ABD ve Türkiye’deki Darbeler
Gündem Son Sayımız Yazarlar

ABD ve Türkiye’deki Darbeler

ABD_DARBE

Türkiye’de darbe ve darbecilik bir gelenektir. Bu gelenek, Mustafa Kemal’in 1 Nisan 1923’de Meclis’i feshetmesiyle başlamış, İsmet İnönü’nün, Mustafa Kemal’den sonra komutanların baskısıyla Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesiyle devam etmiş ve 27 Mayıs 1960 darbesiyle de artık rutin hale gelmiştir. 1950’li yıllara kadar Alman ekolüne göre dizayn edilen Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Türkiye’nin NATO’ya üye olmasıyla birlikte ABD tarafından yeni bir şekil verilerek NATO standartlarına uygun olarak yeniden dizayn edilmiştir. ABD, sadece TSK’yı dizayn etmemiş, aynı zamanda MAH/MEH olan istihbarat örgütünü de dizayn etmiş ve bütün NATO üyesi ülkelerde çeşitli isimler adı altında kurulan ve yaygın olarak bilinen Gladyo’yu, 27 Eylül 1952’de Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) ismiyle kurmuştur. İşte Türkiye’de, 10 yılda bir gerçekleştirilen darbeler ve zaman zaman meydana gelen iç kargaşalıklar çoğunlukla bu birim tarafından organize edilmiş ya da engellenmiştir. Bu nedenledir ki, 1950’li yıllar itibariyle Türkiye’de gerçekleşen her darbenin arkasında/içinde ABD ve onun kanlı örgütü CIA bulunmakta, yarım kalan ya da akamete uğrayan darbelerde ise, ABD onayı ve desteği bulunmamaktadır.

DARBELER VE ABD

Türkiye’de darbeler tarihi incelendiğinde, gerçekleşen her darbe ya da iç kargaşalıkta ABD’nin ve kanlı örgütü CIA’nin etkin rolünün olduğu görülecektir. Bu darbelerin gerekçeleri ise, genellikle yönetimlerin kontrolden çıkarak bağımsız politikalar üretmeye başlama ya da istenmeyen başka ülkelerle ilişki kurma yani eksen kayma endişesidir. Menderes hükümeti, ABD yanlısı bir hükümet idi; Türkiye’yi, NATO’ya sokmuş, gladyoyu (Seferberlik Tetkik Kurulu) kurdurmuş, Kore’de ABD menfaatleri için ülkeyi savaşa girdirmiş bir hükümetti. Hatta ülkeyi, küçük Amerika yapacağız diyecek kadar ABD’ye bağımlı bir yönetimin başında bulunmakta idi. Ancak Menderes Hükümeti, ülkede bazı sanayi kuruluşlarının kurulması için ABD’den istediği halde alamadığı finansal yardımı, Sovyet Sosyalist Cumhuriyet Birliği (SSCB) temin etmeye kalkışması, ABD’nin hoşuna gitmemişti. Üstelik Türkiye, SSCB ile ilişkiye girmesi konusunda da ABD’den izin istemiş ve ABD de bu konuda herhangi bir sıkıntının olmayacağını söylemiş olmasına rağmen 27 Mayıs darbesi organize edilmiştir. Menderes Hükümeti’nin istediği para ise 20 milyon dolarlık ek yardım idi. Ağustos 1960’da Menderes bu amaçla SSCB’yi ziyaret edecekti . Dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, ‘bu girişimlerin özellikle Amerika’yı rahatsız ettiğini de biliyorum’ demişti. Menderes, ziyaretini gerçekleştiremeden 27 Mayıs darbesi ile devrilmiş ve göstermelik mahkeme sonucunda da idam edilmiştir.
Bu darbede, ABD’nin rolünü gösteren çokça bilgi ve belge bulmak mümkündür. Nitekim Fatin Rüştü Zorlu döneminde Dışişleri’nde Ticaret İşleri Genel Müdürü olan Milli Savunma eski Bakanı Hasan Esat Işık: “Menderes ve Fatin Beyi deviren Amerikalılardır. 27 Mayısı yapan olaylar ve kişiler mevcut değildir demiyorum. Ama böyle bir hareketin yapılmasını, Menderes ve Zorlu’nun işbaşından uzaklaştırılmasını Amerikalılar herkesten çok istiyorlardı” demiştir.
27 Mayıs darbesi, ABD’nin Türkiye’nin her alanına nüfuz edebilecek şekilde yerleşmesini sağlamıştır. Dolayısıyla ABD, 1950’li yıllardan itibaren ama özellikle de 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Türkiye’de olup biten her şeyden haberdar olur hale gelmiştir. Nitekim darbecilerden Cemal Madanoğlu, ‘CIA, bize sicil verir hale gelmiştir’ derken bir diğer darbeci Suphi Gürsoytrak ise, ‘Amerikalılar, ordunun tam içindeydi. Sürekli rapor alıyordu Amerika. Ordu dışındaki devlet kademelerinde de aynı durum olduğuna göre, CIA bir yandan, ABD Büyükelçiliği bir yandan soluk alışımızı bile saptıyorlardı’ demekteydi.
Türkiye’de uzun yıllar Senato Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı vekilliği yapan İhsan Sabri Çağlayangil, 12 Mart darbesini ‘CIA altımızı oydu’ sözüyle ABD’nin yaptığını açık bir şekilde ifade etmiştir. Çağlayangil’e göre ABD açısından ülkelerin yönetim şekli önemli değildir, önemli olan o yönetimlerin kendi politikalarına ne derece uyum sağladığıdır. Nitekim ABD’nin desteklediği, yönetimde kalmasını sağladığı birçok ülkenin yönetim şekli farklıdır; bu da bize gösteriyor ki, ABD için önemli olan kendi emperyal menfaatlerinin devam etmesidir, yönetim şekli değildir. Çağlayangil 12 Mart darbesiyle ilgili bir konuşmasında; “… Türkiye’nin 12 Mart öncesindeki dış politikası, bir hükümet değişimini dışarıdan hazırlatacak ölçüde Amerika ve NATO’yu rahatsız etmiş midir? Kanımızca bu sorunun cevabı, kesin bir “evet”tir. Belgeleriyle ve gelişmeleriyle belirtmeye çalıştığımız gibi, Türkiye’nin bu dönemdeki dış politikası, büyük müttefiki Amerika’yı önemli ölçüde tedirgin etmiştir. Üslerin kullanımına getirdiği kayıtlarla, Ortadoğu’da İsrail aleyhinde ve Araplar lehinde bir etken yaratmasıyla, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu politikasına dolaylı destek olmasıyla, haşhaş meselesindeki direnciyle, en önemlisi, yarattığı “belirsizlikle”, Türk hükümeti, kendini “istenmeyen yönetimler” arasına koymuştur…
Cüneyt Arcayürek da 12 Mart darbesiyle ilgili olarak Mahir Kaynak ile yaptığı bir röportajda, “İngilizlerin kışkırtıcı hareketleri, varsayalım ki doğru. CIA ve Amerikalılar ne zaman devreye giriyorlar?” sorusuna, Kaynak, “…CIA başından beri devredeydi.”
Yine soruyorum diyor Arcayürek: “Amerikalılar, 12 Mart olayını bütün ayrıntılarıyla baştan biliyorlar mıydı?” “Biliyorlardı. Çünkü beni biliyorlardı. Beni, kendim ifşa etmedim. Ama bir takım kanallardan benim kimliğimi öğrendiklerini anladım. Teşkilattaki bazı adamların tavrı nedeniyle bütün bu şeylerin, bütün bu bilgilerin Amerikalıların bilgisi dışında olmadığını da anladım. O zaman öyle anlaşılıyor ki, bir yanda İngilizler diyorum, bir yanda Amerikalılar bu işi biliyor. (…)
27 Mayıs darbesi 12 Mart’ın, 12 Mart darbesi de 12 Eylül’ün tetikçisi olmuştur. Aslında bu darbenin de arkasında diğer darbelerde olduğu gibi, dış faktörler, özellikle de ABD ve CIA faktörü vardır. Türkiye ve dolayısıyla Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge, ABD açısından vazgeçilmeyecek kadar stratejik önemi haiz bir bölgedir. 1970’li yılların sonlarına doğru bölgede gelişen olaylar ABD’yi endişelendirmekteydi. Özellikle de İran ve Afganistan’da meydana gelen olaylar, ABD’yi bir hayli tedirgin etmişti. Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesi, İran’da da ABD’nin en yakın müttefiki Şah’ın devrilerek yerine Humeyni’nin başında bulunduğu bir yönetimin iş başına gelmesi, ABD’nin, bölgedeki çıkarlarını ve geleceğe dönük planlarını alt üst etmişti. Dolayısıyla bu durum, Türkiye’yi, Batı ittifakı nezdinde daha da güçlü bir konuma getirmişti. Çünkü İran’ın bölgede bıraktığı boşluğu ancak Türkiye doldurabilirdi. Ancak, Türkiye’de mevcut olan iktidar ve ülkenin içinde bulunduğu durum, ABD’nin isteklerini yerine getirmeye müsaade etmiyordu. Türkiye’nin son durumunu gözlemlemek ve Türk-Amerika Savunma ve İşbirliği Anlaşmasını sonuçlandırmak amacıyla ABD Dışişleri Bakanlığından Matthew Nimetz, ‘8 Ocak 1980’de, Ankara’ya gelmiştir. Nimetz, Demirel’in bölgedeki durumun ciddiyetini dikkate almadığını görmüş ve üstelik Türkiye’deki üslerin, o zaman ABD gözetiminde olan Hızlı Müdahale Gücü tarafından kullanılmasına izin verilmemiştir. Dahası, Türkiye’nin Ege’deki hakları kabul edilinceye kadar, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına geri dönüşünü kolaylaştırmak için herhangi bir ödün vermeye de gönüllü değildi. Ayrıca, Erbakan’ın Washington’a yönelik düşmanlığı sorunu da vardı ve Demirel, kabinesinin devam etmesi açısından Erbakan’a bağımlıydı. Nimetz, mevcut hükümetin yönetiminde Türkiye’nin Washington’un kendisine biçtiği bölgesel rolü oynamayacağı sonucuna varmıştı.
İşte 12 Eylül darbesi bu ve benzeri nedenlerden böyle bir ortamda gerçekleştirilmişti. Zaten 12 Eylül 1980 darbe haberini dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’a, CIA’da, 1960 ve 1980 darbelerinden önce “CIA’nın Türkiye Masası Şefi olarak çalışan Paul Henze vermiştir. Henze, gazeteci Mehmet Ali Birand’a verdiği bir mülakatta Carter’a “Bizim çocuklar başardı” diye haber verdiğini anlatmıştı. Paul Henze, özellikle 1970-1980 döneminde Washington’da Türkiye’yi en yakından izleyen kişilerin başında gelmekteydi. Paul Henze’nin hem CIA’daki geçmişi, hem CIA’nın desteklediği vakıflardaki çalışmaları hep Türkiye üzerine olmuştu. Türkçe’yi çok iyi konuşmaktaydı. Türkiye‘deki siyaseti etkileyecek kişileri çok iyi tanır ve tek başına Türkiye politikasını düzenlemekteydi. O dönemde Türk Amerikan ilişkileri daha çok askeri üsler ve askeri yardım etrafında dönmekteydi. Pentagon ve Genelkurmay politika oluştururdu. Paul Henze, bunların içinde tek sivil uzmandı ve görüşleri daima ciddiye alınırdı.
Birand, Henze’nin 12 Eylül 1980 darbesindeki heyecanını bizzat bilenlerden biriyim. Bana sonradan anlattığı bir anekdotu hiç unutamam: ‘Bir şeyler olacağını bekliyordum ancak ne zaman olacağını bilemiyordum. Sonunda Ankara’dan haber geldi. Türk askerinin müdahale ettiğini bildiren telgrafı büyükelçilikten aldık. Hemen konser izleyen Başkan Jimmy Carter’a gittim ve ‘Our boys did it’ (Bizim çocuklar başardı) dedim.’

FETHULLAH GÜLEN VE ABD

Fethullah Gülen’in, ABD ve istihbarat örgütü CIA ile uzun zamandan beri ilişki içerisinde olduğunu herhalde bilmeyen yoktur. Bu ilişki kimilerine göre 1960’larda, kimilerine göre ise 1970’lerde başlamıştır. Zaten Gülen’in kendisi de bunu inkâr etmemektedir. Bunu, verdiği röportajlarda, yaptığı açıklamalarda da adeta övünerek dile getirmektedir. Nitekim Zaman gazetesinin 4 Eylül 1997 tarihli sayısında Batı ile ilişkiler hakkında şu değerlendirmeleri yapmıştır: “Bu manada inanmış bir insanın Batı karşısında, Batı’yla entegrasyon karşısında, Amerika’yla entegrasyon karşısında olması katiyen düşünülemez.”
Nevval Sevindi’nin Timaş Yayınları arasında çıkan, “Fethullah Gülen İle Global Hoşgörü ve New York Sohbeti” isimli kitabında, ABD ile Fetullah Gülen’in bağı, açıkça dile getirilmektedir. İşte bu kitaptan bazı pasajlar: “Amerika’da çok şey yapılabilir. Bizim düşünce dünyamız, bizim fikir hayatımız adına da çok şey yapılabilir. Dünyanın hali hazırdaki durumuyla, şu çerçevesiyle, Amerika da şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir ve hatta denilebilir ki, şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden destek almak değil, dostça geçinmeden, Amerikalılar istemezlerse, kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Amerika hala bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkışmamalıdır. (…)
Dünya dengesi çatışmasında Amerika’nın önemli bir unsur olduğunu göz ardı edemeyiz. (…) Amerika düşmanlığı yapıyorlar. Amerika bize düşmanlık yapabilir. Fakat birlikte yaşadığımız bir dünyanın genel ahengi düşünüldüğünde, bazen düşmanımızla bile iyi geçinmek mecburiyetinde oluruz. Bu hususta da, ehven-i şer, eşedd-i şer meselesi söz konusudur. (…) Mesihî bir ruh, diyalog, hoşgörü ruhuyla dünyada huzur ve sükûn adına hareket ediyoruz. (…) Buralara kadar dünyaya açılmaya çalışmamız tamamen insanlık adına bir açılmadır. Küreselleşen bir dünyada, gelecekte komşu olacağımız insanlarla daha erken bir dönemde tanışmayı düşünüyoruz. Telekomünikasyon ve ulaşım sistemleri bizi aynı odanın içindeki insanlar haline getirecek. Birbirimizin yüzüne baktığımız zaman da daha erken tanıyalım diyoruz, sesimizi soluğumuzu duyuruyoruz.”
Fethullah Gülen’i ABD’ye tanıtan, ona referans olan kişi ise Kasım Gülek’tir. Kasım Gülek ise Moon tarikatının Türkiye halifesi ve bir zamanlarda Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Sekreteri idi. Kasım Gülek ile Fethullah Gülen’in ilişkisini yazar Hulusi Turgut, 21 Ocak 1998 tarihli Yeni Yüzyıl’da şöyle anlatmaktadır: “Kasım Gülek, Fethullah Gülen’le çok iyi dostluk ilişkileri içinde bulundu. Gülen, Kasım Gülek’le sık sık görüşürdü. Vefatı üzerine bu eski dostunun cenaze namazını vasiyeti üzerine kıldırmıştı. Fethullah Gülen’e sorduk: ‘Amerika, sizlerle ilgili referansı merhum Kasım Gülek’ten mi aldı?’ Gülen bu konuda şunları söyledi: ‘Kasım Gülek beyin baldızı Amerika’daydı. Yani Pentagon’la irtibatları vardı. Eğer kendisine değişik platformlardan, Beyaz Saray’dan sormuşlarsa ‘Bunlar nedir?’ diye, o da ‘Endişe edilecek bir şey yoktur’ demiştir, referans vermiştir.” Gülen, Zaman gazetesinde bu ilişkiyi şöyle açıklıyor: “ABD’de görüştüğüm insanlardan biri de Abramowitz’di. O, Türkiye’de bir zaman elçi olarak kalmıştı. Müşterek dostumuz Kasım Gülek Bey vardı. Onun vasıtasıyla gıyaben onu tanıyorduk… Türkiye, şimdiye kadar çok ölüm-kalım krizlerine maruz kalmıştır. Bunu isterseniz bir kriz sayın ama bu millet bunu aşar dedim. Hatta bu ses, imkânı varsa Beyaz Saray’a kadar, Kongre’ye kadar, Pentagon’a kadar götürülmeli dedim.” Gülen, 1992 yılında ABD’ye gittiğinde, Kasım Gülek’in, Pentagon’da albay olarak görev yapan, sonra şüpheli bir şekilde ölen baldızı Aylin Rodomisli aracılığıyla Pentagon ve CIA ile ilişkiye geçtiğini de bizzat kendisi söylemiştir. Gülen’in Türkiye yetkilileri nezdinde refere eden de yine ABD’liler olmuştur. Nitekim ABD Büyükelçisi Mark Parris’in rolü ABD ile bağı, onun Türkiye Cumhurbaşkanı’nın korumasına girmesine yol açabilecek kadar güçlüydü. Fethullah Gülen’e bağlı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın, 25 Aralık l997 günü düzenlediği “Ulusal uzlaşma, hoşgörü ve diyalog” ödül töreninde, Cumhurbaşkanı Demirel’e de “şükran plaketi” verilmişti. Oysa o tarihte Fethullah Gülen’in okulları basılıyor, Türkiye Cumhuriyeti karşı faaliyetleri nedeniyle hakkında adli soruşturma yürütülüyordu. Cumhurbaşkanı Demirel, irticaya karşı mücadelede devlet kurum ve kuvvetlerinin bütünlüğünü bozan bu konuma neden geldiği önemliydi. Demirel’i Fethullah’ın ödülünü almaya ABD Ankara Büyükelçisi Mark Parris ikna etmiştir. Parris, Aralık ayının ikinci haftasında yapılan görüşmede, Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya’da “Ilımlı İslam”dan yana tavır almasını savunmuştu. Fethullah Gülen’i övmüştü. Demirel ile Fetullah arasındaki ikinci köprü, yine bir Amerikan yetkilisiydi: ABD’nin Ankara eski Büyükelçisi Morton Abramowitz. ABD’nin önde gelen think-tank kuruluşu Carnegie Vakfı’nın eski Başkanı Abramowitz’in, Ilımlı İslam’ın destekçilerinden olduğu biliniyor. Abramowitz, ABD’nin en faal gruplarından Yahudi Lobisi’nin de önde gelen isimlerinden. Özal’la mutfak arkadaşlığıyla ünlenen Abramowitz, Washington’a döndükten sonra da elini Türkiye’den hiç çekmemiştir. Sık sık ülkemize gelen Abramowitz, Türkiye’den gidenlerin de uğramayı ihmal etmediği isimlerden. Bu, Gülen ekibinin Siyonist lobilerin ve neo-conların desteğinde Türkiye başta olmak üzere ülke yönetimlerini dizayn etme hakkının olduğu anlamına gelmez. Gülen ekibinin bu İslam düşmanı çevrelerle iç içeliği ister istemez, akla görevli oldukları düşüncesini getirmektedir. Zaten Gülen ve ekibinin yaptıklarının İslam’ın ve Müslümanların hayrına olmadığını 1980’lerden beri söyleyenlerdenim. Birlikte olma, birlikte yürüme durumunda olduğumuz kimselerin de, sadece söylediklerine, gerçekleştirmek istedikleri amaca bakmayız; amaçla birlikte bu amaca götürecek yol ve yöntemin de doğru olup olmadığına bakarız. Çünkü yapılacak iş kadar, o işi yapmak için kullanılan yol, yöntem ve araç da en az o iş kadar önemlidir. Farz olan bir şeyi yapmak için gerekli olan şey de farzdır kaidesi gereğince, bir şeyin İslam olması, aynı zamanda o şeyi gerçekleştirecek aracın/yöntemin de İslam olmasını gerektirmektedir. Yaptığımız işin/amelin İslami olabilmesi için, o işi/ameli gerçekleştirmek için izlediğimiz yol ve yöntemin de mutlaka İslami olması gerekmektedir. Müslüman’a göre, hedefe götüren her yol mubahtır anlayışı asla doğru değildir. Müslüman için hedef de İslami olması gerekir, o hedefe götüren yol ve yöntemin de İslami olması gerekir. Bu içtihadi bir görüşle ya da içinde bulunulan şartların ters gitmesiyle veyahut marjinal kalmak korku ve endişesiyle değiştirilebilecek bir şey de değildir. Bize göre demokratik mücadele bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bana göre, sana göre ya da şartlara göre mücadele yöntemi olmaz; çünkü bir Müslüman için bağlayıcı olan İslam’ın temel nasslarıdır.

15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİ VE ABD

İster kabul edelim, ister etmeyelim, ABD, içinde bulunduğumuz coğrafyada çok etkili olan emperyal bir ülkedir. Üzülerek belirtelim ki, istediği partileri ya da kişileri iktidara getirebilecek ya da iktidardan düşürebilecek kadar bir güce sahiptir. Türkiye’de ve içinde yaşadığımız coğrafyada yönetimlere ve yönetim değişikliklerine baktığımız zaman darbelerin de, iktidarların da, ABD’nin menfaatlerine göre şekillendiğini görmekteyiz. Bu, ABD’yi asla baş edilemez bir güç ya da haşa ‘alâ kulli şey’in kadîr’ olarak görmek anlamına gelmez. ABD’nin Türkiye’deki yönetimler üzerindeki etkinliğini görmek için çok kısa da olsa 1950’lerden bu tarafa Türkiye tarihine göz gezdirmek yeterli olacaktır. Dolayısıyla ABD bu topraklardan def edilmeden de ne bağımsızlıktan, ne de darbeler dönemi bitti sözünün gerçekliğinden söz edilebilir. Peki, ABD’nin bu topraklardan kovulması çok mu zor; evet çok zor, ama imkânsız değildir. Bu, İran’da, Vietnam’da, Küba’da gerçekleştirilmiştir. Burada niçin gerçekleşmesin ki?
Bilindiği gibi ABD, 1990’lı yılların başından itibaren NATO aracılığıyla Soğuk Savaş döneminden sonra düşman konseptine Komünizm yerine İslam’ı ve dolayısıyla Müslümanları yerleştirmiştir. Amaç, Müslümanları uysallaştırmak, İslam dininin ise içini boşaltarak protestanlaştırmak suretiyle küresel emperyal sisteme entegre etmektir. Yani devlete, yönetime talip olmayan, ABD’nin emperyal menfaatlerine karşı çıkmayan bir din üretilmeye çalışılmıştır. Dinler arası diyalog ya da medeniyetler arası ittifak gibi faaliyet ve oluşumların amacı da, budur. Yani İslam ile diğer beşeri dinleri, Müslümanlarla, ilahı beşer olan din mensuplarını uzlaştırmak, bir arada yaşamalarını sağlamaktır. Oysa İslam ile ilahı beşer olan hiçbir dinin uzlaşması, bir arada yaşamaları asla mümkün değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed (as)’in yaşantısı, mücadelesi, buna asla izin vermemektedir. İşte bunun için yeni projeler üretilmektedir. Radikal İslam’ı besleyen damarların kurutulması için işbirlikçi yönetimler ve kimi sözde din âlimlerinin yardım ve desteğiyle kitleler uyuşturulmakta ve teslim alınarak boyun eğdirilmeye çalışılmaktadır. Ilımlı İslam projesi, böyle bir projedir. Bu projeyi kabul etmeyenler, reddedenler bir şekilde iç kargaşalık çıkarılmak suretiyle istifaları ya da bir darbeyle yönetimleri alaşağı edilmektedir. Bunun en yakın örneği Mısır’da Muhammed Mursi’ye yapılan darbedir. Bu projeye itiraz edenler veya uygulamasını geciktirenler de ya iç kargaşalıklarla ya da darbe girişimleriyle terbiye edilmeye çalışılmaktadır. Kanaatimce buna örnek olarak Türkiye verilebilir.
15 Temmuz darbe girişimi, ABD’nin bilgi, onayı ve desteğiyle gerçekleşmiştir. Aksini iddia etmek, gündüz güneşi, gece ayı ve yıldızları inkâr etmek gibidir. Peki, bu darbe neden başarılı olamamıştır? Buna neden olarak, genellikle halkın sokağa dökülmesi ve Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın dik durması gösterilmektedir. Bunlar, elbette çok önemli faktörlerdir. Ama Mısır’da da halk darbecilere karşı daha yoğun olarak sokaklara dökülmüştü. Tahrir, Rabiatü’l-Adeviyye ve Nahda meydanlarında bir günde binlerce kişi katledilmiş, gerek Hürriyet ve Adalet Partisi ve gerekse İhvan’ın bütün liderleri cezaevlerine konarak işkencelerden geçirilmelerine ve göstermelik mahkemelerde peş peşe verilen idam kararlarına rağmen halk gösterileri günlerce hatta aylarca devam ettirmiştir. Ama sonuçta işbirlikçi Sisi, ABD ve diğer batılı devletlerin desteğiyle Muhammed Mursi’yi devirerek yönetimi devr almıştır. Herhalde Mısır’daki halkın coşkusunun, başta baltacılar olmak üzere darbecilere karşı ölümüne direnişinin, Türkiye’deki coşku ve direnişten daha az olduğunu hiç kimse iddia edemez. Ama buna rağmen Mısır’da darbe gerçekleşmiş, Türkiye’de ise gerçekleşmemiştir, neden? Kanaatimce, neo-conların dışındaki ABD yönetimi, Erdoğan yönetimini ne pahasına olursa olsun devirecek kadar darbecileri desteklememiştir. Aksi olsa idi, yani Erdoğan yönetiminin kesinlikle gitmesi Obama yönetimince istense idi, bu darbe çok rahat bir şekilde başarabilirdi. Bizler ABD’nin istemediği yönetimlerin nasıl devrildiklerini, Türkiye’deki geçmiş darbelerden ve Mısır’da 3 Temmuz 2013’deki Sisi darbesinde gördük. ABD’nin Erdoğan yönetimi ile ilişkileri sıkıntılı olsa da, onu devirecek kadar da kötü değildi. Ancak Gülen ekibi ya da yaygın deyimiyle FETÖ grubunun darbeyle yönetimi ele geçirmesi ABD açısından daha iyi olacaktı. Çünkü FETÖ yönetimi itirazsız, şartsız, amasız ABD’nin her isteğini yerine getirecekti. Bu girişimin bu şekilde neticelenmesi, FETÖ grubunu ABD’ye daha da bağımlı hale getirirken, Erdoğan yönetimini ise, ABD’ye karşı daha dikkatli davranmaya yöneltecektir.

GÜLEN, CIA DESTEĞİYLE ABD’DE YAŞAMAKTADIR

Bilindiği gibi Fethullah Gülen, CIA ajanlarının ve neoconların referanslarıyla 1999’dan beri ABD’de yaşamaktadır. Bu, Gülen ve ekibi ile uluslararası faaliyetlerinin ABD tarafından korunduğu, himaye edildiği, destek ve yardımda bulunulduğunu göstermektedir. Özellikle de Gülen ve ekibinin, Şubat 2012, 17 ve 25 Aralık 2013 darbe girişimlerindeki rolüne rağmen ABD tarafından Türkiye’nin ısrarla istemesine rağmen verilmeyişi, ABD’nin Gülen ile kirli ve karanlık ilişkisinin boyutunu göstermektedir. Türkiye’nin 1947’den beri ABD ile stratejik müttefik oluşu, NATO üyesi ve NATO içerisinde en çok orduyu barındırıyor olması bu konuda hiçbir işe yaramamıştır. Çünkü ABD, Türkiye ile ilişkilerinin, gerek darbeyle ve gerekse de darbe girişimleriyle Erdoğan’lı ya da Erdoğan’sız olarak devam edeceğinden emin görünmektedir. ABD’nin Türkiye’ye rağmen Gülen hareketini himaye etme nedeni ise; bu hareketin okulları ve bu okullarda yetiştirilen kadrolar kanalıyla ülke yönetimlerine müdahale edebilmeyi ve İslam dünyasında güçlenen ‘radikal İslam’ı ılımlaştırılmasını hedeflemektedir. Gülen hareketi (FETÖ), içinde bulunduğumuz bölgede ABD’nin Truva atıdır; ileri karakoludur, faaliyet gösterdiği ülkelerde beşinci kol faaliyeti göstermektedir.
Gülen’in, ABD tarafından korunduğu, desteklendiği çok açıktır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, şayet bu darbe girişimi başarılı olmuş olsaydı, ABD ve özellikle de neocon’lar Gülen hareketi kanalıyla bu coğrafyayı daha rahat dizayn edebileceklerdi. Oysa uzun zamandan beri Erdoğan yönetimi neoconlar tarafından hiç de hoş karşılanmamaktaydı. Bu nedenle de Erdoğan yönetimi gözden çıkarılmış ve bir an önce yönetimden düşürülmesi gerektiği üzerine de politikalar oluşturulmaktaydı. Obama yönetimi, neoconlara göre biraz daha yumuşak düşünse de Erdoğan’ın, bu darbeyle devrilmesi onlar açısından da sıkıntı oluşturmayacaktı. Çünkü Erdoğan’ın gerek Suriye dolayısıyla Obama yönetimini yüksek sesle eleştirmesi ve gerekse de dünya beşten büyüktür, BMGK’nin yapısının değişmesi, Batı’nın insan hakları konusunda çifte standart uyguladığı, Siyonist İsrail’e sert tavrı gibi çıkışları Obama yönetiminin de hoşuna gitmemekteydi. Bu nedenle uzun zamandan beri ABD’deki think-tank kuruluşları, Erdoğan yönetimi ve Türkiye üzerine çeşitli araştırmalar yapmakta ve raporlar yayınlamaktaydı. Dolayısıyla Türkiye’nin 15 Temmuz öncesi ortam, ABD’deki bu mahfiller tarafından yavaş yavaş oluşturulmuştu. Bu konudaki yapılan çalışmalar ve açıklamalar, ABD’nin tıpkı daha önceki darbelerde olduğu gibi, bu darbeyi de açıkça desteklediği görülmektedir. Bu konuda çeşitli yayın organlarında Siyonist çevrelerle ve neoconlarla ilişkisi olan, CIA ile bağlantılı birçok sözde uzmandan kimileri darbenin olacağını, kimileri ise olması gerektiğini açıkça yazmış ve konuşmuşlardır. Bunların bir kısmını şöyle sıralamak mümkündür;
1- Dünyanın en etkili dış politika ve diplomasi dergisi olarak bilinen Foreign Policy’de, ABD eski Başkanlarından George W. Bush’un ve Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in Ulusal Güvenlik Danışmanı John Hannah, “Erdoğan gibi bir sorunu nasıl çözersiniz?” başlıklı bir yazı kaleme almıştır. Hannah bu yazısında, Türkiye’nin dezpotizm, terör, iç savaş, başarısız devlet ve zorla parçalanma gibi seçeneklere doğru kaydığını iddia ederek “Erdoğan problemi ABD çıkarları için büyük tehlikeler yaratmaya devam ediyor. Er ya da geç bir hesaplaşma günü yaşanması ihtimal dahilinde. ABD, zararlarını azaltma hazırlıklarına şimdiden başlamalı…” ifadesine yer vermiştir. Türkiye’de olası bir askeri mücadele riskinin bütünüyle ortadan kalkmadığını da vurgulayan Hannah, tüm bunlara rağmen ordu içerisinden birilerinin Türkiye’yi Erdoğan’ın İslamcı diktatörlüğünden ve ülkeyi soktuğu tehlikeli yoldan çıkarmak için darbe girişiminde bulunmayacağının hiç bir garantisi olmadığını savunmuştur.
” (…) ERDOĞAN PROBLEMİ giderek kötüleşiyor, metastaz yapıyor (yayılıyor) ve ABD ÇIKARLARI için büyük tehlikeler yaratmaya devam ediyor. Er ya da geç bir hesaplaşma günü yaşanması ihtimal dahilinde. ABD, zararlarını azaltma hazırlıklarına şimdiden başlamalı.”
2- ABD eski Başkanı George Bush’ın da danışmanlığını yapmış ve CIA’nin basın kalemlerinden olarak bilinen Michael Rubin, 15 Temmuz darbesinden dört ay önce Türkiye’deki askeri darbenin ilk mesajını verdiği ortaya çıkmıştır. American Enterprise Institute’de yayınlanan makalesinde Michael Rubin “İddia etmiyorum ama Türkiye’de ordu, Mısır’da Sisi’nin yaptığının benzerini yapabilir, Erdoğan’ın kaya gibi politikası, sert bir kayaya çarparsa kimse şaşırmasın” ifadelerini kullanmıştır. Rubin ayrıca “Erdoğan uzun zaman önce Türk ordusuna diz çöktürmek istedi. İktidarının ilk on yılında, hem ABD, hem de AB ona destek verdi. Fakat bu durum Erdoğan’ın o zamanki yabancı ateşli savunucularının onun deliliği ve otokratik eğilimlerinin arttığını görmeden önceye hastı” demiştir.
Rubin, darbecilere ise şu güvence vermiştir: “ABD’de seçimlerin yaklaştığı şu dönemde Obama idaresinin darbe liderlerini kınamaktan öteye gitmeyeceği açık; hele darbeciler bir de demokrasiyi yeniden inşa etmeye söz verirlerse. Erdoğan, Mısır’ın devrik lideri Mursi’nin sahip olduğu sempatiyi de oluşturamayacak. Darbeci liderler Avrupa ve ABD insan hakları ve sivil toplum kriterlerini öne sürerek hapisteki gazetecileri, akademisyenleri çıkarır, el konulan gazete ve tv kanallarına haklarını iade eder. Türkiye’nin NATO üyesi olmasının herhangi bir caydırıcı etkisi olmaz. Türkiye askeri darbe sonucu üyeliğini kaybetmez. Türkiye’deki yeni idare Türkiye Kürtleri ile samimi olarak ilgilenebilir ve Kürtler de gemideki yerini alır.”
3- Günlük basında CIA/ABD ile ilişki kurulan konulardan birisi de Henri Barkey’in İstanbul Büyük Ada’da yaptığı iddia edilen gizli toplantıdır. Bu toplantıya 11’i yabancı, 4’ü de Türk olmak üzere toplam 17 kişi katılmıştır. Darbe girişiminin yaşandığı gün Türkiye’ye giriş yapan ve sır toplantı sırasında sık sık ABD ile telefonda temas kuran Barkey, hain kalkışmanın başarısız sonuçlanmasıyla 18 Temmuz Pazartesi gününü 19 Temmuz’a bağlayan gecenin sabahında saat 04.05’de da Türkiye’yi terk etmiştir… Otel çalışanları, “Barkey ve beraberindekiler, o gece sabaha kadar özel bir odada darbe girişimiyle ilgili gelişmeleri televizyondan takip etmişti” demişlerdir. Çoğu uluslararası konularda analist ya da öğretim üyesi olan kişiler ile Barkey’in, darbe günü 2’şerli 3’erli ekipler halinde otele giriş yaptıktan sonra otelin toplantı odasına geçtikleri ifade edilmiştir…
Bu sırada Barkey, otel yetkilisine “Saat 16.00’da ve 18.00’de CNN International ve Amerika’nın Sesi’ne canlı bağlantı yapacağım. Bana gerekli altyapıyı sağlar mısınız?” demiştir. İddialara göre darbe gecesi toplantı salonunda Barkey ve beraberindekiler sürekli olarak telefonlarla konuşmuştur..
4- Darbe girişimini “Türkiye’nin son umudu” olarak nitelendiren ABD’li emekli Yarbay Ralph Peters’ın Fox News TV kanalında: “Türkiye’de darbe başarılı olsaydı, İslamcılar kaybedecek, biz kazanacaktık. Durum çok net. Bu darbe, Türkiye’nin İslami bir diktatörlük olmaktan kurtulması için son şansıdır. Sakın hata yapmayalım. Bu darbede rol alanlar iyi adamlar. Umutsuz ve kötü planlanmış darbe başarısızlığa uğradı. İşte şimdi karanlık geliyor. Darbe yapan çocuklar iyi çocuklar. Eğer darbede başarılı olmak istiyorlarsa Erdoğan’ı ve başbakanı almak zorundalar. Eğer darbe yapanlar kazanırsa biz kazanırız Erdoğan bu olayı bastırırsa biz kaybederiz” şeklinde konuşmuştur.
5- 15 Temmuz darbesinde etkisi olan ABD’li komutanlardan birisi de 2014 yılından bu yana Afganistan’da Uluslararası Destek Gücü’nün (ISAF) komutanlığını yürüten ve geçtiğimiz Mayıs ayında emekli olan General John F. Campbell idi. General Campbell, darbeye destek amacıyla Nijerya’da bulunan UBA Bank şubesinden CIA aracılığı ile ciddi para akışı sağladığı bilgisi verilmektedir. Nijerya merkezli United Bank of Africa (UBA), 6 aylık para trafiğinin üssü olmuştur. Nijerya’dan Türkiye’ye para transferi, CIA tarafından oluşturulan bir ekip tarafından yürütülmüştür. Cuntacıları darbeye ikna sürecinde yüklü miktarda transfer gerçekleştirilmiştir. Türkiye’ye gönderilen para, ülke içinde 80 kişilik özel ekibe ait farklı banka hesaplarına havale edildiği iddia edilmiştir.
Türkiye’den, ISAF’da görevli iken Campbell ile birlikte çalışan Türk Görev Gücü Komutanı Tümgeneral Cahit Bakır ile Kabil Eğitim, Yardım ve Danışma Komutanı Tuğgeneral Şener Topuç, darbe başarılı olamayınca kaçmaya çalışmışlardır. Kabil’den uçakla Dubai’ye gelen Bakır ve Topuç, Dışişleri Bakanlığı ve Milli İstihbarat Teşkilatı ile Birleşik Arap Emirlikleri makamlarının işbirliği sayesinde Dubai Havaalanı’nda yakalanarak Türkiye’ye getirilmişlerdir.
6- Bugüne kadar ki tüm darbelerin lojistik merkezi olarak kullanılan İncirlik Hava Üssü, 15 Temmuz darbe girişiminde de aynı işlevini sürdürmüştür. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kaldığı ve baskından az önce ayrıldığı otel, TBMM, TÜRKSAT ve Emniyet Genel Müdürlüğü de İncirlik’te kalkan uçaklar tarafından bombalanmıştır. İncirlik’teki 39. Mekanize Tugay Komutanı Tuğgenaral Hasan Polat’ın darbe öncesinde İncirlik Hava Üssü’nde Amerikalılar’la 12 kez buluştuğu iddia edilmiştir. Görüşmelerin çoğunlukla kurmay bir albay ve bir kurmay yarbayla yapıldığı ifade edilmiştir. Görüşmede cuntaya sivillerin direnişinin durmaması halinde PKK/PYD militanlarının devreye gireceği garantisi verilmiştir.
15 Temmuz gecesi, İncirlik’ten üç tanker uçağı 10’uncu Tanker Üs Komutanı Tuğgeneral Bekir Ercan Van’ın emriyle Ankara ve İstanbul’daki F-16’ların uzun süre havada kalabilmesi için yakıt ikmali yapmıştır. Darbe başarıya ulaşamadığı anlaşılınca da Üs Komutanı Tuğgeneral Bekir Ercan Van ABD’ye sığınmak istemiş, ancak ABD bu isteği reddetmiştir.
7- Türkiye’de birçok yetkili bu darbe girişiminin arkasında -hatta içinde- ABD’nin olduğunu açıkça dile getirmiştir. Nitekim Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu, bu darbe girişiminin arkasında Amerika vardır derken, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da “ABD’nin darbeyi Fetullah Gülen’in yaptığını, Sayın Obama kendi adını nasıl biliyorsa o kadar bildiğinden eminim” demiş olması vb. diğer açıklamalar ABD’yi ve kanlı örgütü CIA’yı açıkça işaret etmektedir.
8- ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, darbe girişiminin olduğu gün Rusya’da bulunmaktaydı. Kerry ve ABD’li diğer yetkililer o gün, gece 02.30 kadar dişe dokunur hiçbir açıklama yapmamışlardır. Kalkışmanın seyrini gözlemlemişlerdir. Darbenin başarısız olacağı anlaşılınca “biz seçimle gelmiş meşru hükümetin yanındayız” türü gayr-i samimi açıklamalarda bulunmuşlardır. Aslında bu samimiyetsizlik, batılı bütün ülke yönetimler için geçerlidir. Çünkü hepsi de darbenin başarıya ulaşacağını ummaktaydılar. Ancak umdukları olmayınca da hayal kırıklığı ve suçüstü yakalanmışlığın tedirginliğiyle gayr-i samimi açıklamalarda bulunmaya başlamışlardır.
Ortadoğu’daki ABD operasyonlarını yöneten CENTCOM’un komutanı General Votel’in, tutuklanan darbeciler için “müttefiklerimiz tutuklandı” ve ‘Gölge CIA’ olarak anılan düşünce kuruluşu Stratfor, darbe girişiminin gerçekleştiği gece, sosyal medyada darbe kalkışmasının propagandasını yaparak “Erdoğan, Almanya’dan sığınma talebinde bulundu”, “Askerler yönetimi ele geçirerek kontrolü sağladı” gibi sansasyonel açıklamalar ile suçüstü yakalanmışlardır.
Yukarıdan beri izah edilenlerden de anlaşılacağı üzere bu darbe girişimi, sadece FETÖ grubu tarafından organize edilmiş değildir; arkasında, hatta içinde ABD ve onun kanlı örgütü CIA bulunmaktadır. FETÖ grubu ise, aslında bu darbe girişiminde maşa olarak kullanılmıştır. Üzülerek belirtelim ki, ABD, her dönemde maşa olarak kullanabileceği kimseleri kolaylıkla bulabilmektedir. Dün, Kenan Evren, Çevik Bir, Yaşar Büyükanıt; Mübarek, Zeynel Abidin Bin Ali, Saddam gibilerini bulmuştu, bugünde Sisi, Fethullah, Akın Öztürk gibilerini kolaylıkla bulabilmektedir. Bu gidişle yarın da bulacaktır. Dolayısıyla bu topraklarda ABD ve askeri ve istihbari üsleri bulunduğu sürece darbe dönemi bitmez. Bugün FETÖ’yı kullananlar, yarın da TETÖ’yu kullanabileceklerdir. Nitekim 28 Şubat post modern darbesinden sonra darbe dönemi bitti, artık bu ülkede darbe olmaz denmişti. Ancak çok kısa bir süre sonra 2004’deki Ayışığı, Sarıkız, Yakamoz ve Eldiven gibi darbe teşebbüsleri gerçekleştirilmiştir. Bu darbe girişimlerinin üzerinden çok geçemeden 27 Nisan 2007’de e-muhtıra darbe girişimi sahneye konmuştur. Ancak bu defa geçmişteki darbelerden ya da darbe girişimlerinden farklı olarak daha kanlı ve daha vahşi 15 Temmuz darbesi sahnelenmiştir. Her darbede kuklacılar aynıdır, değişen ise sadece kuklalardır.
Sonuç olarak şu sıralar darbe dönemi bitti türü sözler -dün olduğu gibi bugün de- gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü Amerika, bu topraklardan def edilmeden darbe dönemi bitmeyecektir. Ülkenin her tarafını pıtırak gibi sarmış askeri ve istihbari üsler, NATO ve NATO programı çerçevesinde her sene beyin yıkamak amacıyla ABD’de eğitilen üst düzey komutanlar var olduğu müddetçe darbe dönemi bitmez. Bilinmelidir ki, bütün darbeciler birer kukladır, kuklayla uğraşmak, boşuna zaman harcamaktır. Asl olan kuklacılarla uğraşmaktır. Kuklacılar ise ABD’dir, Siyonist İsrail’dir ve diğer Batılı emperyal devletlerdir. Gücümüz bunlara yetmediği için, kuklalarla uğraşıyoruz. Elbette kuklalarla da uğraşmak gerekir, ama asıl uğraşılması, mücadele edilmesi gereken kuklacılardır. Bu asla unutulmamalıdır. Ama bugün görünen odur ki, sadece kuklalarla uğraşılmaktadır. Kuklacıların unutulduğu ve sadece kuklalarla uğraşıldığı bir mücadelenin başarıya ulaşması asla mümkün değildir. Bunu anlamak için yeni bir darbeyi beklemeye gerek yoktur, dönüp yakın tarihimize bakmak yeterlidir.
NOT: Suriye’de, bölgesel ve küresel işgalci güçler tarafından ümmetin yiğit evlatlarından onlarcası her gün katledilmektedir. Umuyor ve temenni ediyoruz ki, bu yiğitlerin akan kanları ümmetin uyanışına vesile olsun. Ankaralı Müslümanlardan Selman Gaffaroğlu bu yiğitlerdendi. Rabbim şehadetini kabul etsin.
Ayrıca 15 Temmuz’da, darbeye direnirken yüzlerce sivil insan katledilmiştir. CIA destekli darbeciler tarafından katledilen bütün Müslümanlara Allah’tan rahmet ve ailelerine baş sağlığı diliyorum.