• Ali Kaçar

    Bir Dava ve Fikir Adamı Olarak Mevdudi-II

    - 19 Kasım 2021

b)- İKBAL’İN DARU’L-ULUM PROJESİ VE MEVDUDİ!

Muhammed İkbal, Pencap’ta, dini ilimlerin yanında İngilizce’ye, tabii ilimlere, iktisat, felsefe ve siyaset bilimlerine örnek bir eğitim kurumu kurmak istiyordu. İkbal, bu kurumu idare etmek üzere Ezher’den bir müdür talep etmiş, Ezher tarafından bu talep karşılanmayınca, Mevdûdî ile görüşülmüştür. Mevdûdî, ücretle çalışmanın kendisinin hürriyetini kısıtlayacağı düşüncesiyle teklifi kabul etmemiştir. Ancak daha sonra vakfın yöneticisi olması Mevdûdî’ye teklif edilmiş, o da teklifi kabul etmiştir. Adı Daru’l-Ulum olan bu kurum ve İkbal ile ilgili olarak Mevdûdî, hatıratında şunları yazmaktadır: “Allame İkbal, Müslümanların akıllı ve zeki kesiminin İslam’a yaklaşabilmesi için İslam Hukukunun madde madde ve düzenli olarak yeniden düzenlenmesini istiyordu. İslam felsefesi, ekonomisi, sosyolojisi ve diğer bilimlerinin de günün koşullarına göre düzenlenmesinden yana idi. Beni, Pencab’a gelmek için o teşvik etti.”[1]

21 Nisan 1938’de İkbal vefat edince Mevdûdî, büyük bir umutsuzluğa düşmüştür. Ancak bu umutsuzluğa rağmen, yüklendiği bu görevin kutsal olduğunu düşünerek, bu kurumun mutlaka devam ettirilmesi gerektiğine karar vermiştir. Mevdûdî, Temmuz 1938’de, gayesi Hindistan’ı Daru’l-İslam haline getirmek olduğu için Pathankok’taki bu projeye Daru’l-İslam ismini vermiştir.[2] Böylece Daru’l-İslam, Hindistan’daki Müslüman cemaate liderler yetiştirecek ve siyasi kurtuluşa medar olacak hakiki bir dini hareketin temeli olacaktı. Pathankok’taki proje, hem fikri ve siyasi bir güç hem de örneği Hindistan siyasetine yeni bir kan getirecek olan ideal bir Müslüman cemaat olacaktı. Ekim 1938’de Mevdûdî, emsal ve hocalarından kırk kişiye mektup yazarak Daru’l-İslam’la ilgili planlarından bahsetti; onların bu husustaki görüşlerini soruyor ve kendilerini davasına katılmaya çağırıyordu. Bunlar arasında tanınmış İslam âlimleri Abdülmecid Deryabadi, Menazir Ahsen Gilani ve Zarefu’l-Hasan, yine Hindistan’ın en önde gelen ulemasından Seyyid Süleyman Nedvi, Müfti Kifayetullah ve Mevlana Ahmed Said bulunuyordu. (…) Kimisi mektupla mukabele ederken, kırk kişiden on biri, 14-16 Ekim 1938 tarihleri arasında Mevdûdî’yi Pathankok’ta ziyaret ettiler. Bir taraftan da Ekim 1938’de Mevdûdî, Pathankok cemaatini organize etmeye başladı. Cemaati; rükn (üye), şura (beş kişiden oluşan bir şura heyeti) ve sadr (reis) şeklinde üç kategori halinde tasnif etti. Bu üç kısımlı organizasyon şekli, Cemaat-i İslami’nin teşkilat yapısının temelini oluşturacaktı.[3]

c)- CEMAAT-İ İSLAMİ’NİN KURULUŞU VE MEVDUDİ!

Hindistan’da yaşayan Müslümanlar arasındaki kutuplaşma gittikçe derinleşmekteydi. Çünkü Müslümanların bir kısmı, Hinduların siyasi üstünlüğünü kabul ederek, Kongre’nin düşük mevkili üyeleri olarak hizmet etmeyi kabullenmişlerdi. 1906’da Müslüman toplumun çıkarlarını savunmak maksadıyla Muhammed Ali Cinnah (1876–1948) liderliğinde kurulmuş bulunan Müslüman Birliği’ne mensup diğer bir kısım Müslümanlar ise 1940’larda bunun aksi bir istikamete yönelerek Müslümanlar için ayrı bir devlet talebinde bulunmaktaydılar. Mevdûdî, bu iki taraftan hiçbirisine katılmadı. O, Müslümanların, önlerindeki mücadelede kuvvet kazanmak için, saf ve bozulmamış bir İslam’a dönmeleri gerektiği düşüncesiyle hareket etti. Müslümanlar, Hint hâkimiyetini reddedip bütün bir Hindistan için mücadeleye girişmek durumundaydılar.[4]

Mevdûdî, ‘Cinnah’ın niyetinden, daha da önemlisi Müslüman Birlik programının seküler eğiliminden endişeliydi. İslam’ın Kemalist Türkiye’deki ve Pehlevi İran’ındaki akıbeti, kuşkusuz İslam’ı Alt Kıt’a’da muhafaza umuduyla ayrı bir devlet kurma kararına varan diğer Müslümanlar için, bir uyarı vazifesi görüyordu.[5] Mevdûdî, gerek Müslüman Birliği ve gerekse Kongre yanlısı Müslümanların, Hindistan Müslümanlarının önündeki problemleri çözme hususunda ümitli değildi. Bu nedenle de yeni bir teşkilatın kurulmasını arzuluyordu. Mevdûdî, “Cinnah, Batılılaşmış bir avukat İslam namına kitleleri peşinden sürükleyebiliyorsa hakiki bir Müslüman lider haydi haydi daha büyük bir başarıya ulaşabilirdi”[6] diye düşünüyordu.

Mevdûdî, bir teşkilat kurmak amacıyla, Tercümanü’l- Kur’an’ın Nisan 1941 sayısında, İslami ideallere müstenid yeni bir Müslüman partisi kurulmasıyla ilgilenen herkesi, Lahor’da düzenlenecek bir toplantıya davet etti. 26 Ağustos 1941’de, yetmiş beş kişi, Mevdûdî’nin davetine müspet cevap verdiler ve Mevlana Zafer İkbal’in evinde toplandılar. Cemaat, bu yetmiş beş kişinin teker teker Mevdûdî örneğini takip ederek, kalkıp kelime-i şehadet getirmeleri ve bu şekilde yeniden İslam’a girip mukaddes cemaati vücuda getirmeleriyle resmen kurulmuş oldu. Cemaat’in nizamnamesi ve üyelik şartları, partinin üç gün süren bu ilk toplantısında usulüne uygun olarak kabul edildi.[7] Cemaat-i İslami’nin kurulmasından sonra yapılan seçim sonucunda Mevdûdî, 27 Ağustos 1941’de, kurucu üyelerinin çoğunluğunun reyiyle emir seçildi.[8]

Mevdûdî, emir seçildikten sonra kurucu üyeler önünde şöyle bir konuşma yaptı: “Değerli arkadaşlar, ben sizlerden, ne en çok ilim sahibi olanınızım, ne aranızdaki en muttaki kişiyim ne de başka bir açıdan sizden üstünüm. Yine de bana güvenerek bu ağır görevi yüklediğiniz için Yüce Allah’ın bana bu görevi yerine getirebilmem ve güveninizi sarsmamam için Allah’a dua ediyorum, siz de dua edin. Ben kendi hesabıma size, bu işi Allah’tan korkarak ve tam bir sorumlulukla yürütme hususunda söz veriyorum. Görevimi ifa etme konusunda kasten herhangi bir ihmalkârlık göstermeyeceğim. Kendi bilgilerim dâhilinde Kitabullah’a, Sünnet-i Resulullah’a uymak ve Hulefa-i Raşid’in izinde olmak babında herhangi bir zaaf göstermeyeceğim. Yine de bir hata işlersem ve sizlerden herhangi bir kimse doğru yoldan ayrıldığımı hissederse, benim bunu bilerek yaptığımı düşünmesin, aksine iyi niyetle hareket etsin ve beni düzeltmeye çalışsın… Konuşmamın sonunda bir şeye açıklık getirmek istiyorum. Fıkıh ve kelam gibi meselelerde benim belli bir görüşüm ve çizgim vardır. Bunu, ben kişisel araştırmalarımla benimsedim. Ve geçen sekiz yıldan beri “Tercümanü’l-Kur’an”ı okumakta olanlar bunu bilirler. Artık bu cemaatin lideri olduğuma göre şu noktayı vurgulamak istiyorum ki, fıkıh ve kelam ile ilgili olarak bugüne kadar yazdıklarım ve söylediklerim ya da bundan sonra yazacak ve söyleyeceklerim Cemaat-i İslami’nin Emir’inin değil, alelade bir kişinin sözleri olacaktır. Ben, kendi görüşlerimi cemaatin diğer alimlerine ve üyelerine empoze etmek istemiyorum, aynı şekilde cemaatin de ilmi araştırmalarıma ve ifadelerime yasak getirmesini istemiyorum. Biz, ayrıntılarda ve küçük konularda birbirinden ayrı görüş taşımamıza ve birbirimizle tartışmamıza rağmen aynı partinin üyeleri olarak kalabiliriz; nasıl ki Sahabe-i Kiram (r.anhum) bunu yapmışlarsa!”[9]

Yapılan görüşmeler ve tartışmaların sonucunda Cemaat-i İslami’nin amaçları ise şu dört noktada toplanmıştı:

  • İlahi değerler ve prensiplerin ışığında insan düşüncesini yeniden şekillendirmek,
  • Ferdin ıslahı,
  • Toplumun bütün kurumlarını ıslah etmek,
  • Devlet sisteminin ıslahı yani ilahi nizamın tesisi.[10]

Mevdûdî, kurmak istediği bu yeni Cemaate, “yeni bir mü’minler topluluğu” ismini vermişti. Onlar, Cliftort Geertz’in ifadesiyle, fikir ve dini tavırları geleneksel İslam’ın telakkisiyle tezat halinde tayin olunan “muhalif Müslüman”lardı.[11]

Cemaat-i İslami, yayımladığı ilk bildirgelerin birisinde şu konuları gündeme getirmekteydi:

“Cemaat-i İslami; sadece siyasi, dini ve ıslahi bir cemaat olmayıp, en geniş manasıyla İslam’ın insan hayatı için evrensel dünya görüşüne sahip olduğunu kabul etmekte ve bunu ameli olarak hayatın her safhasında gerçekleştirecektir. Cemaat-i İslami’nin maksadı, ilahi hükümetin ve İslam nizamının kurulmasıdır. İslam nizamının maksadı, ilahi rızayı ve uhrevi saadeti elde etmektir. Bu hedefler doğrultusunda çalışacak cemaat üyelerinin İngiliz hükümeti görevlerinden ayrılmış olmaları gerekir. Cemaat üyeleri, bir dava olduğunda İngiliz mahkemelerine gitmeyecektir. Cemaat üyeleri, Müslümanlar arasında ihtilafa yol açacak tartışmalardan uzak duracak, okuma ve bilgilenmeye önem verecek ve hayatını İslami usullere göre tanzim edecektir…”[12]

Hint Milli Meclisi, Hindistan’da yalnızca tek bir milletin, Hint milletinin var olduğunu gündeme getirmekteydi. Müslüman Birliği ise “tek millet” inancından, Müslümanlar için “siyasi güvenceler” verilmesi halinde bunun mümkün olabileceğini savunmaktaydı. Hint Âlimleri Cemaat’ine mensup âlimler ise Meclis, Bağımsız Hindistan’da Müslüman şahsi hukukuna rıza gösterdiği ve kendi aralarından atanacak kadılarca bu hukukun uygulanmasını garanti ettiği müddetçe Meclis’ten bir şikâyetleri olmayacaktı. Mevlana Mevdûdî ise Müslümanların Hint Milletinin bir parçası oldukları görüşüne kesin bir dille karşı çıkıyordu. Ona göre, Müslümanlar kendi değişik kültürleriyle ayrı millettiler. Bir “münkir idare” yerine bir diğerinin geçmesi için çalışan Meclis’i desteklemekte olan Müslümanları tenkit etti. Müslümanların kendilerine, fikri bütünlüğü olan bir taraf olarak bakmaları, bütün Hindistan’a bir İslam ideolojisi fikrinin hazırlığı ve kabulü için mücadele etmelerini istedi; bunu yaptıkları takdirde birkaç yıl zarfında bütün Hindistan’ın Dar-ül İslam olacağını söylüyordu.[13] Mevdûdî, yazılarında Müslümanlarla Hinduların ayrı birer millet olduğunu, zira ikisinin ilah kavramı, dini inanç, yaşayış, gelenek ve göreneklerinin birbirinden tamamen ayrı olduğunu savundu ve bu bakımdan kendilerini tek bir millet olduğunu sanmanın yanlış olduğunu açıkladı.[14]

Mevdûdî, çok net konuşuyor ve net önerilerde bulunuyordu. Ona göre yeni kurulacak devlet, mutlaka İslami olmalıydı. Çünkü o, ‘emperyalizmle mücadele ve İngilizler’in kovulması, bizim için ancak La İlahe illallah çerçevesinde bir mana ifade eder. Aksi takdirde emperyalizmle putperest demokrasi (Kongre’nin durumu) arasında hiçbir fark yoktur. Lat gider, Menat gelir’[15] diyordu.

PAKİSTAN’IN KURULUŞU!

14 Ağustos 1947’de ayrı, bağımsız bir devlet olarak kuruldu. Hindistan’ın bölünmesine paralel olarak Cemaat-i İslami de Hindistan ve Pakistan şubeleri olmak üzere ikiye bölünmüş oldu. Mevdûdî, teşkilat üyelerinin ekseriyeti ile birlikte Pakistan tarafını tercih etmişti. Hindistan Cemaat-i İslami’si, müstakil bir liderlik altında faaliyetine devam etmekle beraber Mevdûdî’nin eserlerine bağlı kaldı.

Muhammed Ali Cinnah, Pakistan’ın kuruluşu için mücadelenin sürdüğü sıralarda kendisine, “Pakistan’ın anayasası ne olacak?” sorusu sorulduğunda, “Bizim anayasa meselemiz yoktur. Kur’an ve Sünnet bizim anayasamızdır” şeklinde yuvarlak bir cevap veriyordu. Fakat Pakistan kurulduktan sonra, parlamentoda yaptığı ilk konuşmada şunları söyledi: “Pakistan, kurulmuştur. Şimdi burada ne Müslüman Müslüman ne de Hindu Hindu olacaktır. Biz, hepimiz Pakistanlılarız.” Cinnah’ın kafasında, seküler Türkiye modeli bir laik milliyetçi cumhuriyet olduğu endişesine kapılan Mevdûdî ve Cemaat-i İslami, bu konuşma üzerine tepki gösterdi.[16]

Oysa Cemaat-i İslami’nin kuruluş gayesi, yeni kurulacak devletin İslami olmasını sağlamaktı; zaten tek amacı da bu idi. Mevdûdî, hem eserlerinde, hem konuşmalarında ve hem de makalelerinde laik, milliyetçi, seküler ve Batı yanlısı ya da kimilerinin gündeme getirdiği gibi Hindularla tek millet anlayışı çerçevesinde bir oluşuma kesinlikle karşı çıkmaktaydı.

İSLAMİ ANAYASA ÇALIŞMALARI!

Mevdûdî’nin tek endişesi, eğer müdahale edilmez ve kendi hallerine bırakılırlarsa milliyetçiler, Türkiye’de Atatürk’ün yaptığı gibi laik, seküler ve Batı yanlısı bir anayasa hazırlayacaklardı. Mevdûdî, bu endişeyi ortadan kaldırmak için milliyetçilerin dayanaklarını zayıflatmaya karar vermekle işe başladı. Bu amaçla oluşturduğu kurul tarafından hazırlattığı 22 maddelik bir tasarı, devlet tarafından da kabul gördü. Bu tasarının en önemli iki maddesi şöyleydi:

1- Mutlak hükümdar Allah’tır.

2- Kur’an ve sünnete aykırı yasa çıkarılamaz ve siyaset belirlenemez.[17]

Pakistan İslam Cumhuriyeti’nin ilk anayasası, Mart 1956’da kabul edilerek resmen ilan edilmiş olmasına rağmen, kısa bir süre sonra Devlet Başkanı İskender Mirza, 7 Ekim 1958’de anayasayı fesh eden bir kararı yürürlüğe koymuştur. 27 Ekim’de de Mareşal Muhammed Eyüp Han yönetimi bir darbeyle ele geçirerek sıkıyönetim ilân etmiştir. Darbe yönetimi tarafından Cemaat-i İslami de dâhil tüm siyasi partiler kapatılmıştır. Mevdûdî, darbeye ve ilan edilen sıkıyönetime rağmen, İslam davasını yürütmek için her zamanki kararlılığıyla ve cesaretiyle mücadelesine devam etmiştir. Baskıcı ortama rağmen, İslam hukukunun modern yönetimde gerekliliğini ve uygulanabilirliğini net bir şekilde ve ikna edici bir surette ortaya koymuş ve genişletilmiş bir baskısını “İslam Hukuku ve Anayasası” başlığı altında kitap olarak yayınlamıştır.

Ali KAÇAR

[1] Kışlakçı, age. s. 57-58; Daha geniş bilgi için bkz: Rıza Nasr, age. s.76 vd.

[2] Rıza Nasr, age. s.82

[3] Rıza Nasr, age. s.83-84

[4] Veli Rıza Nasr, Cemaat-i İslami, Yöneliş yayınları, Aralık 1998, İstanbul, s. 19-20

[5] Rıza Nasr, age, s.22

[6] Rıza Nasr, age. s.45

[7] Rıza Nasr, age. s.47-48

[8] Rıza Nasr, age. s.49

[9] Kışlakçı, age. s.62

[10] Kışlakçı, age. s.63

[11] Rıza Nasr, İslami İhyanın Yeşekkülü, s.235-236

[12] http://www.fecr.gen.tr/alimler/mevdudi/mevdudi2.htm

[13] Gıyasuddin Sıddıqui, Pakistan’daki Cemaat-i İslami Partisi İle İlgili Bir Araştırma Denemesi adlı makalesi, İktibas Dergisi, 15 Haziran 1984, Sayı: 84,

[14] Kışlakçı, age. s.54

[15] Rıza Nasr, Cemaat-i İslami, s.175

[16] Birışık, age. s.138

[17] http://www.fecr.gen.tr/alimler/mevdudi/mevdudi2.htm