilse bile bilmezlikten geliyordu. Çünkü bu halifeliğin karşılığı “maaş” olarak, “itibar” olarak “geçici” de olsa eline geçiyordu ancak Allah’ın kendisine vermiş olduğu “hilafet” görevi “zor yollar”dan, fakirlikten ve itibar kaybından geçiyordu, ödül ancak “gayba iman edenler”i heyecanlandırıyordu.

Ve en son olarak yine babası düştü aklına. Arkadaşının edin(diril)diği “dünya” ilahına bir başka yolla boyun eğen diğer bir örnek olan babasını düşündü büyük bir hüzünle. Keşke o da yeni şubeler açacağı marketlerin yerine yeni şubelerini açacağı medreseleri, cihad okullarını düşleseydi. Her şeyden önce bir zamanlar sahip olduğu ilminden bir parça ailesine aktarma, onlarla ilgilenme zahmetine katlansaydı. Belki “dünya” ilahı ona rızkın çok çalışmaktan geçtiğini anlatıyor, kaynağının Allah olduğunu gizliyordu ancak eğer o dünya yerine kendisini yaratan “Rabb”inin halifeliğini gereği gibi yerine getirebilseydi ona Allah yetecek kadar rızık verirdi. Resulullah (s.a.v) Tekasür suresindeki “Çoklukla övünmeniz sizi oyaladı” ayetinin tefsirini yaparken şöyle buyuruyordu: “Ademoğlu ‘malım malım’ der, oysa O’na: ‘Ey Ademoğlu, yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin ve sadaka verip ahirete gönderdiğinden başka malın var mı?’ denir.” (Müslim). Babasının ve onun nezdinde insanların çoğunun düştüğü hata şu idi: Ömrünü tükettiği, kendisine amaç edindiği “eşya” aslında ona hilafeti için bir “araç” olarak verilmişti. Allah; tefekkür ettiği ayetlerde de geçtiği üzere, insanı büyük bir değer vererek yaratmıştı. O Allah’ın kulu olmalı, yani “halife” olmalı, eşyayı bu yolda bir araç olarak kullanmalıydı. Oysa babası ve diğer insanlar tüm yaşamlarını “eşyalarını” artırmak için telef ediyorlar, sonra bir şekilde ölüm kapılarını çaldığında bir kaçış da bulamıyorlar, ömürlerini tüketerek kazandıkları geride kalırken, kendileri pişkin pişkin asıl gönderildiği görevini yerine getiremediği halde Rabbin huzuruna çıkıveriyorlardı.

İşte insanın karşısına Allah iki yol sermişti: “Biz ona ‘iki yol-iki amaç’ gösterdik.” Buyuruyordu Beled suresinde. Artık insan dilediği yolu –Allah’ın dilemesiyle- seçecek, ya Allah’ın ya da başka tanrıların “hilafet” görevini üstlenecekti. Allah’ın kendisini yeryüzüne gönderdiği amaç olan “hilafet” görevini gereği gibi ifa edenlerin sayısı ise ne de azdı.

Başını kaldırdı. Gözleri yaşlarla dolmuştu. Kendisini hidayete erdiren, Müslümanlardan kılan Allah’a hamdetti. Acelesi vardı sanki. Bir yandan gözlerini silerken bir yandan hızlıca toparlanıyordu. Koşar adımlarla uzaklaştı çamlık alandan. Yapması gereken çok iş, diğer insanlara anlatılması gereken çok şey, haykırılması gereken gerçekler, savunulması gereken değerler vardı; bir temsilci olarak, bir halife olarak…

NOT: Bu yazı,Genç Birikim dergisinin Şubat 2014 Sayısında yayımlanmıştır.