• Ali Kaçar

    17 Aralık Sonrası Türkiye

    - 02 Mart 2014

Türkiye’de, 17 Aralık operasyonu ile yeni bir darbe dönemi başlamıştır. Bu dönem, Türkiye gibi ülkelerde darbeciliğin ya da vesayet rejiminin her zaman demoklesin kılıcı gibi halkın tepesinde sallan(dırıl)dığını göstermektedir. Darbe dönemi ya da vesayet rejimi bitti tarzında çokça yapılan açıklamalar ve yapılan analizler, Türkiye’deki Kemalist sistemin ve bu sistem üzerindeki küresel emperyal güçlerin etkisinin anlaşıl(a)madığını göstermektedir. Çünkü uzun zamandan beri birçok kimse, Türkiye’de, darbe döneminin bittiğini, artık askeri vesayetin söz konusu olmayacağını yazıp söylemekteler. Bu tür bir söylem, her darbeyle birlikte terkedilse de, kısa bir süre sonra tekrar gündeme ge(tiri)lmekte ve aynı tür analizler yapılmaya devam edilmektedir. Bu söylemleri dillerinden düşürmeyenler önce 28 Şubat postmodern darbesiyle, kısa bir süre sonra da (10 senede bir darbe dönemine uygun olarak) 2007’de 27 Nisan e-darbesi/muhtırasıyla şaşkınlığa uğramışlardır. Bu şaşkınlık çok uzun sürmemiş, Erdoğan’ın ve ekibinin bu muhtırayı yok sayarak karşı durması ve erken seçim kararı almasıyla yine aynı kesimler artık bundan sonra darbe de, askeri vesayet de söz konusu olmaz anlayışını çeşitli vesilelerle daha yüksek sesle gündeme getirmeye başlamışlardır. Ancak bu da -10 senelik darbecilik dönemi dolmamış olsa da- çok uzun sürmemiştir. Nitekim Türkiye, 17 Aralık 2013’de yeni bir darbeyle karşı karşıya gelmiştir. Buna isterseniz yargı darbesi, isterseniz Fethullah Gülen darbesi deyin, isterseniz Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle post/dost-modern darbe deyin, ne derse deyiniz Türkiye, tam anlamıyla yeni bir darbeyle yüz yüzedir.

Türkiye ABD ilişkileri bu denge(sizlik)de devam ettiği müddetçe Türkiye’de darbe dönemi bitmez. Çünkü iliklerimize kadar nüfuz etmiş, kılcal damarlarımıza kadar bütünüyle vücudumuzu üsleriyle, istihbarat örgütleriyle kuşatarak kontrol altına almış bir ABD vardır karşımızda. Nefes alışımızı kontrol edecek derecede nüfuz etmiştir içimize…  1950’li yıllardan itibaren önce orduyu, MİT’i sonra da bütünüyle toplumu yeniden dizayn etmiş, Gladyo’yu kurmuş ve faaliyete geçirmiştir. Kontrol dışına çıkan ya da çıkmaya çalışan, ABD menfaatlerine küçücük bir zarar verme ihtimali olan kişi ya da kesimlere karşı, ABD’nin terbiye yöntemleri devreye girmektedir. Suikast, halkı kışkırtma, iç isyan, darbe ve daha birçok yol, bu yöntemler arasında bulunmaktadır. ABD, Türkiye’de, ne yazık ki bu yol ve yöntemleri kullanabilecek ve sonuç alabilecek bir güce sahiptir. Bu nedenledir ki, iktidara gelmeyi hedefleyen her parti yetkilileri ABD’de görücüye çıkıp kabul görülmeyi, Türkiye’deki seçmenden daha anlamlı ve önemli bulmaktadır. ABD açısından bir ülkenin sol düşünceyle ya da krallık, diktatörlük veyahut Suud benzeri şeriatla yönetiliyor olması önemli değildir. ABD için önemli olan o ülkede kendi menfaatlerinin devam ediyor oluşudur.

Türkiye’de hangi parti iktidarda olursa olsun, ABD’nin yaklaşım tarzı yukarıda belirtildiği şekillerden birisiyle olacaktır. İktidarda AKP’nin, CHP’nin, MHP’nin ya da BDP/HDP olması farketmez; üzülerek belirtelim ki, hiçbir parti ABD’ye kafa tutarak ayakta kalacak güçte ve anlayışta değildir. Bunun yakın tarihimizde birçok örneği vardır. Belki en yakın örneği Refahyol’un iktidarda olduğu dönemdir. Üstelik bu iktidar istenilen ve arzu edilen ölçülerde ABD’ye karşı çıkmış, menfaatlerine zarar vermeye çalışan bir iktidar da değildi. Ama buna rağmen geçmişinde söylem bazında da olsa ABD’ye ve Batı’ya kafa tutmuş, kitlesel tabanını bu söyleme göre yönlendirmiş bir partiyi (Refah Partisi’ni), bu geçmişine rağmen iktidarda tutmak ABD’nin işine gelmemiştir. Bildik ayak oyunlarıyla/postmodern bir darbeyle Refahyol iktidarı önce kendi içinde çökertilmiş, sonra da RP (Refah Partisi) kapat(tır)ılarak siyaset sahnesinden silinmesi sağlanmıştır. Bu durum, laikleri, Kemalistleri, ulusalcıları sevindirse de, içeride ve dışarıda bu yolla mücadele edil(e)mez diyen Müslümanlara daha da haklılık kazandırmıştır.

İlerleyen yıllarda ABD’yi en çok endişelendiren şey, kendi kontrolünde/arka bahçesinde olan ülkelerde başta ABD ve Siyonist İsrail olmak üzere bütün küfür güçleri düşman belleyen bir gençliğin yetişiyor olmasıdır. Son yıllarda belki de uzun zamandan beri ABD’nin İslam coğrafyasında gelişen ve gittikçe de taban bulmaya çalışan ve ‘radikal İslamcılar’ olarak adlandırılan bu gençliği yok etmek ya da en azından etkisiz hale getirerek marjinalleştirmek suretiyle kitlelerle bağlantısını kesmeye dönük bir proje geliştirmiştir; bu proje ‘Ilımlı İslam’ projesidir. Bu, Allah’ın gönderdiği İslam’la benzerliği olan ama Hz. Peygamber (as)’ın pratiğe aktardığı İslam Dininin esaslarıyla asla bağdaşmayan yeni bir dindir. ABD, başta Türkiye olmak üzere halkı Müslüman olan ülkelere ahkâmdan ve muamelattan soyutlanarak içi boşaltılmış bu dini yaygınlaştıracak partileri iktidara taşımaktadır. ABD bu konuda başarılı da gözükmektedir. 28 Şubat darbecileri, İslam’ın ılımlısı, radikali olmaz, İslam, İslam’dır tehdidiyle ülke içerisinde, Bush da, ya bizden yanasınız ya da teröristlerden yanasınız tehdit ve korku salarak küresel anlamda Müslüman halklara yönelik ‘topyekûn Savaş’ başlatmıştır. ABD emperyalist bir ülke olduğu için, uluslararası menfaatlerini bazen topyekûn savaş, bazen de barışçıl yöntemle gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Nitekim bu menfaatlerin gerçekleşmesi için Bush döneminde sopa yani ‘savaş’ politikası uygulanırken, Obama döneminde ise havuç politikası uygulanmaktadır. Aslında her iki politikayla da aynı amacın gerçekleştirilmesi hedeflenmektedir. Zaten ABD’nin dış politikasında bugünden yarına herhangi bir değişikliğin olması mümkün değildir. Bush’un ölümü göstermesi, Obama’nın sıtmayı kabullendirmesini kolaylaştırmaktadır. Bush’un savaşla, işgalle ülke yönetimlerini değiştirerek yapmak istediğini, Obama  ‘ılımlı İslam’ politikasını, bu ülkelere dayatarak yapmaktadır. Kısacası birisi silahla/sopayla, diğeri ise havuçla ABD politikasını uygulamaya çalışmaktadır. Obama’nın havuç politikası ile dayattığı ‘Ilımlı İslam’ birçok ülke yönetimi tarafından kabul edilerek uygulamaya konmuştur. Kabul etmeyenler ise bir iç darbeyle yönetimden uzaklaştırılmaktadır. Mısır’da, Mursi örneğinde olduğu gibi.

İslam, İslam’dır; İslam’ın radikali ya da ılımlısı olmaz. Allah’u Teâla bize Müslüman ismini vermiş (Hacc, 22/78), din olarak da tamamlanmış bir şekilde İslam’ı seçmiştir. (Maide, 5/3) İslam eksik değil ki, birileri demokrasi ile (Demokratik İslam ya da İslam demokrasisi), birileri sosyalizmle (İslam Sosyalizmi), birileri ılımlı ya da radikal olarak tamamlamaya çalışsın. Çünkü İslam Dininin tamamlandığını (Maide, 5/3) ve Kitapta da hiçbir şeyin eksik bırakılmadığını (En’am, 6/38) Rabbimiz bize bildirmiştir. Kim, İslam’a demokrasi, sosyalizm ya da ılımlı lafızlarını ekliyorsa, bilmelidir ki, o, ya İslam’ı eksik görmekte ya da İslam’dan bihaber çok cahildir. Çünkü İslam Dininin bu tür eklentilere ihtiyacı olmayacak kadar tamamlanmış ve kıyamete kadar geçerliliği devam edecek bir dindir. Rabbimiz her şeye muktedir ve her dönemde olup bitenleri ve olup bitecekleri en iyi bilendir.

AKP, iktidarı döneminde izlediği politikalar, zaman zaman kırmızı çizgileri zorlasa da ABD menfaatlerine çok da aykırı politikalar değildir. 11-12 yıldır tek başına iktidarda oluşu, ABD’nin öngördüğü ılımlı İslam politikasını uygulamasından kaynaklanmaktadır. Aksi halde AKP iktidarda kalamazdı. İnanmayanların, 1960’da Menderes’e, 1971’de ve 1980’de Demirel’e, 28 Şubat 1997’de Refah Partisi’ne karşı gerçekleştirilen darbelerin sebeplerini ve ABD’nin bu darbelerdeki rolünü araştırmaları gerekmektedir. AKP içerisinde bu yolla –Ilımlı İslam politikasıyla- Müslümanların önünü açabiliriz diyenler çıkabilir. Bu, iyiniyetli bir yaklaşım gibi de gözükebilir. Ancak iyiniyet, hiçbir zaman yeterli değildir. Biz kitleleri memnun etmekten ziyade Allah’ı memnun etmek durumunda olan insanlarız. ABD, AKP iktidarını istememiş olsaydı, AKP’yi iktidardan alaşağı etmesinin birçok yolu vardı ve bu yolları, kendi işbirlikçileriyle, istihbarat örgütleriyle, Gladyo’nun/Kontrgerillanın yer altı (ve hatta yer üstü) unsurlarıyla bunu çok rahat devreye sokabilirdi. Eğer 2004’deki darbe girişimleri başarılı ol(a)mamışsa, bunun nedeni AKP iktidarının iş bilirliğinden/muktedir oluşundan değil ABD’nin darbecilere onay vermemesinden kaynaklanmamaktadır. One minute olayı ya da Mavi Marmara çıkışında söylenen sözler, takınılan tavırları küçümsemek elbette ki doğru ve adil olmaz. Ancak bu ve benzeri bir iki olayı büyüterek milad olarak değerlendirmek de çok doğru değildir. Nitekim Erdoğan, 22 Mart 2004’de Şeyh Ahmet Yasin’in vahşice şehid edilmesi üzerine de benzeri sert bir tavır takınmıştı. Eli kanlı katil Şaron’un hiçbir davetini ve Türkiye’ye de yapmak istediği ziyareti de kabul etmemişti. Ancak ABD’nin devreye girmesiyle –ya İsrail’e ziyaret ya da ABD’ye yapmak istediğin ziyaretin kabul edilmez-, Erdoğan, mecburen Siyonist katil Şaron’un ziyaretine giderek kanlı elini sıkmak zorunda kalmıştı. Bu ziyaretten sonra Erdoğan’a ABD’nin yolu açılmıştı. Buna –Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri seçilmesi, Malatya’ya füze kalkanının kurulması gibi- başka örnekler de vermek mümkündür. Dolayısıyla AKP’nin Türkiye’de ve Ortadoğu’da izlediği politika bütünüyle ABD’ye rağmen izlenen ya da oluşturulan politikalar değildir. Buna rağmen AKP yetkililerinin zaman zaman ABD’nin kırmızıçizgilerini zorladığını, bundan dolayı da Gezi Parkı gibi, şimdilerde de Fethullah Gülen Ekibi’nin ‘post/dost modern darbe’ gibi olaylarla kırmızıçizgileri fazla zorlama, ayağını denk al anlamına gelen işaretler verilmeye çalışılmaktadır. Erdoğan hükümeti, halen ABD tarafından bütünüyle gözden çıkarılmamıştır. Şayet çıkarılmış olsaydı, Gezi Parkı ya da Gülen hareketinin 17 Aralık operasyonu neticesinde Erdoğan hükümeti ayakta kalamazdı. Erdoğan hükümetini gözden çıkaranlar ABD’deki neo-conlar ve Siyonist lobilerdir.

rec

Mısır’da Muhammed Mursi’nin bir darbeyle devrilmesinin arkasındaki güç, başını ABD’nin çektiği emperyal ve Siyonist güçlerdir. Yoksa Sisi’nin kendi gücüyle ya da Körfez’in işbirlikçi yönetimlerinin yardımıyla gerçekleştirdiği bir darbe değildir. Bana göre bu darbenin en önemli nedeni Mursi’nin, ABD’nin dayattığı ‘ılımlı İslam’ politikasını kabul etmemesiydi. Mursi’nin başında bulunduğu Özgürlük ve Adalet Partisi de, AKP’yi bu yönüyle de model alsaydı yani ılımlı İslam politikasını uygulayacağına dair işaretler verseydi, Mursi, bugün hala Cumhurbaşkanı olarak görevine devam ediyor olacaktı. Geçmişte AKP’ye karşı yapılmak istenen onlarca darbenin gerçekleşmeme nedeni de bence ABD’nin darbecilere onay vermemesidir. Aksi halde AKP’yi karşı çoktan darbe yapılarak İktidardan alaşağı edilmiş olacaktı.

17 ARALIK OPERASYONU, SİYONİST VE NEO-CON DESTEKLİ BİR DARBEDİR

 

17 Aralık’ta başlayan operasyon sıradan bir operasyon değildir. Şimdiye kadar alışkın olduğumuz türden operasyonlardan da farklıdır. Türkiye’de her iktidar döneminde yolsuzluk yapılmıştır. Bu iktidar döneminde de yolsuzluk yapılmış ve bu operasyondan sonra da yapılmaya devam edecektir. Yolsuzlukları bu tür yollarla engellemek de mümkün değildir. Ancak bu operasyonun amacı gerçekten sadece yolsuzluk ve rüşvet operasyonu muydu? Şayet, dershanelere yönelik iktidar operasyonu söz konusu olmasaydı buna rağmen bu operasyon gerçekleşir miydi? Herhalde bu operasyon en azından şimdilik gerçekleşmezdi. Hatta iktidarın dershane girişimi bu operasyonun arkasındaki güçleri hazırlıklarını tamamlamadan ortaya çıkarma amaçlı olduğu da iddia edilmiştir. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra bu darbe girişimi başlamış olsaydı, darbenin başarılı olma ihtimali bugünkünden çok daha fazla olabilirdi.

Fethullah Gülen kimdir, bu kadar zamandır ABD’de yaşıyor olmasına rağmen bu kadar şeyi nasıl becermiştir gibi birçok soru herkesin zihnini meşgul etmektedir. ABD’nin Müslümanlara ve İslam’a karşı olan düşmanca tavrı bilinirken Fethullah Gülen 1999’dan bu yana nasıl, en hafifinden sınır dışı edilmeden ABD’de kalabiliyor? Sadece kalmakla yetinmiyor, yaşadığı malikâneyi/sarayı/köşkü sürgündeki hükümetin merkezi gibi bir saldırı üssü olarak kullanabilmektedir. Gülen’in bu tavrı, ABD menfaatlerine uygun hatta onların öngördüğü proje çerçevesinde olmasa, yıllardır stratejik müttefikimiz dediği Türkiye’ye karşı böylesine kapsamlı, paralel bir devlet yapılanmasına izin verir mi? Kesinlikle vermez ve böyle bir kimseyi de, ya zindana –Guantanamo gibi- atardı ya da bir gün bile ülkesinden durdurmayarak sınır dışı ederdi. Oysa Fethullah Gülen (FG) 1999’dan beri kendi ülkesinde, kendi evinde yaşıyor gibi rahat bir şekilde yaşamaktadır. Bu düşündürücü değil midir? Ayrıca ABD, Gülen’i ve Gülen’in 160’dan fazla ülkede kurduğu okullarına her türlü desteği vererek desteklemeye çalışmaktadır. Çünkü Gülen hareketi, halkı Müslüman olan ülkelere dayatılan ve bir ABD projesi olan ‘Ilımlı İslam’ projesinin bir parçasıdır.

fethullah-gulen-papa-gorusmesi3

Fethullah Gülen’in ABD ve Siyonist lobilerle karanlık ilişkileri çok önceleri başlamıştır. Gelişmesi ve genişlemesi de –ne kadar aksine söylenirse söylensin- bu ilişkiler sayesinde olmuştur. Nitekim 10 Mart 1998 günkü Zaman gazetesinin bildirdiğine göre ADL (Anti-defamationLeague; Türkçesi: Ayrımcılık ve İnkâra Karşı Birlik), Fethullah Gülen’i İstanbul’da ziyaret ederek “diyalog ve hoşgörü kitabı” hazırlatmış, İngilizce olarak tüm dünyada dağıtılması için önayak olmuştur. Bu ADL de neyin nesi, diye soranlar, yine Zaman’ın 20 Kasım 1992 günkü sayısına göz atabilirler. Bakınız, Zaman gazetesi ADL’yi nasıl anlatıyor: “ABD’de Yahudi mafyası: ADL… ADL, adeta Amerikan mafyasının halkla ilişkiler bürosu gibidir… Kurdukları ‘Denizaşırı Yatırımcılar Servisi’ adlı şirketle milletlerarası silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, kirli parayı aklama gibi işleri yürütmektedir… İsrail Devleti kurulduğundan beri ADL, İsrail gizli servisi MOSSAD ile hususi ilişkilerini daima sürdürmüş, İsrail mafyasıyla da yakın bağlantılar kurmuştur…”

10 Mart 1992 günkü Zaman’ın anlattığı bu ADL’nin en temel misyonu dinler arası diyalogdur. Bu misyonun yüzde kaçı siyasi, yüzde kaçı dini olabilir ona da siz karar verin… Bu misyon çerçevesinde Fetullah Gülen’e “diyalog ve hoşgörü kitabını yazma teklifi yapan, Gülen’in yazdığı bu kitabı tüm dünyaya dağıtmayı üslenen bu ADL’dir. Dahası 1998’de Zaman’ın imtiyaz sahibi olan ve Fetullah Gülen’in Papa ziyaretine iştirak ederek Papa’nın ellerini öpen Alaattin Kaya, Aktüel dergisinin 1998 yılı 354. Sayısında yayınlanan söyleşisinde “Gülen’in Papa’yı ziyaretinin gerçekleşmesinde dönemin ADL Başkanı Mr. Hugson’ın kilit rol oynadığı”na özellikle dikkat çekmişti. Bu ve benzeri birçok haberi, birçok haber sitesinde bulmak mümkündür.

Gülen, Zaman gazetesinin 4 Eylül 1997 tarihli sayısında Batı ile ilişkiler hakkında şu değerlendirmeleri yapıyor: “Bu manada inanmış bir insanın Batı karşısında, Batı’yla entegrasyon karşısında, Amerika’yla entegrasyon karşısında olması katiyen düşünülemez.”

Nevval Sevindi’nin Sabah Kitaplarından çıkan, “Fethullah Gülen İle New York Sohbeti”nde ABD ile Fetullah Gülen’in bağı, açıkça dile getiriliyor. İşte kitaptan bazı seçmeler: “Amerika şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir. Amerika hala bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır.” (s.6) “Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkışmamalıdır.” (s.7) “Amerikalılar istemezlerse kimseye dünyanın değişik yerlerinden hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz.” (s.8) “Amerika ile iyi geçinmezseniz işinizi bozarlar. Amerika’nın bize yarım arpa kadar bile, sadece bizim menfaatimize olacak bir desteği yoktur. Buna rağmen şurada bulunmamıza izin veriyorsa, bu bizim için bir avantajsa, bu avantajı sağlıyor demektir.” (s.9)

Fethullah Gülen’i ABD’ye tanıtan, ona referans olan kişiyse Kasım Gülek’tir. Kasım Gülek ise Moon tarikatının (Moon tarikatı, 1954 yılında Kuzey Kore’den Güney Kore’ye kaçan rahip SunMyung Moon tarafından kurulan, dünyada Moon liderliğinde bir teokrasi kurulmasını ve herkesin Korece konuşmasını amaçlayan bir tarikattır. ABD’de resmi dini mezhep statüsündedir. Sun Myun Moon, gençliğinde İsa’nın kendisine gözükerek, kendisini mesih seçtiğini ve eşiyle birlikte günahsız ve insanoğlunun gerçek ebeveynleri olduklarını, İsa’nın yarım bıraktığı işleri tamamladığı iddiası içindedir.) Türkiye halifesi ve bir zamanlar da Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Sekreteri idi. Kasım Gülek ile Fethullah Gülen’in ilişkisini yazar Hulusi Turgut, 21 Ocak 1998 tarihli Yeni Yüzyıl’da şöyle anlatmaktadır: “Kasım Gülek, Fethullah Gülen’le çok iyi dostluk ilişkileri içinde bulundu. Gülen, Kasım Gülek’le sık sık görüşürdü. Vefatı üzerine bu eski dostunun cenaze namazını vasiyeti üzerine kıldırmıştı. Fethullah Gülen’e sorduk: ‘Amerika, sizlerle ilgili referansı merhum Kasım Gülek’ten mi aldı?’ Gülen bu konuda şunları söyledi: ‘Kasım Gülek beyin baldızı Amerika’daydı. Yani Pentagon’la irtibatları vardı. Eğer kendisine değişik platformlardan, Beyaz Saray’dan sormuşlarsa ‘Bunlar nedir?’ diye, o da ‘Endişe edilecek bir şey yoktur’ demiştir, referans vermiştir.” (Yeni Yüzyıl gazetesi, 21 Ocak 1998)

Gülen, 1 Eylül 1997 tarihli Zaman gazetesinde bu ilişkiyi şöyle açıklıyor: “ABD’de görüştüğüm insanlardan biri Abramowitz’di. O, Türkiye’de bir zaman elçi olarak kalmıştı. Müşterek dostumuz Kasım Gülek Bey vardı. Onun vasıtasıyla gıyaben onu tanıyorduk… Türkiye, şimdiye kadar çok ölüm-kalım krizlerine maruz kalmıştır. Bunu isterseniz bir kriz sayın ama bu millet bunu aşar dedim. Hatta bu ses, imkânı varsa Beyaz Saray’a kadar, Kongre’ye kadar, Pentagon’a kadar götürülmeli dedim.” (Zaman gazetesi, 1 Eylül 1997) Gülen, 1992 yılında ABD’ye gittiğinde, Kasım Gülek’in, Pentagon’da albay olarak görev yapan, sonra şüpheli bir şekilde ölen baldızı Aylin Rodomisli aracılığıyla Pentagon ve CIA ile ilişkiye geçtiğini de bizzat kendisi söylemiştir.

Gülen’in Türkiye yetkilileri nezdinde refere eden de yine ABD’liler olmuştur. Nitekim ABD Büyükelçisi Mark Parris’in rolü ABD ile bağı, onun Türkiye Cumhurbaşkanı’nın korumasına girmesine yol açabilecek kadar güçlüydü. Fethullah Gülen’e bağlı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın, 25 Aralık l997 günü düzenlediği “Ulusal uzlaşma, hoşgörü ve diyalog” ödül töreninde, Cumhurbaşkanı Demirel’e de “şükran plaketi” verilmişti. Oysa o tarihte Fethullah Gülen’in okulları basılıyor, Türkiye Cumhuriyeti karşı faaliyetleri nedeniyle hakkında adli soruşturma yürütülüyordu. Cumhurbaşkanı Demirel, irticaya karşı mücadelede devlet kurum ve kuvvetlerinin bütünlüğünü bozan bu konuma neden geldiği önemliydi. Demirel’i Fethullah’ın ödülünü almaya ABD Ankara Büyükelçisi Mark Parris ikna etmiştir. Parris, Aralık ayının ikinci haftasında yapılan görüşmede, Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya’da “Ilımlı İslam”dan yana tavır almasını savunmuştu. Fethullah Gülen’i övmüştü.

Demirel ile Fetullah arasındaki ikinci köprü, yine bir Amerikan yetkilisiydi: ABD’nin Ankara eski Büyükelçisi Morton Abramowitz. ABD’nin önde gelen think-tank kuruluşu Carnegie Vakfı’nın eski Başkanı Abramowitz’in, Ilımlı İslam’ın destekçilerinden olduğu biliniyor. Abramowitz, ABD’nin en faal gruplarından Yahudi Lobisi’nin de önde gelen isimlerinden. Özal’la mutfak arkadaşlığıyla ünlenen Abramowitz, Washington’a döndükten sonra da elini Türkiye’den hiç çekmemiştir. Sık sık ülkemize gelen Abramowitz, Türkiye’den gidenlerin de uğramayı ihmal etmediği isimlerden.

AKP’nin kuruluşuna bakıldığında, Fethullah Gülen ile ilişkide bulunan ve ABD’li yetkililer nezdinde referans olan Siyonist lobilerin önde gelen şahsiyetleri, aynı zamanda Erdoğan ve ekibi ile de aynı tür ilişki kurdukları görülmektedir.  Erdoğan bu tür kimselerle ilişkide bulunabilir ama Gülen bulunamaz denilebilir mi? Denilemez, denilmemesi de gerekir. Bizler adil olmak zorundayız. Bir şey Gülen için yanlış ise, o şeyin Erdoğan için de yanlış olması gerekmektedir. Bizler bir sözün, kim tarafından söylenip söylenmediğine bakmadan önce, o söz doğru mudur, değil midir, biz ona bakarız. Bu, Gülen ekibinin Siyonist lobilerin ve neo-conların desteğinde Türkiye başta olmak üzere ülke yönetimlerini dizayn etme hakkının olduğu anlamına gelmez. Gülen ekibinin bu İslam düşmanı çevrelerle iç içeliği ister istemez, akla görevli oldukları düşüncesini getirmektedir. Zaten Gülen ve ekibinin yaptıklarının İslam’ın ve Müslümanların hayrına olmadığına hiçbir zaman inanmayanlardanım.

Birlikte olma, birlikte yürüme durumunda olduğumuz kimselerin de, sadece söylediklerine, gerçekleştirmek istedikleri amaca bakmayız; amaçla birlikte bu amaca götürecek yol ve yöntemin de doğru olup olmadığına bakarız. Çünkü yapılacak iş kadar, o işi yapmak için kullanılan yöntem ve araç da en az o iş kadar önemlidir. Farz olan bir şeyi yapmak için gerekli olan şey de farzdır kaidesi gereğince, bir şeyin İslam olması, aynı zamanda o şeyi gerçekleştirecek aracın/yöntemin de İslam olmasını gerektirmektedir. Yaptığımız işin/amelin İslami olabilmesi için, o işi/ameli gerçekleştirmek için izlediğimiz yol ve yöntemin de mutlaka İslami olması gerekmektedir. Müslüman’a göre, hedefe götüren her yol mubahtır anlayışı asla doğru değildir. Müslüman için hedef de İslami olması gerekir, o hedefe götüren yol ve yöntem de İslami olması gerekir. Bu içtihadi bir görüşle ya da içinde bulunulan şartların ters gitmesiyle veyahut marjinal kalmak korkusuyla değiştirilebilecek bir şey de değildir.

Bize göre demokratik mücadele bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bana göre, sana göre ya da şartlara göre mücadele yöntemi olmaz; çünkü bir Müslüman için bağlayıcı olan İslam’ın temel nasslarıdır. (Bu konuya gelecek sayıda devam edeceğiz, İnşallah!.)

NOT: Bu yazı,Genç Birikim dergisinin Şubat 2014 Sayısında yayımlanmıştır.