“Her biriniz çobansınız ve sürünüzden mesulsünüz.” (Hz. Muhammed a.s.v.)
İnsanlık kendini ilk fark ettiği andan, varoluş süreci boyunca birtakım etmenler vesilesi ile edinimlerini birçok alanda kullanabilmek için yine birçok alana dair, birtakım kriterler/ölçütler keşfetmiştir. Bu kriterleri yazılı ya da sözlü (rivayet edilebilir) bir taşıyıcı üzerine yerleştirerek tarihsel süreçte aktaragelmiştir. Bu aktarım süreci, her yeni jenerasyon tarafından yeni edinimlerin iteneği olmakla kalmamış ferdi ve içtimai alana tekâmül aktivitesi katmıştır. Her ne kadar bu ölçütlere filanın buluşu, falanın icadı veya feşmekanın riyaziyesi (hesapları) denilse de bu kriterlerden beşer zaafları ayıklandığında ortaya Sünnetullah (Allah’ın c.c. adeti/ölçüleri) yani kevni âlemin bir hesap üzere var olduğu, varlığını sürdürebildiği anlaşılacaktır. Özetle diyebiliriz ki Müslüman için bu ölçüler/ölçütler zaten vardır ve keşfedilmeyi beklemektedirler (A’la 1-5).
İnsanlık var olduğundan bu yana tecrübe ve birikimlerine dair birçok konuda; herhangi bir tandans (eğilim, yönelim), mantalite (zihin, düşünce) ya da inanç mensupları olarak ortak, belli başlı ölçütlerde konsensüs (ittifak) sağladıkları görülür. Müslümanlar, bu ölçütleri ilahi menşein içeriğine uygun temellendirmeleri ve kendi öz kaynaklarına uygun anlamlandırmaları gerektirmektedir. O halde diyebiliriz ki Müslümanların muhayyile ve mefkûre dünyaları ancak ilahi menşein verileri ışığında inşa, teşekkül ve tekâmül edilir/edilebilir. Bunun dışında herhangi bir yöntem, Müslümanın zihin ve kalp dünyasını maazallah metastaz yapmış kanser hücresi gibi istila ve işgal etmekle kalmaz, Müslümana ait herhangi bir eser bırakmayana kadar yiyip bitirebilir.
İşte bu edinimlerin oluşturduğu kriterlerden, belki de en önemlilerinin başında insanoğlunun herhangi bir alanda vazife alması veya vazifelendirilmesi kriterleri gelmektedir. Çobanlık (rehberlik) bu vazifelerin veya görevlendirilmenin en önemli örneğini oluşturmaktadır. Ancak hatırlatmanın yerinde olacağı düşüncesiyle; insanlığın edinimleri ile konsensüs sağlanan ve aşağıda örneği sıralanacak olan kriterlerin içeriğini tanımlama menşei ne olacaktır? Çünkü yukarıda ifade edildiği gibi her düşünce sistemi kendi referansını baz alarak bu kriterlerin içeriğinin ifadesi için skala (ölçek) belirleyebilir! İşte tamda burada Müslümanların ya da “Müslümanım” diyenlerin aslına rücu ederek terk ettikleri, unuttukları veya en korkuncu belleklerinden resetlenen (sıfırlanan) semantik (anlam, anlamlandırma) dünyaları ile kavuşmalarının gerekliliği elzem değil midir? Şöyle ki vazife verilecek ya da vazife alacak şahsın/şahsiyetin liyakatine (layık, yeterli ve uygunluğuna) ilişkin ittifak edilmiş temel vasıflar söyle sıralanabilir:
- Akıl sağlığı, 2. Güvenirlik, 3. Rusuh ve riyaset, 4. Tecrübe, 5. İcazet (bu maddeleri üzerinde barındıran rical topluluğu veya ilgili kurumun (tüzel bir kişiliğin) sözlü ya da yazılı beyanı).
Peki, insanoğlunun bunca yıllık hasılatı, birikimleri metinler(!) yığınından ibaret mi kalacaktır? Elbette ki kalmamalıdır. İnsanoğlunun bir şekilde aktarageldiği, depoladığı ve derlediği bu edinimleri muhakkak fıtratına (tabiatına) uygun bir referansla içeriği doldurularak aktive edilmeli, hal ve şartlara göre özüne sadık kalınmak kaydıyla, güncellenerek dinamik performans (sonucu müspet verim) sağlanmalıdır. Bu olumlu devinim, aktive edildiğinde çevreye ve içerisindekilere artı yansımaları olmakla kalmayacak, insana insan olmanın farkındalığını, her bir şeye yeriyle, ölçüsüyle, şartlarıyla, değeriyle varlık ve anlam kazandıracaktır.
“Andolsun biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?” (Kamer-17)
Rehber Olmanın Gereği Sorumluluk Almak
Karakter olarak birbirine zıt iki çobanın hikayesi anlatılagelir! Birisi, köylünün acı tecrübeyle fark ederek tanıdığı, belki de “tanımaz olaydık” dediği(!) yalancı çobanın hikâyesi! Yek diğeri ise yaşadığı şehrin evladı, şeceresi (soy ağacı) şehrin varlığına, var olma sürecine üstü örtülmesi imkânsız, yadsınamayacak derecede icraatlar gerçekleştirmiş, yeri gelmiş kurban vermiş/kurban edilmiş, bir ailenin ferdi olarak evvela şehir halkının itimadını kazanmış ve her konuda eline su dökülemeyecek (üstün, maharetli) tahir, dürüst ve güvenilirliği ile nam salmış, ünü toplumunun her kesimine şüphe götürmeyecek hassasiyet ve derinlikte sirayet etmiş, nezih-berrak âdemoğlu bir çoban!
Bu iki çobanın hikâyesi, ekseriyetimiz tarafından malumdur (Allahualem). Arzumuz odur ki bu hikâyelere ait pasajların yol açtığı mecranın akışına ve nihayetine kendimizi bırakmaktır. Çünkü bazı şeylerin tekerrürünün ya da zıtlıkların ortaya konulmasının getireceği olası müspet verimin inancıyla ve bir çocuk saflığına ithafen, çoban/çobanlık üzerinden; aklına ket vurmuş/vurulmuş o kadar erişkin(!), yetişkin(!) kalabalıklar (sürüler) içerisinde “Bakııın kraaal çıplaaaak!” diyebilmektir.
Yalancı çobanın biyografisine dair kısa bir ironi!
Farklı ağızların ürettiği versiyonları olsa da sonuçta bu hikâye, dinleyiciyi ya da okuyucuyu aynı kapıya götürür; yalan kapısına! Ve bu kapının ardındaki felaketin, yıkımın, nedametin ve öfkenin yaşandığı, yaşanacağı, yaşanması kaçınılmaz manzaraya! Maalesef ki insanoğlu ekseriyetle, heveslerinin taleplerine ulaşmak için; yalan, ilk yalanı besleyen bir başka yalan, onu da besleyen bir başka yalan olduğunun bilinciyle hareket eder! Yalanın niteliği ve beslenme oranı kadar “yalan kapısı” büyüyecektir, “yalan kapısı” büyüdükçe ardındaki afet de tabiatı gereği o denli feci olur/olacaktır!
Bir miktar bizim çeşnimizle de (eklenti ve renklendirmemizle) hikâye odur ki: Bu çobana, bir sürü emanet edilir. Elbette ki anlaşılmış, dünyevi bir bedel (ücret) üzerinden yerine getirilecektir bu vazife! Gel zaman, git zaman sürünün, çobanın ve köylünün birbirine alışma eşiğini aştığı o vakit “ciddiyetin kendisiyle” sınav edilir bu üçlü! Bir günün, bir vaktinde çoban; müstehzi, muzır (zarar verici) hani derler ya “pembecikten yalan(-dan) ile(!)” sürecini, sonunu düşünmeden köylüye şaka yapmaya karar verir ve düşüncesini pratiğe geçiriverir!
Çoban, köye doğru dönerek avaz, avaz bağırır: “Yetişiiin! Süüürüüüyeee kuuurt daaadandııı! Süüürüüü kırılıyooo!”
Garibim köylü! Geçim kaynaklarından biri olan sürülerini kurtarmak için yaşlı, genç, çoluk, çocuk demeden pürtelaş (çok telaşlı), kan ter içerisinde nidanın olduğu yöne doğru seğirtirler. Sürülerinin yanına varırlar varmasına da sürü sağ salimdir. Ancak çoban pişmiş kelle misali kıkır kıkır sırıtarak şunu söyler: “Merak etmeyin, her şey yolunda, sadece şaka yaptım!”
Köylünün kimi şaşkın, kimi burnundan soluyarak, kimi şükrederek köye döner ve yarım kalan meşguliyetleri her ne ise mecburen (zorunluluk gereği) kaldıkları yerden işlerine devam ederler. Ancak muzır ve yalancı çoban köylüye yaptığı bu matrağıyla (eğlencesiyle) yetinmeyerek istihzasını, belirli aralıklarla birkaç kez daha tekrar eder. Lakin her defasında köylü, aynı tongaya (hileye/tuzağa) düşer. Öyle bir eşik daha vardır ki o eşiğin adı da “Güven” eşiğidir. İşte “Güven eşiği” ile bu üçlü (köylü, çoban ve sürü) bir test daha geçirecektir! Bu üçlü, bu eşiği aşmanın neticesinin felaket getireceğine dikkat etmeden, bu oyunu içselleştirerek adeta rutine bindirmiş ve yaşam şekli haline dönüştürmüşlerdir.
“Müslüman bir delikten iki defa sokulmaz.” (Hz. Muhammed a.s.v.)
Öyle ki bir metafor olarak düşünüldüğün de: Yediği otların lezzetiyle, yamaçların tatlı esintisiyle mayışmış, olan biteni sorgulamayan sürü(!), hayat gailesini (geçim sıkıntısı ve yükünü) bahane ederek yalanlara, şaklabanlara ve madrabazlara (hilekarlara) hayatlarına dair ne var ne yok sorgulamadan emanet eden zihin dünyaları uyuşuk ahali(!) ve münafıkların en önemli alamet-i farikası (diğerlerinden ayıran özelliği), zarar ve ziyan verecek boyuttaki yalanın kuşattığı bir çoban!
“Şaka dahi olsa yalan söylemeyiniz. Mü’min, asla yalan söyleyemez.” (Hz. Muhammed a.s.v.)
Manzaranın aşağı yukarı tam da böyle aşamaya gelindiğini düşündüğümüz günün birinde ve uygun bir saat diliminde, kuluçka süresini doldurmuş, ortam şartları lehine evrilmiş olan felaket; (!) her kesimi kuşatacağı, müstehzi-muzır ve yalancı çobanın son avazıyla kozasını çatlatır: “Yeeetiiiişiiiin süüürüüü kııırııılıııyooo! Yeeeeetiiiişiiiin! Kuuurt sürüsüüüüü (!) daaadaaandı! Yeeetiiişiiin!”
Çoban, tekrar tekrar avazı çıktığı kadar bağırır, çağırır, yırtınır ama nafile! Ne gelen var ne giden! Çünkü çoban, köylünün nezdinde yalancılığı tescillenmiş, ahalinin güvenini kaybetmiş biridir artık. Bu arada çobanın gözü önünde koskoca yetişmiş/yetiştirilmiş(!) sürü; minnacık(!), pembecik(!) yalanın ürettiği ve soytarı bir karakterin eğlencesine kurban edilerek bir bir ama hızlı bir şekilde telef oluyordur, olmuştur, edilmiştir. Çoban, kurt sürüsünün seri ve vahşice, kendisine yaklaştığını fark eder etmez; bakar pabuç pahalı, hızlı ve atik bir şekilde, tabanları yağlayarak oradan sıvışır. En azından emaneti, kendisine emanet edileni(!) haylazlığı neticesinde kurtaramasa da yüksek bir ağaca tırmanarak canını, can emanetini şimdilik güvence altına almıştır!
Aradan hatırı sayılır bir zaman geçer. Köylü, kuşku, merak ve telaşın eşlik ettiği hissiyatla mırıldanmaya, huysuzlanmaya başlar. Mimli (sicili bozuk) yalancı çobandan ses seda yoktur! Sürü de köye giriş vaktini çoktan aşmıştır! Elbette köylü son kez bir hamleyle, pürtelaş, malum olduğu üzere sürülerinin olduğu yere vardıklarında geri dönülemez vahim manzara ile karşılaşırlar! Köylü, sürü ve çoban için artık iş işten geçmiştir.
“Münafık; konuşunca yalan söyler, emanete ihanet eder, ahdini yerine getirmez ve hasımlıkta adaletten sapar.” (Hz. Muhammed a.s.v.)
Güvenirliği Hakikat Zırhıyla Kaplanmış Çobana (el-Emin’e a.s.v.) dair kesit:
Bahsi geçecek olan çoban; kaybolmuş iyiliklerin, güzelliklerin, hak-hakikat ve hakkaniyetin özüne uygun dirilmesi için kıyam edendir. Bastığı toprağa şenlik, kör ve kuru kuyulara şırıl şırıl su ile hayat, ricsin tasallutundaki kalplerin arınmasına, paslı ve susamış gönüllere şifa …, vesilesi olandır. İçine doğru feryad-ı figan eden yetim, öksüz, kimsesiz, cümle mazluma kelamıyla, varlığıyla, mücadelesiyle hamilik (kol, kanat geren ve kayıran), … edendir. En güzel edep ve ahlakı tamamlamak için rehber olarak gelmesi beklenen ve gönderilen Rahmet Peygamberi (a.s.v.) bir çobandır (Enbiyâ-107).
Şahsının, şahsiyetinin ve icra ettiği amelinin ücretini O’na (a.v.s.) bizlerin içeriğine vakıf olamayacağı kıymette; O’nu (a.s.v.) yetiştiren, terbiye eden, seçen ve bu ulvi vazifeyi severek, buyurarak, emanet eden tevdi etmiştir (Şu’arâ- 127). Ancak Rahmet Peygamberine (a.s.v.) lütfedilen ikramlardan Makam-ı Mahmud (İsra-79), Kevser (Kevser-1), gayb ve zahirde O’na (a.s.v.) muhabbet duyulması, salat ve selam getirilmesi (Ahzab-56) bize yansıyanlardan bazılarıdır.
Çoban Hz. El-Emin (a.s.v.), Sünnetullah gereği zamanının (çağının), yaşının ve vazifesinin kaydettiği aşama itibari ile Rabbinden şöyle bir emir alır: “Öyle ise emrolunduğun şeyi, çatlatırcasına söyle (açıkça anlat) ve müşriklerden yüz çevir!” (Hicr-94). Aldığı emri bihakkın (hakikati hak ve haklı olarak) yerine getirmek için eyleme geçer. Öyle ki bir tehlike halinde; doğduğu, büyüdüğü, yetim ve öksüzlüğü tattığı şehrin yani Şehirlerin Annesi’nin (Ümmü’l-Kurâ/En’am-92) usulü/örfü gereği Hz. El-Emin (a.s.v.), Safâ Tepesi’nde yüksek bir taşın üzerine çıkarak, şehre doğru gür bir sadâ ile “Yâ Sabâhâh (Tehlike var)!” diye ünler (seslenir). Hemşerileri, akrabaları, şehrin kalabalığı endişenin vermiş olduğu telaşla, nidanın geldiği yöne doğru akın ederler. Belli ki ciddi bir tehdit vardır!
Kalabalık, bahsi geçen tepeye vardıklarında en değerli eşyalarını emanet ettikleri, ahdine sadık, yiğit mi yiğit, asla kendisinden yalan sadır olmamış, … kendilerinin nam verdikleri el-Emin (itimat edilebilecek şüphesiz yegâne kişi (a.s.v.) ile karşılaşırlar. Şaşkınlıkla! “Ey Muhammed’ül Emin (a.s.v) bizi buraya neden çağırdın? Neden topladın? Önemli bir haberin mi var?” derler. Kalabalık pürdikkat (çok dikkatli) ve sabırsızca El-Emin’in (a.s.v.) dudaklarından dökülecek kelimelerle, tehlikenin mahiyetini öğrenmek istiyorlardı. Çünkü bu zatın seslenişi, bu taşın oluşturduğu yükseltinin tesiri, bu tepe, bu şehrin usulü, hele en güvenilir kişi addettikleri zatın itimat derecesinin tartışılmazlığı, tehlikenin boyutunu büyüterek ahalinin meraklı bakışlarının sergilediği ve de hal dillerine yansıyan kaygılarını daha da artırıyordu.
“Ey Kureyş topluluğu! Size şu ardımdaki dağın arkasındaki vadide düşman sizin aleyhinize tahkimat yapmış, güçlü ordular hazırlamış, yakın bir vakitte üzerinize akın akın hücum ederek, baskın yapacaklar desem bana inanır mısınız?”
Kalabalık, hiç tereddüt etmeden “Elbette evet! Senin doğruluğundan hiçbir şüphemiz yok! Çünkü bugüne değin senden doğruluktan başka bir şey görmediğimiz gibi yalanla itham edildiğine de şahit olmadık!” dediler.
El-Emin (a.s.v.), konuşmasına, Kureyş’in kabillerini onurlandırmak için tek tek isimleri ile hitap ederek özetle söyle devam eder:
“Ey Kureyş topluluğu! Beni dinleyiniz! Öyle azap dolu günün geleceğinin haberini size veriyorum ki; Ben Allah’ın vazifelendirdiği elçisiyim. Allah’tan başka ilah olmadığına, benim O’nun kulu ve Rasulü olduğuma şehadet ederseniz şüphesiz kurtulursunuz. Yoksa ne bu dünyada ne de o yaklaşan günün azabından sizi ne koruyabilirim ne de size bir faydam dokunabilir. Eğer davetime icabet ederseniz cennete gideceğinize kefil olabilirim.”
Bu hitabın, ikazın ve davetin ardından; zihni dumura uğramış, en kibar bir deyimle aklı tutulmuş bir ses “Kahrolası bizi buraya bunun için mi çağırdın?” diyor, bir yandan da El-Emin’e (a.s.v.) taşlar fırlatıyordu. Ancak hakaretleri yapanın, taşları savuranın toplumun hatırı sayılır(!), ileri gelenlerinden ve El-Emin’in (a.s.v.) amcası Ebu Leheb oluşu, ahalinin sessizce dağılmasına etken oldu. Lakin cahiliye toplumlarının sindirilmiş, kireç tutmuş hissi ve dimağ dünyaları ancak bu dava ve davetin periyodik ritmiyle çözülecek, aslına rücu edecektir (Saff-8). İlahi adalet gereği bu ilahi mesaja; diliyle, eşiyle, kalemiyle (medyasıyla) ve eliyle (muhkem orduları ile) karşı duranların akıbetleri Ebu Leheb misali olacaktır. Yani Allah’ın (c.c.) davasına, Rasulullah’ın (a.s.v.) davetine, mü’minlerin mücadele ve cehtlerine (çabalarına) taş atanların, taş koyanların (her türlü engellemelerde bulunanların); o taş atan ellerinin kuruması ve yakınlarının (kendilerine benzerlerin) cehennemde ateşlerini harlı tutmak için hamallık yaparak malzeme taşımak olacaktır. Yaklaşmakta olanın (Mahkeme-i Kübra’nın) şüphesiz hakikat oluşu, o aşağılık mendeburların (iğrenç aksilerin) çok kapsamlı bir azaba duçar olacakları gerçeğini, bize haber vermektedir. (Leheb 1-5)
Çoban Olmaya Dair!
Çobanlığı, kimileri pastoral hayatın otantik (aslına uygun, orijinal/yöresel), vitrin kısmıyla anlar, anlatır ve öyle görmek isterler! O mefkûre içerisinde olanlar için çobanlık; kostümün içerisindeki şahsın/şahsiyetin deklanşörle bir film karesi içerisine sıkıştırılarak hapsedilmiş ve peyzajı tamamlayan adeta eksik son lego niteliği taşımasından ibarettir(!). Bu legonun kişiliği, edinimleri, yetenekleri ve kimliği bahis konusu edilecek bir unsur olarak akla gelmesi dahi olabilecek gereklilik de bir şey değildir! Bir de o malum kafa için egzotik boyutu vardır çobana ve çobanlığa dair motiflerin!
Çünkü çoban, köylü (pastoral) hayatta bir figürdür. Ayağında yünden çorap, yemeni veya çarık ve üzerinde keçeden kepenek bir libas! İçerisinde bıçkı, kaval, somun ve katık, … bulunan omzunda kilim heybe! Bir elinde de boyuna denk değnek (asa) ile sürüsünün ortasında sahnelenmiş (mizansen edilmiş) adeta pandomim (sözsüz figürasyon) niteliği taşır. Çünkü çoban konuşmamalıdır ve vücut dilini ise ancak bazılarının çözdüğü kadar kıymetlidir!
Oysaki çobanlık hafife alınamayacak kadar değerde, kadim peygamberlik mesleğidir. Ve Allah’ın elçileri bulundukları mahalde muhakkak çobanlık yapmışlardır.
“Her peygamber koyun gütmüş, çobanlık yapmıştır.” (Hz. Muhammed a.s.v.)
Dolayısıyla ilk insandan günümüze kadar gelen bu kültürel(!) birikimin oluşturduğu çobanlık mesleğinin kıyamete kadar veri aktarımına devam edeceği de düşünüldüğünde bu mesleğin sıradan olmadığı ortaya çıkmaktadır. Görünen o ki peygamberlerin her birinin çobanlık mesleğiyle iştigal etmeleri akl-ı selim ve insaflı düşünenler için bu mesleğin gereksiz, anlamsız, …, seviyesiz bir meslek olmadığını ve kesinlikle ciddiye alınmasının gerekliliğini de ortaya koyacaktır.
Peygamberler, özellikleri gereği nezih, berrak, seçkin, … ve yaşam ölçütleri ilahi yasalarla dizayn edilmiş kullardır. Rastgele hareket edemezler, nefislerinin emrine giremezler ve diledikleri işi yapamazlar (Kâf-16). Bilmek gerekir ki peygamberlerin izinden gitmek, belirlenmiş birtakım kurallarla gerçekleşir. Çünkü ilahi kurallarla çerçevelenmiş bir iş (meslek), insanın nefsine dair niyet ve amellerle (eylemlerle) kirletildiğinde o amel, salih amel olmaktan çıkarak, insanı o meslek dairesi içerisinden bir safra gibi atar ve rezil rüsva (ayıplanır hale gelir) eder. Her ne kadar unutulsa/unutturulsa da Ahî geleneğinde yapılan üçkâğıtçı esnafın “pabucunu dama fırlatma” eylemi kaideleştirilmiş numune niteliği içeren çok kıymetli tarihi gelenektir.
Çoban arzın sırtında, semanın altında, sabitesi olmayan atmosferle yaşar. Yaşadığı arzı, semayı atmosferi ve aralarındaki sarsılmaz iletişimi keşfettikçe yalnızlığı evrilir. Bu uzlet hayatı ile çoban kendisine tevdi edilen emanetin sorumluluğuna, tefekkür zırhını kuşatarak mukavemet kazandırır. Çoban bu kavi duruşuna istikrar kazandırdığında muhayyilesi haleler (aydınlık halkalar) halinde derununu aydınlatır ve ruhu gıdalanır. Çoban, nihayetinde çobanlık mesleğinin hakkını vererek kaydettiği aşamalar neticesinde kendine özgü gönül ve hal diline ulaşacaktır! Çobanın bu derinliğe açtığı yelken, ancak mesleğin pirleri (rehberleri) peygamberlerin (her birine salât ve selam olsun) ayak izlerini takip etmekten geçmektedir.
Bunun en insani ve en Rabbani örneğini Muhammed’ül Emin (a.s.v.) teşkil etmektedir (Âl-i İmrân-79). İlahi yasalar gereği Muhammed-ül Emin (a.s.v.) emanete, emanetin gereğine uygun hareket etmiş ve gereklerini hakkıyla ifa etmiştir. Çünkü O’na (a.v.s.) bir dava ve bir ümmet emanet edilmiştir. Bir çoban (rehber) olarak ümmetinin her ferdine ihtimam (özen) göstererek onları denklemiş ve bir akide etrafında kardeş eylemiştir. Taneleri bir imameye bağlı tespihin taneleri gibi cem edip, onları korunaklı mecrada tutmaya azami itina ve gerekli gayreti göstermiştir. Elbette O’ndaki (a.s.v.) bu vasfın ortaya koyduğu emek, meşakkatin ağırlığını taşımayı zorunlu kılmıştır (Tevbe-128).
“Beni ihtiyarlatan Hûd suresi ve kardeşleridir.” (Hz. Muhammed a.s.v.)
“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (Hûd-112)
Anlaşılan o ki çoban olmak; emanet almak, sorumluluk taşıyabilmek ve rehber olabilecek kişilik ve kimliğe sahip olmak demektir. Dolayısıyla insanoğlu bilinçli ya da bilinçsiz birçok şeyin yükünü (sorumluluğunu) taşır. Sorumluluğunda olan şeyler ya zihninde bilgi, ya kalbinde inanç, ya elinin altında sevk ve idare ettiği dünyalık ya da rehberlik emanetini aldığı ailesi, … varsa idare ettiği tebaasıdır (kişilerdir) (v.s.). (Devam edecek…)
Yasin TEKİN
28 Kasım 2023/ Salı
15 Cemâziyelevvel 1445